Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Olumlu olmak

Hayat olabildiğince olumluluklar üzerine bina edilmelidir. Fert kabul etmediği şeyi, tarafsızlık adına ve ön yargısız olmak için, kabul ediyor gibi düşünse veya kendi doğrularını bir tarafa bırakıp olaya karşı fikir noktasından baksa bu zamanla iç âleminde ve şuur altında karşı taraf tezin kabul edildiği, ona taraftar olunan bir hâle dönüşebilecektir. Aslında ideal bir kulluk hayatında tarafsızlık değil hakka taraftarlık esas olmalıdır.

Her zaman hayatımızın merkezinde yer alması gereken muhabbet, zaman zaman vehimler ve olmadık varsayımlarla zarar görmektedir. Bu anlamda olumlu düşünce ve hareketlere yönlendiren Üstadı rahmetle anıyor, âlemimize taşıdığı hakikatlerin bütün dünyaya mâl olmasını niyaz ediyoruz. Onu andığımız vefat yıldönümünün ardından Kutlu Doğum Haftasının gelmesi lâtif bir tevafuk. Ne için fanî olduğunun ince bir işareti. Onun hayatı hep olumlu kavramlar ve neticeler üzerine bina edilmiş.

Hayat olabildiğince olumluluklar üzerine bina edilmelidir. Fert kabul etmediği şeyi, tarafsızlık adına ve ön yargısız olmak için, kabul ediyor gibi düşünse veya kendi doğrularını bir tarafa bırakıp olaya karşı fikir noktasından baksa bu zamanla iç âleminde ve şuur altında karşı taraf tezin kabul edildiği, ona taraftar olunan bir hâle dönüşebilecektir. Aslında ideal bir kulluk hayatında tarafsızlık değil, hakka taraftarlık esas olmalıdır. Hakkın ölçüleri içinde doğru kabul edip taraftar olduğu inançları yalnızca tarafsız ve objektif olmak adına bir tarafa bıraktığında elde doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edecek hiçbir ölçü kalmayacaktır. Üstelik böyle durumlarda genel olarak öne konan teklif kendi inandıklarını bir kenara bırakarak bir de bu şekilde inanıyormuş gibi düşünmek şeklinde olduğundan zamanla tarafında olunan olumsuz düşünceler bir inanca dönüşme riskini hep taşımaktadır. Sadece tarafsız olmak adına düşmanının ya da şeytanın sinsice kalbine attığı mânâların savunuculuğunu yapmak, onların doğru olup kendi inandıklarının yanlış olduğu tezinden hareketle olayları değerlendirmek zaman içinde ferdin doğruluk algılarını değiştirme ve iç âleminde karşı tarafın doğrularının yerleşmesi gibi bir sonuç doğurabilir.

Her insanın hayata bakışı geçmiş ömrünün âleminde oluşturduğu doğrular çerçevesinde şekillenmektedir. Bu doğrular iç dünyanın ve dış dünyanın karşılıklı olarak etkileşmesinden, vahyin ve âlemde işleyen fıtrî kuralların ahenkle uyumundan sonra ortaya çıkması gereken kabullerdir. Fert, ön planda anne ve babanın çocuğu olmakla birlikte, önemli ölçüde de zamanın çocuğudur. Kabuller, tasdikler, inançlar çoğunlukla uzun zamana yayılmış her seferinde aklın süzgecinden geçmiş ve ferdin ve toplumun genel yapısının oluşturduğu kabullerle de şekillenmiş yapının ürünüdürler. Bu sebeple bir kenara çabukça bırakılabilmeleri ve karşı fikrin ortaya koydukları esas alınarak bir düşünce şekli oluşturmak pek de mümkün değildir. Doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmek için bunları tartabilecek bir doğrular ve yanlışlar manzumesi şeklinde kabullerin ve tasdiklerin oluşturduğu alt yapı bulunmalıdır. Aksi takdirde, her hangi bir hükmün akılda tartılıp tasdik edilebilir olduğu anlaşıldıktan sonra kalbde tasdike dönüştürülebilmesi için elde hiç bir kriter bulunmazdı. Bu durumda kişinin neyi esas alarak doğru ya da yanlış hükmünü vereceği konusu havada kalırdı. Burada önemli bir unsur da vicdanın sesi ve zaman zaman sezgilerin yönlendirmesi olmalıdır. Vicdan gerçekten güvenilir bir hakem ve onunla irtibatlı şekilde kulak verilen sezgiler çoğu zaman çıkış yolu sunmak açısından çok etkilidirler. Belki de yapılması gereken asıl şey kendi doğrularını ve uzun zaman içinde yerleşmiş inançlarını bir tarafa bırakmak değil ancak kabullerini ve inançlarını önüne çıkan yeni durumlara ve farklı bilgilere göre sorgulamaya açık olmaktır. Bu kendi doğrularını tamamen terk edip karşı taraf gibi düşünerek yapılamaz. Böyle yapıldığında karşı tarafın sunduklarını vuracak bir mihenk elde kalmaz.

