Türkiye yeniden “andıç” ve “basını fişleme” hadisesini tartışıyor. Nokta Dergisi’nin başarılı yayıncılığıyla haberdar olduğumuz bu konudan, Genelkurmay İletişim Daire Başkanlığı adlı bir birimin gazeteleri ve gazetecileri TSK yanlısı ve TSK karşıtı olarak tasnif ettiği, akreditasyon uygulamasına gittiği, bu şekilde itibarlılaştırma ve itibarsızlaştırma düşüncesi taşıdığını öğreniyoruz. Basın ve Yayın Kuruluşlarının Akreditasyon Yönünden İnceleme ve Değerlendirilmesi başlıklı belgenin, raporlama ve akreditasyondan ibaret olup olmadığını, yoksa başka faaliyetler için bir istihbarat hazırlığı niteliğinde olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Bir de bu rapora dahi alınmayan, zaten dışlanmış ve “TSK karşıtı” olarak görülen gazeteler söz konusu. Kim bilir onlar hakkında neler yazıldı? Ancak esasen hadise, kamuoyuna mal olduğu haliyle de vahimdir. Konuyu daha vahim hale getiren şey, Genelkurmay’ın işlem ortaya çıktıktan sonra, kamuoyundan özür dileyip ilgililer hakkında idari ve adli yola başvurulacağını açıklamamış olmasıdır. Genelkurmay’ın adli soruşturmasının, haberin basına kimin tarafından sızdırıldığına yönelik olması, olayın ciddiyetini arttırıyor. Çünkü buradan raporun hazırlanmasını meşru olduğu, raporu hazırlayanların bunu emirle hazırladığı, buna benzer raporların bundan sonra da hazırlanacağı, orduyu veya bir ordu mensubunu eleştirenin TSK karşıtı veya düşmanı olarak tasnif edilmesinin tasvip edildiği gibi anlamlar çıkıyor. Buradaki her bir anlam ifade hürriyetine, hukuk devletine, insan haklarına, demokrasiye ve sivil yönetime karşı bir sıkıntıyı ifade etmektedir.
HUKUK DEVLETİ İHLALİ
Bu haliyle haber, basit bir fişlemenin ötesinde sivil-asker ilişkilerinin, gazetecilerin bireysel haklarının, demokratik hukuk devleti sınırlarının ihlal edilmesi anlamına geliyor. Mesele, basında bu yönüyle de tartışılırken, iktidarıyla muhalefetiyle siyasetçilerin neredeyse sessiz kalması, Türkiye’nin hâlâ birinci sınıf bir demokrasi olamadığını ortaya koyuyor. Her vesileyle AB’yi suçlayanların, bu mesele karşısındaki suskunlukları ve ordunun buna benzer tavırlarının, Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki itibarına ve istikrarına verdiği zarar karşısındaki suskunlukları “TSK yanlıları”nın bu konulara bakış açılarını da ifşa etmektedir.
Türkiye, ordudan kaynaklanan bu tür hak ihlallerine uzun bir süredir şahit oluyor. 28 Şubat döneminde bazı generallerin, hazırlanan andıçlarda ordunun siyasete müdahalesine karşı çıkan sivil gazeteci ve insan hakları aktivistlerine karşı “psikolojik harp” yürütmek için yalan haberler düzenleyip yayınlattıkları biliniyor. Bu yalan haberleri takiben bazı gazetecilerin işine son verilirken, İHD Başkanı Akın Birdal menfur bir silahlı saldırı sonucu yaralandı. Bu andıçları hazırlayıp yayınlatanlar ise hâlâ yargılanmış değiller. Üstelik bu haksızlıklar karşısında, haksızlığa uğrayanlardan bir özür dahi dilenmiş değil. Bu andıçtan sonra
Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök zamanında İstanbul’da bir askeri birliğin “sosyetik fişleme” olarak tarihe geçen bir çalışma içinde olduğuna ilişkin haberler yayınlanınca, fişleme ortadan kaldırıldı, soruşturma açıldı ve Genelkurmay bu hadiseyi tasvip etmediğini açıkladı. Bundan bir süre önce, eski Jandarma Genel Komutanı ve halen Atatürkçü Düşünce Topluluğu Başkanı olan Şener Eruygur’un bakan, milletvekili ve bürokratları fişlettiğine ilişkin iddialar yayınlandı. Bu konu yargıya intikal etti ama, Genelkurmay herhangi bir açıklama yapmadı, özür dilemedi. Burada zikretmediğimiz benzeri birçok hadise, meselenin şahsi bir yanlışlık ötesinde, ne yazık ki kurumsallaştığını gösteriyor.
