Olacağı buydu. 28 Şubat darbesinden beri bazı medya kuruluşlarına akreditasyon uygulanıyordu. Uygulama yanlıştı, hukuksuzdu, mesnetsizdi. Hiçbir objektif kritere sahip olmadığı için Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi Genelkurmay’a resmen müracaat etmiş ve “Akreditasyon kriterlerini açıklayın” demişti.
O gün bugündür cevap yok. Çünkü şu anki uygulama için makul bir gerekçe de bulun(a)mıyor, hukuki bir sebep de.
Çok azı müstesna, on yıldır süregelen akreditasyon uygulamasını bir kenara çekilip göz ucuyla seyrediyordu gazeteciler. Nasıl olsa kendilerine dokunan bir şey yoktu. En azından öyle düşünenler vardı. Bu kişilere göre askerin bazı basın yayın organlarını daha vatansever görmeleri ya da “dinci” bulmaları normaldi. Oysa hiçbir kimsenin bid başkasını topyekûn yargısız infaz yoluyla küçük düşürme hakkı yoktu; olamazdı da. Bilgi yanlışları ortadayken, yorum hataları bangır bangır bağırırken sessiz kalmayı tercih etti meslektaşlarımızın önemli bir bölümü.
Oysa haksızlık hudut tanımaz. Nitekim bu konuda da tanımadı. Bir de fark ettik ki sadece “İslamcı” diye yaftalanan medya kuruluşları değil; bütün gazete ve televizyonlar raporlanmış; daha açıkçası, akreditasyon bahanesiyle fişlenmiş. Eyvah ki ne eyvah! Bir ülkenin ordusu, bütün gazeteleri, bütün televizyonları tek tek fişler mi? Onlarca yazarın karşısına notlar düşülüp görevi kamuoyunu bilgilendirmek ve doğru analiz yapmak olan insanların itibarı ile oynanır mı? Demek ki olabiliyor. Çünkü bu şartları, bazı gazetelere yapılan haksızlığa gıkı çıkmayan gazetecilik hazırlıyor. “Karşıt görüş”ün başına geldiğinde ayrımcılığı kıs kıs gülerek seyredenler, bir gün işin dönüp dolaşıp kendilerine kadar uzanacağını tahmin edemiyor. Şimdi koparılan feryadın pek de kıymeti yok artık. Çünkü bugün verilen mücadele bir özgürlük talebinden ziyade kendini kurtarma çabası olarak algılanıyor.
Dünya ordularında akreditasyon nasıl?
Nokta Dergisi son sayısında tarihî bir gerçeği aydınlattı. Yayınladığı haberle kamuoyuna gösterdi ki Türkiye’deki bütün gazeteciler, çalıştıkları kuruluşlarla birlikte, fişleniyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı sanki tek bir duruş varmış; ya da hep bir ağızdan koro halinde haber ve yorum yapması gerekiyormuş gibi gazeteler tasnif edilmiş. Kriter maalesef objektif değil: TSK karşıtı veya TSK yanlısı gazeteciler. İkisinin ortası olamaz mı? Mesela bir gazeteci (bir insan) hem ordusunu sevip hem de canı kadar sevdiği ordusunun bazı konularda hatalı olduğunu düşünemez mi? Son “andıç”a göre hayır. Ya “yandaş” olmak gerekiyormuş ya da “karşıt”. Olacak şey değil. 2 bin yılı aşkın bir geleneğe sahip ordumuzun yapacağı bir hata değil bunlar. Çünkü mantıklı değil bu tasnif, makul değil bu tecrit, dengeli değil bu tefrik...
Aslına bakarsanız dünyanın pek çok ordusu habercilere akreditasyon uygular; ama bizdeki gibi değil. Askerî konular özel bir bilgi gerektirdiği için ordular, konuyla ilgili habercileri; yani savunma muhabirlerinden (defence desk) tercih eder. Askerî ihaleleri, savunma stratejilerini, orduya ait planlamaları vs. diğer birimlerde çalışan gazetecilerin tam anlaması mümkün değildir çünkü. Dolayısıyla ordu yetkilileri akreditasyon uygular ki teknik konulara vâkıf insanlar haber yapsın da yanlış bir anlama sonucu savunma gibi kritik ve uluslararası konularda sıkıntı yaşanmasın. İşte bu uygulama doğrudur ve bunun objektif kriterleri vardır.