Karşılaştığı her yeni durum için doğruluk ve yanlışlık anlamında değerlendirme yapabilme kabiliyeti kazandıran eğitim bu açıdan çok önemlidir. Çok az şekillenmiş ve pek çok yönü ile şekillenmeye hazır insan fıtratı aileden toplumdaki her türlü eğitim müessesesine ve en önemlisi vahyin insanlık âleminde yansımalarının ona ulaştırılmasına kadar pek çok eğitim süreci ile yüz yüzedir. Bütün bunlar onun sürekli dönen ve her an değişen, farklı zamanlarda farklı şartlarla karşılaşan ferdin elindeki yol haritası gibidir. Bir şahsın doğrularını ve kabullerini bir tarafa bırakarak düşünmesini teklif etmek elindeki haritayı bir tarafa bırakarak hiç tanımadığı bir alanda yönünü bulmasını istemek gibidir. Bu, uygulanabilir olmayan ve çok yüksek ihtimalle de istikameti kaybettirecek bir tekliftir. Böyle bir durumda kabullenilebilir olan tek şey haritada yanlışlık olabileceği düşüncesine açık olup, bu noktada önümüze konulan teklifleri aklın ve vicdanın süzgecinden geçtikten sonra uygunsa haritaya yerleştirebilecek açıklıkta olmaktır. Yoksa seneler içinde oluşturulmuş haritayı bir tarafa bırakıp önümüze uzatılan yeni bir harita ile istikameti bulma teklifi çoğu zaman bir oyundur ve şeytanın sıklıkla baş vurduğu bir taktiktir. Bu oyuna düşmek ferdi gereksiz bir şekilde şeytanın avukatlığını yapma konumuna getirebilir. O yüzden dikkatli adım atmalı, maddî âlemde ve iç dünyamızda bize uzatılan her şeye el uzatmamalı ve uyanık olmalıyız. Sinsice plânlanmış şeytanî oyunlara gelmemek için hep Âlemlerin Rabbi’ne sığınmalıyız.

23.03.2007


 

Şefkat odaklı insan modeli

“Şefkat” kelimesi, “rahmet, re’fet, atıf, hanan, kötü bir durumun ortaya çıkmasından korkmak, korkuya varacak derecede sevmek, merhamet etmek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şefkat kelimesi “Allah”ın şefkati” şeklinde kullanılmıyor. Ancak şefkatin inayet ve sevgi boyutlarını içinde barındıran Rahmet kullanılıyor.

GİRİŞ

Şefkat, sevgi ve aşk kavramları insanın hayatında önemli yeri olan, birbirine yakın gibi görünen fakat birbirinden farklı anlamları ve fonksiyonları olan hayatlı kelimelerdendir. Aşk, büyülü bir kelime olduğu için hem dinî, hem de cinsî anlamda asırlardır ön planda tutulmuş ve insanlar bu kavramların esareti altına girmişlerdir. Tasavvuftaki aşk olgusu, çok az insanın tecrübe ettiği, vahdet-i vücudla alâkası olan bir kavramdır. İnsanın düşüncesini ve kalbini sadece Allah’ın zâtına odaklaştırdığı, kâinatı ademe ve nisyana mahkûm eden bir anlayıştır. Bu anlayış Kur’ân’ın tefekkür boyutunu, kâinatı bir kitap gibi okuma ve anlamlandırma boyutunu görmezlikten gelmekte, sadece nazlanma ve övünmeyi ön plana çıkarmaktadır.

Aşkta kendinden geçme, vecd, manevî sarhoşluk (sekr) gibi durumlar görülmekte, bu da kişinin şuursuz bir biçimde, dengesiz bir tarzda hareket etmesini sağlamaktadır. Bunlar çok az sayıda mutasavvıfın tecrübe ettiği durumlardır. (...)