Bu konuya daha sonra dönmek üzere, bu kurumsal zihniyeti kristalleşmiş bir şekilde yansıtan iki örnek verelim. 28 Şubat dolayısıyla çıkan bir haberde, gazeteci İlnur Çevik’in Genelkurmay’a çağırılarak dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir tarafından uyarıldığı anlatılıyordu. Habere göre, Bir yandaşlarını beyaz-dost, karşıtlarını siyah-düşman olarak görüyor, arada olanlar için de gri diyerek, İlnur Çevik’i gri alandan beyaz alana geçebilmesi için, Erbakan aleyhtarı olmaya çağırıyordu. Çevik Bir’in herşeyi en çok ikiye ayırabilen zihniyeti ve donanımı başka vesilelerle de ortaya çıkmıştır. Bunlardan kamuoyuna malolan bir başkası da, türban konusundaki hak ihlallerine karşı özgürlükçü bir tavır alan Taha Akyol’a yapmaya kalkıştığı baskı sırasında görülmüştür. Türban yasağının desteklenmesi talebinde ısrar edilince, Taha Akyol bu konudaki sosyolojik verilerden hareketle türbanın gericiliği değil kadınların özgürleşmesini temsil ettiğini sosyolojik araştırmalara atıfla savunur. Akyol’un sosyologlarla görüşülüp görüşülmediğini sorması üzerine, Çevik Bir, sosyologlarla görüşerek zihinlerini bulandırmayacakları ve tereddüde düşmeyecekleri mealinde bir cevap veriyor. Tipik bir açık toplum düşmanlığı ve hürriyet korkusu barındıran, bu “kesin inançlı” tavır dogmatizmden kaynaklanmaktadır. Çevik Bir’den verdiğimiz bu örnekler, “münferit” olmanın ötesinde ne yazık ki, bir zümrenin bakış açısını yansıtıyor. Bu bakış açısı belli bir eğitimin, müfredatın, talimatnamelerin, teşkilatın ve ideolojinin sonucu olarak tezahür etmektedir. Bu bakımdan “TSK yanlısı” kalemlerden Mehmet Ali Kışlalı’nın ısrarla işaret ettiği üzere, TSK muvazzaf kadrosunun yetişme tarzı ve müfredatı incelenmeden, TSK’nın dünya görüşü ve tavrı anlaşılamaz. Tabii bu anlama ameliyesini takiben yapılması gereken, Kışlalı’nın tavsiye ettiği orduya göre tavır belirleyip sivil siyasetin sınırlarını daraltmak ve askeri vesayeti kabul etmek olamaz. Yapılması gereken şey, bu dünya görüşünü değiştirecek ve demokrasiyi esas alacak bir reformdur. Bu reformun perspektifi, demokratik rejimlerde sivil- asker ilişkilerinin tesisi, sivil demokratik yönetimin hakimiyetinin kesinlikle sağlanması, savunma harcamalarının ve faaliyetlerinin parlamenter denetiminin gerçekleştirilmesi olmalıdır.
