Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Andıç, yurtdışında nasıl karşılandı?

Genelkurmay kaynaklı “andıç haberi” medyada patladığında yurtdışında uluslararası ilişkiler alanında büyük üne sahip bir üniversitedeydim. Haliyle konu gündeme geldi ve yabancı uzmanların soru ile yorumlarına muhatap oldum.

Bugün size aldığım tepkileri ve vermeye çalıştığım cevapları nakledeceğim:

***

Her şeyden önce belirtmem gerekir ki; Türkiye ve Ortadoğu’yu fazla tanımayan öğretim üyeleri, andıcın ne demek olduğunu, askerin gazetecileri “bize karşı” ve “bizden yana” olarak ayırt etmesinin ne anlama geldiğini bir türlü anlayamadılar. Onlara uzun uzun açıklamalar yapmak zorunda kaldım.

“Askerin siyasete müdahalesine” karşı olduğum için “olumsuzlar listesinde” yer almamı ise hiç kavrayamadılar. “Zaten bütün gazeteciler, askerin siyasete müdahalesine karşı değiller mi?” diye sordular. Bu soru bana, askerin “olumlular listesi”nde yer verdiği gazetecilere, ister istemez büyük kötülük yaptığı duygusu verdi. Onların da diğer listedekiler kadar demokrat olduğunu, ama laikliğin korunması konusunda hassasiyetlerimizin farklı olduğunu, sadece demokrasiye uymayan bir analiz yöntemiyle “cici adam-kaka adam” ayrımı yaptığını anlatmaya çalıştım.

***

Türkiye’yi tanıyan ve takip eden araştırmacılar, Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olma gayretleri ile andıcın medyaya sızışını birlikte değerlendirdiler. Onlara Genelkurmay’ın soruşturma açtığını söyledim. Birisi, son MGK toplantısı öncesi gündemle ilgili yine Genelkurmay’dan bir sızma olduğunu, yine soruşturma açıldığını hatırlattı ve o soruşturmanın akıbetini sordu. Soruya cevap veremedim.

Bir araştırmacı, Genelkurmay’ın muazzam disiplinli bir kuruluş olduğunu, üst üste gelen sızmaları nasıl karşıladığımı sordu, bu soruya da cevap veremedim.

“Olumsuzlar” listesinde yer alan gazetecilerin, bugün AKP’yi oluşturan siyasilerin özgürlükleri gasp edildiğinde nasıl tavır aldıklarını sordular. Çoğunun, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bu kişilere sahip çıktıklarını söyledim. “Peki AKP’li siyasiler bu andıca ne tepki verdiler?” diye sordular. Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hiçbirinin herhangi bir tepki vermediğini, hepsinin askeri terimle arazi olduklarını söyledim. “Maalesef, AKP’nin demokrasi anlayışı, kendi demokratik haklarıyla kısıtlı” diye ilave ettim. “Milletler layık oldukları idarelere kavuşurlar” sözünü anımsayarak “Galiba hükümetler de hak ettikleri muameleye kavuşuyorlar” diye düşünmeden de edemedim.

Ertesi gün Başbakanlık’ta ortaya çıkan andıç sorgulandığında, bu andıcın da yine “demokrasiye uymayan bir analiz yöntemiyle” hazırlanmış olabileceğini söyledim, her iki metindeki cümlelerin basitliğine dikkat çektim. Birisi, “Genelkurmay andıcının hemen ertesi günü diğer andıcın ortaya çıkması tesadüf mü?” diye sordu. Bir süre insanlar, bu kişiye “Sen bu kadar saf mısın!” diye sorgulayan ifadelerle baktılar. Soru sahibi hınzır hınzır gülümseyince biz de gerilen yüz kaslarımızı gevşettik.

***

“Tekrar darbe olur mu?” sorusu ise canımı acıttı.

Hürriyet, 11.3.2007

Cüneyt ÜLSEVER

12.03.2007


 

Askerî darbenin halkla ilişkileri

İtibarını yöneten, imajını denetim altında tutmaya çalışan özel, kamu, ya da kâr amacı gütmeyen bir kurumun “medyayı yakın takibe” alması kadar doğal bir şey yok. Bu konu halka ilişkiler yönetiminde standart bir uygulama... Bugün dişe dokunur herhangi bir halkla ilişkiler şirketinin kapısını çalın, bilgisayarlarını kontrol edin köşe yazarlarının, program yapımcılarının, sunucuların tamamının marka bazında “olumlu”, “olumsuz”, “nötr” olarak fişlendiğini görürsünüz. Hatta her köşe yazarının karakter özellikleri de “fazla üstüne gitmeyin sinirlenir, randevu asla vermez, hoş sohbettir kişisel ilişkileri sever” şeklinde yanına not olarak düşülür. Halkla İlişkiler yöneticileri ellerindeki bu “fişlere” göre stratejik plan hazırlarlar ve zaman içinde “ikna” yoluyla köşe yazarlarını, “olumlu” tarafa çekmeye çalışırlar. Ama “satın” alarak, “tehdit” ederek değil.