Aynı şekilde aşkın ilâhî boyutunda görülen aşırılıklar insanî boyutunda da ön plana çıkmaktadır. Bu durumdaki bir insan, aşkta, sadece sevdiğine nazarını odaklaştırmakta, onun dışındaki hiçbir şeyi görmemekte, böylece bencilce bir tutum içine girmektedir. Bu da sosyal ve medenî bir varlık olarak yaratılan insanın bu yönüyle bağdaşmamaktadır. Bu yüzden aşk, hastalıklı ilişki, iki kişilik bencillik şeklinde tanımlanmaktadır.(...)

Geçici bir duygu olan aşkın, bir vecd haliyle birlikte ömür boyu süreceğini düşünmek bir çok insanı bunalımlara sürüklemektedir. İnsanın iradesiz olarak karşı cinse aşık olması mümkündür. Ama bunun sadece evlilik için kurulmuş bir tuzak olduğunu da düşünmek gerekir. Batıda romantik aşk her türlü vasıtayla yayılmakla, bu İslâm toplumlarını da etkilemekte, hatta İslâmî tandanslı dergilerde bile insanların romantik aşka sevk edildiği görülmektedir. Halbuki bu aşk, bizzat Batılı psikologlar tarafından eleştirilmektedir. Bugün Batı’da boşanma oranlarının yüzde altmış, yetmişlerde olmasının en önemli sebeplerinden birisinin bu romantik aşk efsanesi olduğu tesbit edilmektedir. (...)

Sevgi ise, insanın iradesiyle ilgili olan bir kavramdır. Aşk fiziksel güzellikle ilgili olduğu halde, sevgi manevî güzelliğini (inside beuty), ahlâk güzelliğini de hesaba katmaktadır. İşte bu açıdan sevginin “tanıma” ile yakından bir ilişkisi söz konusudur. Tanıma ile ortaya çıkan sevgi zamanla oluşur ve bir daha da kaybolması imkânsızdır. Ama güzellik üzerine kurulan bir aşk, güzelliğin günlük değişiminden etkilenir ve bir kişi karşı cinsi bir kaç gün sonra çekici bulmayabilir, böylece aşırı istek anlamındaki aşk da bitmiş olur.

Allah’ın kâinatla ve insanla, insanın Allah ile, insanla ve kâinatla ilişkisinde sevginin önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Şefkat ise, Allah’ın insanla ilişkisinde önemli bir yere sahip iken, insanın Allah ile ilişkisinde önemli bir rolü yoktur. Diğer taraftan şefkatin insanın insanla ilişkisinde aşktan ve sevgiden daha geniş ve faal bir rolü olduğunu söylememiz mümkündür.

1. Şefkat kavramının anlam çerçevesi

“Şefkat” kelimesi, “rahmet, re’fet, atıf, hanan, kötü bir durumun ortaya çıkmasından korkmak, korkuya varacak derecede sevmek, merhamet etmek” demektir. (...) Ragıb el-Isfahani fiil olarak kelimeye, korku ile karışık inayet anlamı vermekte ve “Çünkü müşfik (şefkat eden) şefkat ettiği kişiyi veya şeyi sever ve onun başına bir şey gelmesinden korkar” demektedir. Nitekim el-Enbiya Sûresinde, “Rablerinden korkanlar, kıyamet gününden korkmaktadırlar (müşfikun)” (Enbiya: 21/49) denmektedir. Isfahani, bu kelimenin “Min” harf-i ceri ile kullanıldığında “korku” anlamını ifade ettiğini, “Fi” harf-i ceri ile kullanıldığında “inayet” anlamına geldiğini söylemektedir. (...)

2. Allah’ın şefkatinin tezahürleri

Kur’ân-ı Kerîm’de şefkat kelimesi “Allah”ın şefkati” şeklinde kullanılmıyor. Ancak şefkatin inayet ve sevgi boyutlarını içinde barındıran Rahmet kullanılıyor. Meselâ Allah’ın “Rahim” olduğunu ifade eden, rahmetinin her şeyi kuşattığını ifade eden âyetler bunun delilini teşkil ediyor. (Bu konudaki âyetler için bakınız: Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemü’l-Müfehres, li Elfazi’l-Kur’âni’l-Kerim, İstanbul, 1984, s. 304-309.)