Ordunun kendi dışındaki kurumlara ve sivillere bakışında, gerçekten endişe verici bir mantık sergileniyor. Esasen tehditleri tayin etme iradesine sahip olduğunu iddia eden ordu, sözde “Hakimiyet milletindir” dese de fiilen egemenliğin kendisine ait olduğunu da iddia etmiş olmaktadır. İç tehditten bahsetmek ise, vatandaşların ve yeri geldiğinde bazı kurumların “düşman” olarak görülmesi demektir ki, iç düşmanla mücadele etmenin yolu bir tür iç savaşı akla getirir. Bu bakış açısı, bir ülke için olabilecek en kötü şeydir. Bu yüzden ordunun, AB istikametinde gerçekleşen sivilleşme ve demokratikleşme reformlarına karşı çıkmayı bir yana bırakarak, bu çerçevede bir reforma yönelmesi gerekmektedir. Bu tür bir reform ise, sadece orduya bırakılamaz. TBMM, birinci sınıf demokratik ülkelerdeki modeller çerçevesinde, bu meseleyi ele almalıdır. Bu bağlamda Türk ordusu, demokratik NATO standartlarında yeniden yapılandırılmalıdır. Bütün NATO üyesi ülkelerinde protokolde Milli Savunma Bakanlarından sonra yer alan Genelkurmay Başkanlarının, Türkiye söz konusu olunca Milli Savunma Bakanı’nın önüne geçmesi garipliği ortadan kaldırılmalıdır.
ANDIÇ BAKIŞI ENDİŞE VERİCİ
İşin şaşırtıcı tarafı, Türkiye’nin tehditlerle karşı karşıya olduğunu iddia edenlerin, basını fişlemek ve hükümetten “müstakil “olduklarını açıklamak konusundaki gayretleridir. Bu gayretler, Türkiye’nin siyasetine müdahale niyetini açığa çıkarıyor. Ancak bu niyetin, iç ve dış şartlar düşünüldüğünde kısmetinin çıkmayacağı görülüyor. Ordunun 1908-1918 döneminde subayların siyasi fırkacılık yapmasından kaynaklanan problemleri kabul ederek, fırkacılıktan uzaklaşmayı kabul etmesi bu ülkeye muazzam insan, toprak ve kaynak kaybına mal olduktan sonra gerçekleşebilmiştir. 1960 sonrası askeri müdahalelerin yarattığı halen devam eden problem ve maliyetler karşısında ise, ordunun bu dönemden yeterince ders almadığı anlaşılıyor. Bu dersin, 1908-1918 yıllarındaki gibi ağır bir maliyete yol açmaması için Türkiye’nin bütün kurumlarının ve vatandaşlarının üzerine düşenleri yapması gerekiyor. İspanya, Portekiz ve Yunanistan ordudaki siyasete müdahale eğilimlerini cezalandırarak, cuntacılığı tasfiye ettikten sonra daha birinci sınıf demokrasi ve devlet olabilmişler, kazandıkları bu itibarla bugün gelişmiş ülkeler arasında yerlerini alabilmişlerdir. Çok değil, 15 yıl önce Doğu Bloku’nun kapalı toplum anlayışı içinde yaşayan Doğu Avrupa ülkelerinin açık toplum olma ve demokratikleşme istikametinde Türkiye’ye nispetle sergiledikleri başarılı performans, Türkiye’deki militarist anlayışın Türkiye’ye verdiği zararı net bir şekilde görmemizi sağlıyor. Siyah-beyaz ve gri dışındaki renkleri algılayamayan bir güvenlik sektörü, son tahlilde sadece özgürlüklere değil güvenliğe de büyük zarar verecektir. Türkiye’nin içinde çıkamadığı şiddet sarmalına bir de bu açıdan bakmakta fayda var. Bu son andıç, ordu ve polis ile istihbarat teşkilatlarının dahil olduğu güvenlik sektörünün, şeffaflık ve parlamenter denetimin esas alındığı büyük bir reformun kaçınılmazlığını sarih bir şekilde anlamamıza büyük bir hizmeti olmuştur.
Yeni Şafak, 12.3.2007
|
Olacağı buydu. 28 Şubat darbesinden beri bazı medya kuruluşlarına akreditasyon uygulanıyordu. Uygulama yanlıştı, hukuksuzdu, mesnetsizdi. Hiçbir objektif kritere sahip olmadığı için Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi Genelkurmay’a resmen müracaat etmiş ve “Akreditasyon kriterlerini açıklayın” demişti.