Türkiye’deki akreditasyon uygulaması tamamıyla yanlıştır. Bu yanlışın dünyada örneği yoktur. Hukukî değildir. Çünkü hiçbir kişi devlete ait bir kurum tarafından ayrımcılığa tabi tutulamaz. Nokta’nın haberi haksız uygulamanın hangi boyutlara ulaştığını gözler önüne serdi. Akreditasyon uygulamasına sessiz kalmış meslektaşlarımın başına bunlar geldi diye sevinmiyorum. Tam aksine onları gayet iyi anlayabiliyorum. Yapılan muamelenin ne kadar haksız olduğunu bizzat tecrübe edenlerin “oh olsun, bu kadar sessiz kalmasaydınız” deme talihsizliği olamaz. Çünkü yanlış, her zaman yanlıştır. Bugün ona, yarın başkasına, ertesi gün bir başkasına. Kanunsuz uygulamalar meşruiyetini böyle elde eder. Bugünkü manzara fevkalade üzücüdür. Mesela “andıçlar”a göre muhafazakâr olmak bir suçtur. Anlamak mümkün mü bu mantığı. Mesela “darbeye karşı olmak” TSK karşıtı listede yer almak için yeterli bir sebep sayılıyor bu andıçta. Aman Allah’ım! Dünyaya rezil olmak için birileri oturup düşünse, bu absürd senaryoyu yazsa, herhalde bundan daha dip noktasını bulamaz.
İnanın; onlarca gazetecinin fişlendiğine dair haberler çıktığında istedim ki Genelkurmay derhal yalanlasın. Oysa yapılan açıklamada “soruşturma açıldı” deniyordu. Bazı gazeteler bu soruşturma meselesini “köstebek aranıyor” derekesine indiriverdi. Yani andıcı “sızdıranlar” aranıyordu. Son dönemde moda bu! Açıklan(a)mayan bir bilgiye, bir belgeye mi rastlandı, anında soruyorsun “kim sızdırdı bunları?”. Kim sızdırırsa sızdırsın, önce meselenin gerçekliğine bakmak gerekiyor, sonra köstebek kuşkusuna. Öyle olmadığında; bir de bazı “araştırmacı/soruşturmacı gazetecilik” her meselede köstebek aradığında kamuoyu “iyi de kardeşim, hırsızın hiç mi suçu yok” deyiveriyor. Haklılar. Lafı eğip bükmeye, dolaştırıp kördüğüm etmeye gerek yok. Ortada bir gerçek var; üstelik acı bir gerçek: Türkiye’deki bütün gazete ve televizyonlar ve bütün medya mensupları fiş-len-miş. Daha ötesi var mı bunun!
Son dedikodu da şuymuş: Güya “İslamcı” diye peşin hükümle yaftalananlar hakkında daha geniş ve ağır andıçlar varmış. Olabilir. Şu anki uygulama yeterince rencide etmiyor mu ki! Senaryo! Biri de kalkar “andıçlarda adı geçmeyenler için daha vahim andıç varmış” diyebilir. Ne değişir? İslamcı diye suçlanan insanlara ve onların çalıştığı kurumlara yapılan haksızlık zaten ortada. Daha ötesi hukukun büsbütün ayaklar altına alınması olur.
Bu musibetten hayırlı sonuç çıkar mı?
Son andıç musibeti yeni ve temiz bir sayfa açmaya vesile olabilir. Türk Silahlı Kuvvetleri köklü geleneği olan bir kurumdur. Bir yönüyle denebilir ki 28 Şubat gibi olağanüstü bir dönemde başlayan hatalardan arınmak için makul bir gerekçe çıkmıştır ortaya. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bu olaya el koyması, on yıldır süregelen akreditasyon uygulamasını dünyadaki objektif ve meslekî çerçeveye taşıması gerekiyor. İnsanların inanç ve ideolojilerine göre akreditasyon yapılmaz. Ordu, milletin ordusudur; yani ortak değeridir. Onun itibarı, halkın tamamına tanıdığı eşit itibar ile irtibatlıdır. O, insanlardan uzaklaşırsa, milletten uzaklaşmış olur. Nokta’nın haberiyle ortaya çıkan feci manzara tabii ki topyekûn TSK’ya mal edilemez; hatta normalleşme yolunda ilerleyen Türkiye’mizin bugünkü sürecine yakışmaz. 28 Şubat bir kâbustu; ordu için de öyleydi millet için de. Kâbus bitmiştir artık. Normalleşme treni kaçmadan herkes kendine ait hataları tamir etme imkanına sahiptir. Belki de son akreditasyon kazası buna vesile olacaktır; yoksa bu ülkenin demokratikleştiğine dair söylenen her söz boşluğa düşecektir. Şu anki durum hem ordumuzu hem medyamızı boşuna yıpratıyor. Değmez, inanın değmez...
Zaman, 12.3.2007
|