O halde Allah’ın rahmeti Allah’ın şefkati anlamını da içinde barındırıyor. Ancak Şeyh Zade’nin bildirdiğine göre, bu, tıpkı insanlarda olduğu gibi, “Rikkat-i kalb” anlamında değildir. Burada Rahmet, irade ve ihtiyar ile “ihsan etme, muhtaç olanların ihtiyaçlarını giderme” anlamındadır. Bunun için Rahman ve Rahim, “Muhsin”, yani ihsan eden, nimetler vererek iyilik eden anlamına gelmektedir. (Şeyh Zade, Haşiyüte Şeyh Zade Ala Tefsir-i Kadi Beydavi, İhlas Vakfı, İstanbul, 1994, I, s. 27)

Bediüzzaman Said Nursî de, Rahmet kelimesinin bir başka isim formu olan “Rahman”ın “Rezzak” anlamına geldiğini ifade ettikten sonra, terbiyenin iki yönü olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre terbiyenin biri menfaatleri celbetmek, diğeri, zararları defetmek üzere iki esası vardır. Rahman, “Rezzak” anlamına geldiğinden menfaatleri celbetmeyi ifade ediyor. Rahim ise, Gafur yani çok affeden anlamına geldiğinden dolayı terbiyenin ikinci esası olan, zararları defetmeye işaret ediyor. (Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İcaz, çev: Abdülmecid Nursî, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1978, s. 15, 19.) (...)

Said Nursî, Haşir Risâlesi’nde, Allah’ın şefkatini, O’nun rahmetini anlatırken açıklıyor. Ona göre Allah’ın rahmeti, şefkati, en aciz ve en zayıftan en kuvvetliye kadar, her canlıya bir rızık verilmesiyle, en dertlilere derman yetiştirilmesiyle, çiçeklerin açıp meyvelerin takdim edilmesiyle, zehirli bir böceğin eliyle balın yedirilmesiyle, elsiz bir böceğin eliyle ipeğin giydirilmesiyle ortaya çıkıyor. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2001, s. 65.) Diğer taraftan, gerek nebatî, gerek hayvanî ve gerekse insanî bütün validelerin o rahim şefkatleriyle ve süt gibi o lâtif gıda ile aciz ve zayıf yavruların terbiyesi, geniş bir rahmetin cilvesini gösteriyor. (Nursî, Sözler, s. 65.) (...)

3. Allah’ın şefkatinin sebebi

Bütün bunlara göre, Yüce Allah, niçin rahmet ve şefkatini maddî ve mânevî bir şekilde insanlara gönderiyor? Allah’ın şefkatinin bir cilvesi olarak insanlara rızıklar ve sayısız nimetler vermesi, peygamberler göndermesi, insanları affetmesi Nursî’ye göre, “kendisini sevdirmesi için”dir. (Nursî, Sözler, s. 66) Yüce Allah bütün şefkat tezahürleriyle insanları sevdiğini gösteriyor ve insanlar tarafından sevilmek istiyor. Bunun için Allah’ın kendisini yarattığı varlıklarla tanıtmak, verdiği nimetlerle de sevdirmek istediğini söyleyebiliriz. O halde insan da O’nu tanıdığını ve sevdiğini göstermek durumundadır. İnsan ancak ibadetle kendisini Allah’a sevdirebilir.

4. Annenin çocuklara şefkati ve tezahürleri

Sevgi konusunda yapılan çalışmalarda şefkat kelimesi kullanılmıyor. Bunun yerine “anne sevgisi” tabiri kullanılıyor. Said Nursî ise, anne sevgisine “şefkat” diyor. Ona göre validelerin “rahim şefkatleri” var ve bu sayede süt gibi lâtif gıdalar ile aciz ve zayıf yavruları besliyorlar. (Nursî, Sözler, s. 65.)

Burada anne şefkatinin en önemli bir tezahürü olan “süt ile bebekleri besleme” karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan bütün anneler, aç yavrularını kendi nefislerine tercih ediyorlar. (Nursî, Sözler, s. 65. Haşiye 2’de zikrediliyor.) Böylece anne şefkatinin “fedakârlık ve cesaret” boyutu gündeme geliyor. Şefkatin lügat anlamıyla anne şefkati arasındaki ilişkiyi şu şekilde ifade edebiliriz: Anneler kendi çocuklarının zarara uğramasından korkarak onları bu zarardan korumak için karşılık beklemeksizin fedakârlıklarda bulunuyorlar. (...)

Nursî, anne şefkatinin “fedakâr” yönüne dikkat çektiği gibi, bir de onun “karşılıksız” ve “halis” olduğuna temas ediyor. Burada halis olma bir karşılık istememe anlamındadır. Batılı psikologlar böyle bir sevgiyi “unconditional love” veya “perfect love” olarak isimlendiriyorlar.

Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşıldığına göre Said Nursî, anne şefkatinin soyut bir kavramdan ibaret olmadığına, çocuğun beslenmesi gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak, fedakârlık yapmak ve onu tehlikelerden korumak için gerekli cesareti göstermek, karşılık beklememek gibi tezahürleri olduğuna vurgu yapıyor. (...)

O halde anne sevgisi “fedakar, özgeci ve bencil olmayan sevgi”dir. Nitekim, Amerikalı Psikiyatrist Dr. Karl Menninger, “Anne, çocuğuna süt vermekle sevgisini gösterir. Sevgi için de işe fedakârlık yapmakla başlamalısınız. Bundan sonra fedakârlıkta bulunan sevgidir” demektedir. (Karl, Menninger, Nefret Karşısında Sevgi, Aşkın Anatomisi, s. 173.)

(...)

Said Nursî (...) eserlerinde, şefkatin pek geniş olduğunu, bir kişinin şefkat ettiği çocukları münasebetiyle bütün yavrulara, hatta ruh sahibi varlıklara sevgisini, şefkatini göstermesi gerektiğini ve böylece Allah’ın Rahim ismine bir çeşit “ayna” olduğunu ifade etmektedir. (Nursî, Mektubat, s. 35.)

Burada şefkat ve sevgideki “yayılmacı” özellik karşımıza çıkmaktadır. Bir kişi sadece çocuğunu seviyorsa, başka kimseyi sevmiyorsa bu şefkatin genel karakteriyle bağdaşmayan bir durumdur. (...) Ancak Said Nursî, şefkatin bir başka boyutuna da dikkat çekiyor ve şöyle diyor:

“Bu kahramanlığın inkişafı ile hem dünya hem de ebedî hayatını onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetli seciye inkişaf etmez. Veya su-i istimal edilir.” (Nursî, Lem’alar, s. 201.)

Burada Nursî, çocuklara karşı gösterilen şefkatin, yalnızca onların maddî ihtiyaçlarını gidermekle kalmayıp, manevî ihtiyaçları için de gerekli olduğuna dikkat çekiyor. İşte psikoloji şefkatin bu boyutuna temas etmemektedir. Nursî’ye göre, bir anne çocuğunu dünyevî tehlikelerden kurtarmaya çalıştığı halde, ahiretteki tehlikeden kurtarmaya çalışmazsa bu gerçek bir şefkat değildir. Yukarıdaki ifadeye göre bu, şefkatin suiistimalidir. Yanlış yöne kanalize edilmesidir. Said Nursî’nin ifadesine göre bu, çocuğu dünya hapsinden korumaya çalışmaktır, Cehennem hapsini ise nazara almamaktır. “Fıtri şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin’ diye şekva edecek. Dünyada da İslâmî terbiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki çok kusur eder. Bu yüzden hakîki şefkat suiistimal edilmemeli. Şefkati idam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya sarf etmeli. Bu durumda çocuk ahirette dâvâcı değil, duâcı olacaktır.” (Nursî, Lem’alar, s. 201-202.)

5. Risâle-i Nur’un bir prensibi olarak şefkat

Said Nursî, Risâle-i Nur’un dört esasından birisinin de şefkat olduğunu söylemektedir. Ona göre şefkat, insanı Allah’ın Rahim ismine ulaştırmaktadır. (Nursî, Sözler, s. 438.) Bediüzzaman’ın “acz, fakr, şefkat ve tefekkür”den oluştuğunu söylediği Risâle-i Nur mesleği, aşkı esas alan diğer mesleklerden daha umumidir ve cadde-i kübradır. Bu yolun cadde-i kübra olmasında “şefkatin çok büyük bir rolü” vardır. Aslında şefkat, acz, fakr ve tefekkürle de yakından ilişkilidir. Çünkü şefkat Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin bir tecellisidir. Rahmet ise acz ve fakr içindeki bütün canlı varlıkların yardımına koşmaktadır. Onların dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarını giderici bir özellik taşımaktadır. Allah’ın insanlara kâinattaki her şeyi musahhar etmesi, O’nun şefkatini göstermektedir. Onun bu şekildeki şefkati ise ancak tefekkür ile anlaşılacak bir durumdur. Bu durumda Risâle-i Nur’un en önemli bir esası olan şefkatin tefekkür ile yakından ilişkisi olduğu görülmektedir. Kur’ân da bizi, şefkatin tezahürleri olan ihsan ve ikramlar üzerinde düşünmeye teşvik ediyor. Said Nursî’nin bu esasları Kur’ân’a dayandırması da bu açıdan düşünülmelidir. Halbuki tasavvufun vahdet-i vücut boyutunda “aşk” sözkonusudur. Aşkta bir içe kapanma, sadece Allah’ın kendisine odaklanma ve O’nun kâinattaki isimlerinin tecellilerini görmezden gelme vardır. Yani Kur’ân’ın bizi teşvik ettiği tefekkür boyutu yoktur. Bu yüzden umumî değil, hususî kalmaktadır.