O gün bugündür cevap yok. Çünkü şu anki uygulama için makul bir gerekçe de bulun(a)mıyor, hukuki bir sebep de.
Çok azı müstesna, on yıldır süregelen akreditasyon uygulamasını bir kenara çekilip göz ucuyla seyrediyordu gazeteciler. Nasıl olsa kendilerine dokunan bir şey yoktu. En azından öyle düşünenler vardı. Bu kişilere göre askerin bazı basın yayın organlarını daha vatansever görmeleri ya da “dinci” bulmaları normaldi. Oysa hiçbir kimsenin bid başkasını topyekûn yargısız infaz yoluyla küçük düşürme hakkı yoktu; olamazdı da. Bilgi yanlışları ortadayken, yorum hataları bangır bangır bağırırken sessiz kalmayı tercih etti meslektaşlarımızın önemli bir bölümü.
Oysa haksızlık hudut tanımaz. Nitekim bu konuda da tanımadı. Bir de fark ettik ki sadece “İslamcı” diye yaftalanan medya kuruluşları değil; bütün gazete ve televizyonlar raporlanmış; daha açıkçası, akreditasyon bahanesiyle fişlenmiş. Eyvah ki ne eyvah! Bir ülkenin ordusu, bütün gazeteleri, bütün televizyonları tek tek fişler mi? Onlarca yazarın karşısına notlar düşülüp görevi kamuoyunu bilgilendirmek ve doğru analiz yapmak olan insanların itibarı ile oynanır mı? Demek ki olabiliyor. Çünkü bu şartları, bazı gazetelere yapılan haksızlığa gıkı çıkmayan gazetecilik hazırlıyor. “Karşıt görüş”ün başına geldiğinde ayrımcılığı kıs kıs gülerek seyredenler, bir gün işin dönüp dolaşıp kendilerine kadar uzanacağını tahmin edemiyor. Şimdi koparılan feryadın pek de kıymeti yok artık. Çünkü bugün verilen mücadele bir özgürlük talebinden ziyade kendini kurtarma çabası olarak algılanıyor.
Dünya ordularında akreditasyon nasıl?
Nokta Dergisi son sayısında tarihî bir gerçeği aydınlattı. Yayınladığı haberle kamuoyuna gösterdi ki Türkiye’deki bütün gazeteciler, çalıştıkları kuruluşlarla birlikte, fişleniyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı sanki tek bir duruş varmış; ya da hep bir ağızdan koro halinde haber ve yorum yapması gerekiyormuş gibi gazeteler tasnif edilmiş. Kriter maalesef objektif değil: TSK karşıtı veya TSK yanlısı gazeteciler. İkisinin ortası olamaz mı? Mesela bir gazeteci (bir insan) hem ordusunu sevip hem de canı kadar sevdiği ordusunun bazı konularda hatalı olduğunu düşünemez mi? Son “andıç”a göre hayır. Ya “yandaş” olmak gerekiyormuş ya da “karşıt”. Olacak şey değil. 2 bin yılı aşkın bir geleneğe sahip ordumuzun yapacağı bir hata değil bunlar. Çünkü mantıklı değil bu tasnif, makul değil bu tecrit, dengeli değil bu tefrik...
Aslına bakarsanız dünyanın pek çok ordusu habercilere akreditasyon uygular; ama bizdeki gibi değil. Askerî konular özel bir bilgi gerektirdiği için ordular, konuyla ilgili habercileri; yani savunma muhabirlerinden (defence desk) tercih eder. Askerî ihaleleri, savunma stratejilerini, orduya ait planlamaları vs. diğer birimlerde çalışan gazetecilerin tam anlaması mümkün değildir çünkü. Dolayısıyla ordu yetkilileri akreditasyon uygular ki teknik konulara vâkıf insanlar haber yapsın da yanlış bir anlama sonucu savunma gibi kritik ve uluslararası konularda sıkıntı yaşanmasın. İşte bu uygulama doğrudur ve bunun objektif kriterleri vardır.
