Nokta’da yayımlanan ‘darbe günlüğü’ olayı üstüne, iki gün önce, darbenin kendisiyle değil de, ‘yargı’nın bu olaya bakışıyla ilgili bir şey yazmıştım. Yazının gazetede çıktığı gün, gazetelerde ve öncelikle Radikal’de, darbe değil Nokta’nın yayını konusunda soruşturma açıldığının haberleri vardı. Nokta bunu yayımlamakla hem halkı askerlikten soğutmuş, hem de askeri itaatsizliğe teşvik etmişti!
Bu gerçekten böyle, bu kanalda mı gerçekleşecek, yoksa yapılan yayının dayanaklarının sağlamlığına ilişkin bir ‘yoklama’ için mi buna gerek görüldü, seyredip anlayacağız. Bir ‘yoklama’ olsa dahi, başka herhangi bir kişi veya kurum olsa böyle bir şeye gerek duyulmazdı; işin içine bir ‘general’ sıfatı karışınca özel prosedürler gerekiyor demek ki. Bu da kendi başına anlamlı.
Ama bu sabahın (cumartesi) Milliyet’inde Hasan Cemal, Abdullah Gül’ün bu konudaki sözlerini aktarıyor: Bunların öteden beri bilindiğini söylüyor Gül.
Günlüğü yazdığı iddia edilen kişi bunu reddediyor; olabilir, belki de o haklıdır. Böyle garip, gerçeküstü bir ortamda, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar vermek kolay değil. Ancak, onun dediği doğru ve bu metinler ‘sahte’ ise, bu sahtekârlığı yapana da bir ‘başarı ödülü’ vermek gerekir. Üslup çok inandırıcı. Hayatımız, tarihimiz boyunca çeşitli örnekleriyle tanıdığımız bir kesimin zihniyetini çok iyi yansıtıyor. O kişi yaptığı bu sahtekârlıktan ötürü hapse falan atılırsa, benim tavsiyem, bu yeteneğini roman yazarak kullanması -böylece, adalet yerini bulurken edebiyat kazanmış olur.
Gelgelelim, hükümetin önemli bir kişisi olan Abdullah Gül’ün ‘Biliyorduk’ demesi, bu günlüğü ‘o yazmış, bu yazmış’ın ötesinde, bir ‘darbe girişimi günlüğü’nün bir yerlerde tutulduğunu gösteriyor. Bu söylentileri, doğrusu, ben bile duymuştum: görevli veya emekli bazı subaylarla, böyle konular gündeme gelince mutlaka aklınıza düşen, ‘o olmadan böyle işler olmaz’ diyeceğiniz bazı sivillerin toplanıp darbe konuştukları haberi yayılmıştı.
60’larda, 27 Mayıs ‘darbeler’ yolunu açmış, ama memleketi kurtarma’ aşkıyla yanıp tutuşan subayları doyurmamıştı. Dünyada eşi görülmemiş bir ‘Silahlı Kuvvetler Birliği’ oluşmuştu. Ama aynı zamanda, ordunun içinde, bu tür serüvenci girişimlere karşı bir korunma içgüdüsü de harekete geçmişti. Bir girişimin başarısızlığa uğraması Talat Aydemir’i durdurmaya yetmedi (ortamın uygun görülmemesinin bu son olaydaki zevatı durdurmaya yetmediği gibi); dolayısıyla ikinci başarısız girişim de geldi ve Aydemir’in idam edilmesiyle sonuçlandı. İdam, çirkinliğiyle çarpıcı, akılda kalan bir olay. Ama bu işler olurken bütün harp okulu öğrencilerinin de askerlikle ilişkilerinin kesilmesi, belki o kadar çarpıcı ve akılda kalıcı olmayan, ama ‘radikal’likte daha aşağı kalmayan bir tedbirdi.
Böylece, ‘darbenin’ önü kesilmiş olmadı (o sırada olayları böyle yorumlayanlar olsa da): ‘emir-kumanda zinciri’ dışında darbe yapmanın önü kesildi.
40 küsur yıl sonra, yeniden bu noktalara dönüldüğü görülüyor: “Genelkurmay Başkanı’nın bu taraklarda bezi yok! O halde ne yapalım? Nasıl yapalım?”
Kendileri bile, ortamın uygun olmadığını görmüşler. Öyle. Ortam uygun değil artık. Ama bu oyunun oyuncularının bunu gerçekten iyice görüp anlaması gerekiyor. Tarihte olmuş her şey, ‘rasyonalite’ye uygun olduğu için olmamıştır. Yanılan, yanılmanın bedelini öder, ama burada koca bir toplumun ödeyeceği bedel de söz konusu.
Radikal, 8.4.2007
|