Said Nursî’ye göre şefkat, aşktan daha keskin, parlak, ulvî ve nezihtir ve pek geniştir. Bir kişi şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, canlı varlıklara şefkat duyar. Böylece Rahim isminin ihatasına bir nevi ayinedarlık eder. (Nursî, Mektubat, s. 35) Çünkü Allah’ın Rahim ve Rahman isimleri bütün insanlığı kapsıyor. Bu isimlerin tecellisi olarak Allah herkese ayırım yapmadan rızkını veriyor. Kendisine yönelen herkesi affediyor. Dolayısıyla bu isme mazhar olan kişi, sadece kendisini ve kendi çocuğunu değil, bütün çocukları, insanları ve varlıkları sevmek durumundadır. Tasavvufun “vahdet-i vücud” anlayışında esas alınan aşk ise, yalnızca sevilen kişiye nazarları hasretmeyi netice vermektedir. Bu anlayış herkesi ve her şeyi sevdiğine feda eder. Bu bakımdan aşkın her nevi bencilcedir. Diğer taraftan şefkat halistir, karşılık istemez. Halbuki aşk ücret ister. Mukabele talep eder. (Nursî, Mektubat, s. 35)

Risâle-i Nur vasıtasıyla Kur’ân’a talebe olan bir kişi, Rahim isminin tecellisine mazhar olarak, sadece kendisinin ve çocuklarının imanlarını kurtarmak için çaba sarf etmez. Tıpkı Nursî gibi, insanların yanıp tutuşan imanları karşısında gözünde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu olur. Böyle bir kişi yaptığı hizmetten de bir karşılık beklemez, ücret talep etmez. İhlâsla çalışır.

Şefkate mazhar olan kişiler, aynı zamanda affedici olurlar. Bu af hem iman kardeşleri içindir, hem de diğer insanlar içindir. Said Nursî’nin şefkatin bu tezahürünü hayatının her safhasında gösterdiğini görüyoruz. O, kendisine eziyet edenleri de affetmiştir.

Ona göre bir kimsenin hatasından dolayı onun yakınlarını ve içinde bulunduğu toplumu zarara uğratmak şefkatle bağdaşmaz. Bunun yanında bir insana sadece bir hatasından dolayı düşmanlık beslemek de şefkatin önemli bir boyutunu temsil eden sevgi ve kardeşliğe aykırıdır.

Şefkatin tezahürlerinden birisi de sabırdır. Anneler sabırlıdır. Çünkü onlarda şefkat mükemmel derecede yansımaktadır. Şefkate mazhar olan kişi de sabırlı olan kişidir. Bu musibetlere, karşılaştığı zorluklara karşı sabrı ifade etmektedir.

Sonuç

Tekrar baştaki tariflerden birisine dönecek olursak, şefkat eden kişi şefkat ettiği kişiyi sever ve onun başına bir şey gelmesinden korkar. Allah, Rahim ve Rahman isimleriyle şefkatli olduğunu gösteriyor. Yüce Allah bu mukaddes şefkati ile insanlar arasında ayırım yapmadan onların acz ve fakrlarına binaen her türlü ihtiyaçlarını gideriyor. Yarattığı şuurlu, akıllı ve irade sahibi insanların da rahmetinin tecellilerine ebedî olarak mazhar olmalarını istiyor. Bu yüzden onları azabıyla korkutup, Cennetiyle müjdeliyor. Burada insanın iradesi söz konusu olduğu için Yüce Allah’ın gösterdiği iki yoldan birini seçme özgürlüğü rol oynuyor. Ama Allah, insanın iradesiyle O’nun her şeyi kuşatan rahmet ve şefkatine mazhar olmalarını istiyor. İşte bu yüce şefkatin en güzel tezahürü annelerde gözüküyor. Annelerin şefkati halis, ücret taleb etmeyen, mükemmel, şartsız, bencil olmayan ve fedakâr ve cesur, sabırlı bir şefkat ve sevgidir. Annenin şefkatinin gerçek bir şefkat olması, onların şefkatlerini doğru bir şekilde kullanmalarına bağlıdır. Şefkati doğru bir şekilde kullanmak, üzerlerinde titredikleri çocuklarının sadece dünya hayatında tehlikelerden uzak kalmasına çalışmak değil, ebedî hayatlarının kurtulması için de gerekli fedakârlıkları yapmayı gerektiriyor. Risâle-i Nur’un ortaya koyduğu şefkat de Allah’ın mukaddes şefkat ve rahmetinin tecellisine mazhar olan annelerin karşılık beklemeyen şefkati gibi olmak durumundadır. Kur’ân’a talebe olan bir kimse insanlar arasında ayırım yapmamalı, herkese bu hakikatleri ulaştırmak için çalışmalı, onların imansız gitmelerinden korkmalı ve bu yüzden onlara şefkat etmeli, bencil davranmamalı, affedici ve sabırlı olmalıdır.