Türkiye’deki akreditasyon uygulaması tamamıyla yanlıştır. Bu yanlışın dünyada örneği yoktur. Hukukî değildir. Çünkü hiçbir kişi devlete ait bir kurum tarafından ayrımcılığa tabi tutulamaz. Nokta’nın haberi haksız uygulamanın hangi boyutlara ulaştığını gözler önüne serdi. Akreditasyon uygulamasına sessiz kalmış meslektaşlarımın başına bunlar geldi diye sevinmiyorum. Tam aksine onları gayet iyi anlayabiliyorum. Yapılan muamelenin ne kadar haksız olduğunu bizzat tecrübe edenlerin “oh olsun, bu kadar sessiz kalmasaydınız” deme talihsizliği olamaz. Çünkü yanlış, her zaman yanlıştır. Bugün ona, yarın başkasına, ertesi gün bir başkasına. Kanunsuz uygulamalar meşruiyetini böyle elde eder. Bugünkü manzara fevkalade üzücüdür. Mesela “andıçlar”a göre muhafazakâr olmak bir suçtur. Anlamak mümkün mü bu mantığı. Mesela “darbeye karşı olmak” TSK karşıtı listede yer almak için yeterli bir sebep sayılıyor bu andıçta. Aman Allah’ım! Dünyaya rezil olmak için birileri oturup düşünse, bu absürd senaryoyu yazsa, herhalde bundan daha dip noktasını bulamaz.
İnanın; onlarca gazetecinin fişlendiğine dair haberler çıktığında istedim ki Genelkurmay derhal yalanlasın. Oysa yapılan açıklamada “soruşturma açıldı” deniyordu. Bazı gazeteler bu soruşturma meselesini “köstebek aranıyor” derekesine indiriverdi. Yani andıcı “sızdıranlar” aranıyordu. Son dönemde moda bu! Açıklan(a)mayan bir bilgiye, bir belgeye mi rastlandı, anında soruyorsun “kim sızdırdı bunları?”. Kim sızdırırsa sızdırsın, önce meselenin gerçekliğine bakmak gerekiyor, sonra köstebek kuşkusuna. Öyle olmadığında; bir de bazı “araştırmacı/soruşturmacı gazetecilik” her meselede köstebek aradığında kamuoyu “iyi de kardeşim, hırsızın hiç mi suçu yok” deyiveriyor. Haklılar. Lafı eğip bükmeye, dolaştırıp kördüğüm etmeye gerek yok. Ortada bir gerçek var; üstelik acı bir gerçek: Türkiye’deki bütün gazete ve televizyonlar ve bütün medya mensupları fiş-len-miş. Daha ötesi var mı bunun!
Son dedikodu da şuymuş: Güya “İslamcı” diye peşin hükümle yaftalananlar hakkında daha geniş ve ağır andıçlar varmış. Olabilir. Şu anki uygulama yeterince rencide etmiyor mu ki! Senaryo! Biri de kalkar “andıçlarda adı geçmeyenler için daha vahim andıç varmış” diyebilir. Ne değişir? İslamcı diye suçlanan insanlara ve onların çalıştığı kurumlara yapılan haksızlık zaten ortada. Daha ötesi hukukun büsbütün ayaklar altına alınması olur.
Bu musibetten hayırlı sonuç çıkar mı?
Son andıç musibeti yeni ve temiz bir sayfa açmaya vesile olabilir. Türk Silahlı Kuvvetleri köklü geleneği olan bir kurumdur. Bir yönüyle denebilir ki 28 Şubat gibi olağanüstü bir dönemde başlayan hatalardan arınmak için makul bir gerekçe çıkmıştır ortaya. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bu olaya el koyması, on yıldır süregelen akreditasyon uygulamasını dünyadaki objektif ve meslekî çerçeveye taşıması gerekiyor. İnsanların inanç ve ideolojilerine göre akreditasyon yapılmaz. Ordu, milletin ordusudur; yani ortak değeridir. Onun itibarı, halkın tamamına tanıdığı eşit itibar ile irtibatlıdır. O, insanlardan uzaklaşırsa, milletten uzaklaşmış olur. Nokta’nın haberiyle ortaya çıkan feci manzara tabii ki topyekûn TSK’ya mal edilemez; hatta normalleşme yolunda ilerleyen Türkiye’mizin bugünkü sürecine yakışmaz. 28 Şubat bir kâbustu; ordu için de öyleydi millet için de. Kâbus bitmiştir artık. Normalleşme treni kaçmadan herkes kendine ait hataları tamir etme imkanına sahiptir. Belki de son akreditasyon kazası buna vesile olacaktır; yoksa bu ülkenin demokratikleştiğine dair söylenen her söz boşluğa düşecektir. Şu anki durum hem ordumuzu hem medyamızı boşuna yıpratıyor. Değmez, inanın değmez...
Zaman, 12.3.2007
|
Bir kurum kendini ‘norm belirleyici’ olarak tanımladığı sürece eleştiriye de kendini kapatır ve bu süreçten de önce ülke bütünü ama hemen sonra da kurumun kendisi olumsuz etkilenir diye düşünüyorum.
Nitelik sorunu nasıl ortaya çıkıyor?
TSK’nın kendine özgü fonksiyon tanımlaması olarak gördüğüm birinci sorunun hemen arkasından ve türev olarak gelen ikinci sorun da her eleştiriye ve evrensel tanımlara kapalı kurumun kaçınılmaz olarak içine düşebileceği nitelik sorunu.
Toplumda yaygın bir inanış askeri eğitim süreçlerinin sivil eğitim süreçlerinden daha nitelikli olduğuna yönelik.
Anaokulundan doktoraya kadar sivil eğitim süreçlerinin ülkemizde bırakın dört dörtlük olduğunu, iyi olduğunu dahi söylemek pek mümkün değil.
Ama, bileşik kaplar mantığında olduğu gibi, askeri eğitim süreçlerinin de sivil eğitim süreçlerinden iyi olduğunu ileri sürmek de pek kolay değil.
Çevremiz maalesef bu yargımı hem sivil hem de militer eğitim süreçleri için kanıtlayacak sayısız örneklerle dolu.
Emekli olduktan sonra TV ekranlarında sıkca gördüğümüz emekli askerlerin küreselleşme sürecinde ortaya çıkan kimi yapılanmaları, almış oldukları dış eleştiriye kapalı ve ulus-devlet mantığı ile yoğrulmuş eğitim anlayışları nedeni ile çok net kavradıklarından hep kuşku duydum.
İkinci Körfez Savaşı öncesi çok üst düzey emekli kurmayların TV ekranlarından öğrendiğimiz öngörülerinin nasıl yanlış çıktığını bütün Türkiye çok iyi hatırlıyor.
Bu yazı tesadüfen 12 Mart günü yayınlanıyor; 36 sene öncesini ve yaşananları hatırlayanlar ne demek istediğimi daha iyi değerlendireceklerdir.
Daha yakın tarihleri, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı zikretmeye bile gerek yok.
Sözün özü
Yaşadığımız coğrafyada ordumuz çok önemli bir kurum ve bu kurumun hem ülkemizin hem de kendi yapılanmasının kaçınılmaz gerekleri olarak tanımını evrensel kriterlere çekmesi, kuruma yöneltilen eleştirileri ‘TSK karşıtlığı’ gibi algılamaması, eğitimine ve terfi kriterlerinde liyakata mutlaka daha çok önem vermesi gerekiyor.
TSK mensuplarının iddialarının aksine Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığı’na bağlanarak evrensel fonksiyon tanımı doğrultusunda bir adım atması, tüm YAŞ kararlarının yargı denetimine açılmasına itiraz etmeyerek yargısal denetim ve eleştirinin nimetlerinden yararlanması, tekrar ediyorum, önce ülkemizin geleceği ama hemen sonra da TSK’nın daha az siyasal ama daha fazla militer etkinlik kazanması için zorunlu gibi gözüküyor.
Star, 12.3.2007
|