(Köprü Dergisinin 86.

sayısından kısaltılarak alınmıştır.)

Dr. Said YARGICI

23.03.2007


 

Namık Gedik (1911-1960 )

Demokrat Parti iktidarı boyunca öne çıkan isimlerden biri olmuştur. Asıl mesleği doktorluk olup 1950 yılından itibaren ölümüne kadar siyasette kalmış, birkaç kez Adnan Menderes tarafından bakanlığa getirilmiştir. Özellikle son İçişleri Bakanlığı döneminde sergilediği tutum ve uygulamaları dindar kesimi rahatsız etmiş ve şikâyetlere konu olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, çok ağır hasta olmasına rağmen Urfa’da kalmasına izin verilmemesi ve bu şehirden çıkarılmaya çalışılması, Namık Gedik’e karşı rahatsızlıkları daha da arttırmıştır. 27 Mayıs darbesinden sonra tutuklanmıştır.

Namık Gedik 1911 yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra tıp fakültesine girdi. Daha sonra dahiliye uzmanı olarak eğitimini tamamladı. Doktor olarak çalışmaya başladı. Başhekimlik yaptı. Yurtta başlattığı çalışmasını devam ettirdi ve daha sonra görevli olarak Çin’e gönderildi.

Gedik’in, Çin’de bulunduğu sırada ülkemizde çok partili hayata geçişin önemli bir adımı daha gerçekleşmekteydi. Yapılan ilk seçim şaibeli olmuş, gizli oy verme yerine açık oy, açık sayım yerine gizli sayımla bir seçim gerçekleşmiş ve bir süre daha CHP iktidarı devam etmişti.

Dünyada meydana gelen gelişmeler, ülkemizde iktidarı elinde bulunduranları da bazı değişiklikleri yapmaya zorlamış ve 1950’de yeni bir seçimin arefesine gelinmişti. İşte yapılacak bu seçimde, Çin’de görevini sürdürmekte olan Namık Gedik de aday gösterildi. 14 Mayıs 1950 seçimleri Demokrat Partinin ezici bir çoğunlukla seçimi kazanması yeni bir dönemi başlatmıştı. Bu partiden aday gösterilen Namık Gedik de Aydın’dan milletvekili seçilerek Meclise girme şansını elde etmişti.

1950 yılından itibaren aktif siyasete girip vekil seçilen Namık Gedik, Demokrat Partinin on yıllık iktidarı boyunca birkaç kez bakan olarak hükümette yer aldı. Muhalefetin en çok eleştiri alan bakanlarından biri oldu. Ayrıca, İçişleri Bakanı olarak görev yaptığı son bakanlığı döneminde icra edilen uygulamalar hem kendisi, hem de Demokrat Parti için ciddî rahatsızlıklara sebep oldu.

Namık Gedik, Risâle-i Nur’da ismi zikredilen siyaset ve devlet adamlarımızdan biridir. Özellikle Ezan-ı Muhammedî’nin aslına çevrilmesi ve insanî değerlerin eskiye oranla daha çok ön planda tutulması, vb. müsbet gelişmelere imza atan Demokrat Parti’nin icraatları Bediüzzaman Hazretleri tarafından övgüyle karşılandı. Değişik vesilelerle tebrik ve iltifatlarda bulundu:

“Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyet’in kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahallî yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim…” (Emirdağ Lâhikası, 1994, s. 449)

Demokrat Parti, iktidarının son yılında ciddî sıkıntılar yaşadı. İçişleri Bakanı olan Namık Gedik de bu sıkıntılardan nasibini almaktaydı. Bu arada Bediüzzaman’ın son günlerinde Urfa’yı tercih etmesi ve buraya gelmesi, sonrasında İçişleri Bakanı’nın sergilediği tutum ciddi eleştirilere sebep oldu. Vefatından bir iki gün önce Urfa’ya gelen Bediüzzaman hastalığından ötürü yerinden kalkacak durumda değildi. Buna rağmen başta vali ve emniyet amirlerinin kendisini şehirden çıkarmak için gösterdikleri çaba çok sert tepkilere sebep oldu. Tepkilere muhatap olan vali emrin içişleri bakanlığından geldiğini bildirince bu sefer de dikkatler bakana yöneldi.

Urfa’dan Ankara’ya çok sayıda telgraf yağmakta idi. Ankara’daki söz konusu gelişmeleri hatıralarında aktaran dönemin Demokrat Parti milletvekillerinden Gıyaseddin Emre, bizzat bakanla tartıştığını ve sergilediği tutumun yanlışlığını ilettiğini belirtmektedir. Gerek CHP’nin sert muhalefeti, gerek basının koparttığı yaygaralar Bakanı son derece ürkütmekte ve yanlış eylemlere sürüklemekteydi. Diğer taraftan darbe söylentilerinin giderek artması, bu söylentilerin bizzat Bakana da iletilmesi kendisini daha da tedirgin etmekte idi. Gıyaseddin Emre, Bakanın kendisine söylediklerini şu sözlerle aktarmaktadır:

“…’çok kalabalık olacak. Hâdiseler olacak. Görmüyor musun, Halk Partisi mensuplarının yaptıklarını?” Emre, bu görüşmeden sonra Bakanla arasının açıldığını da sözlerine eklemekte, ayrıca; “Tevfik İleri, Müslüman, mütedeyyin bir zattı... Namık Gedik, mutekid, ama ihmalkâr...” tesbitini de yapmaktadır. Emre, “Tevfik İleri, ‘Gel seni bir zatın ziyaretine götüreyim.’ diyor Namık Gedik’e. Tevfik İleri’nin gayesi; Gedik’in, Üstadı görmesi. Çünkü onu görüp de kalbine İslâmî bir his gelmemesi mümkün değil. Yani ben tahmin ediyorum ki, kilisedeki bir papaz gelip onu görse idi, belki Müslüman olurdu.” (Son Şahitler, 3. C., s. 279)

Bediüzzaman Hazretlerinin başta Adnan Menderes olmak üzere parti yöneticilerine hitaben yazmış bulunduğu mektuplar, Yassıada kayıtlarının incelemeye açılması ile birlikte, yeniden gündeme geldi. Çünkü Yassıada evrakları arasında Bediüzzaman Hazretlerine ait mektuplar da çıktı. Demokrat Parti’nin icraatlarını müteaddit defalar öven Bediüzzaman, son zamanlarda kendisi ve talebelerine yönelik uygulamalarından dolayı İçişleri Bakanı Gedik’ten şikâyetçi olmuştur. Çünkü, kendisine ev hapsi dahil büyük sıkıntılar yaşatılmıştır. 12 Ocak 1960 tarihi taşıyan mektupta şu ifadelere yer verilmiştir:

“Bütün muhalifler ve siyasiler her yerde ve her tarafta serbest olarak gezerlerken Ankara’dan gelen bir emirle, ‘Şimdi evinden dahi çıkmayacaksın.’ denilmesi bir haps-i münferit hükmündedir. Otuz senelik muhaliflerin yaptığı istibdat lehine bu vaziyet çok ağır geliyor…”

Bu mektup bizzat Başbakan’a Mustafa Sungur aracılığıyla iletilmiştir.

Bilindiği gibi 23 Mart 1960 tarihinde Bediüzzaman Hazretleri vefat etmiştir. Çok kısa bir süre sonra da 27 Mayıs darbesi gerçekleşti. Aralarında Namık Gedik de olmak üzere çok sayıda siyasetçi tutuklandı. Birçoğu onur kırıcı uygulamalara maruz kaldı. Bu uygulamalardan nasibini alanlardan birisi de Namık Gedik idi. Tutuklandıktan sonra birkaç gün Harp Okulu’nda tutuldu. 30 Mayıs’ta yapılan açıklamada, okulun penceresinden atlamak suretiyle intihar ettiği iddia edildi. Ancak bu iddianın doğruluğu hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Genel kanaat darbeciler tarafından öldürüldüğü şeklindedir.

23.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004