Kimi zaman bu bilgilendirme yoluyla yapılır, kimi zaman ilgilenme, onun değer verdiği konulara özen gösterme dikkate alma yoluyla... Zaman içinde geliştirilen kişisel dostluklarla, değer verme ile... (Tabii ki yazarı, televizyon programcısını ikna edemediği için reklam yatırımlarını baskı aracı olarak kullanıp “özel sektör andıcı” yoluyla yazar attıranlar da yok değil!) Eğer çağdaş anlamda “halkla ilişkilerden” söz ediyorsak Genelkurmay’ın da TSK’nın itibarını, imajını korumak için aynı şekilde davranması, medyayı değerlendirmesi kaçınılmaz. TSK ile ilgili “olumlu”, “olumsuz” “nötr” düşünenler sınıflandırılacak, yanlış inançlar ve bilgiler gözden geçirilecek ve daha sonra da bir stratejik plan dahilinde yazarın, çizerin, medyanın görüşleri lehte değiştirilmeye çalışılacak.

Bu tür planlardan da normal şartlarda kimsenin haberi olmayacak... Genelkurmay’ın ilk hatası, böyle özel bir değerlendirmeyi gizli tutacak önlemi almaması. Eğer Genelkurmay’da böyle stratejik belgenin “iletişim yönetimi “ açısından önemini kavramayan varsa ortada ciddi bir sorun var demektir. Genelkurmay’ın ikinci hatası böyle bir değerlendirmenin kavramsal çerçevesi konusunda özensiz davranması ve son derece “yetersiz” kişilerle çalışması. Benim okuduğum değerlendirmeyi halkla ilişkiler birinci sınıf öğrencisi yapsa sınıfta bırakırım. Bu kadar kötü bir “halkla ilişkiler değerlendirme raporu” olabilir. Bu kadar kötü analiz yapılabilir, bu kadar kötü sözcüklendirme yapılıp, bu kadar “sığ” sonuçlara ulaşılabilir ve Genelkurmay bu kadar zor duruma düşürülebilir. Bir kurum teknik açıdan doğru işi yapıp, uygulamada ancak bu kadar boğulabilir. Rapor içeriği gerçekten tam bir facia... Sorarım size Genelkurmay’ın gazetecileri “darbeye karşı olanlarla karşı olmayanlar” diye ayırdığı ortaya çıkarsa “Ya siz TSK’nın mı yoksa askeri darbenin halkla ilişkilerini mi yapıyorsunuz” sorusuna nasıl yanıt verilir? Böylesine bir sınıflandırma sonucunda amaç ne ki? Neyin alt yapısı hazırlanıyor? Darbeye karşı olanlara gidip darbenin faziletleri mi anlatılacak!

Bugün, 11.3.2007

Ali Atıf BİR

12.03.2007


 

İrtica değil, faşizm!

Evet, tehlikenin farkındayım. Bugün Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu yakın tehlikenin irtica değil, faşizm ya da faşizan bir otoriter rejim olduğunu düşünüyorum.

İrtica ve bölücülük bağrışları arasında, kolu kanadı zaten kırık demokrasi ve hukuk devletinin kuşatma altına alınmak istendiğini uzunca bir zamandır biliyorum.

“İrtica geliyor, Türkiye bölünmek isteniyor!” sloganlarıyla ulusalcı-milliyetçi bir dalga kabartılıyor.

Örgütlenmeler, özellikle paramiliter yapılanmalar bunun için...

Kuran’a, bayrağa, silaha el basarak edilen yeminler, yapılan ayinler bunun için...

Ayrıca, bütün bu örgütlenmelerin hemen hepsinde birçok emekli askerin, paşanın yer aldığı da dikkati çekiyor.(*)

İlginç değil mi?

Avrupa Birliği’ni sevmiyorlar. Kürt sözcüğünden hiç hoşlanmıyorlar. Kürt sorunu, Ermeni meselesi deyince fena oluyorlar. Kıbrıs’ta çözüm diyenlere kötü gözle bakıyorlar.

Bütün bu konuları gündeme getirenler ise kötü kişi, onların dilinde iki sözcükle anılıyorlar:

Vatan haini!

Bu bir kuşatma harekâtı!

Hiç kuşkunuz olmasın aynen böyle. İrtica ve bölücülük perdesi altında demokrasi, hukuk devleti, hak ve özgürlükler kuşatılmak isteniyor.

Tıpkı bir zamanlar, Soğuk Savaş döneminde komünizm geliyor diye yapıldığı gibi...

Türkiye bu oyuna gelecek mi?

Bilemiyorum.

Hrant Dink suikastı, Türkiye’de demokratik değerlerin, hak ve hukukun ulusalcı-milliyetçi bir dalga kabartılarak, karanlık bir perdenin altında boğulmak istendiğini bana daha beter düşündürmeye başladı.

Bir sürü belirtiye, özellikle bazı paramiliter örgütlenmelere bakarak Türkiye’nin geleceğini rehin almak isteyen bir zihniyetin gitgide suyun yüzüne vurduğunu görüyorum.

Bakın bir akademisyen, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Hasan Bülent Kahraman ne diyor:

“Türkiye’nin faşizme doğru ilerlediği konusunda beş altı yıldır kitaplarımda yazıyorum. Türkiye aklını başına toplamalı. Yoksa 1975-80 arasında ne yaşadıysa onu yaşar. O beş yılda kan, barut ve gözyaşı yaşandı, beş bin kişi öldü. (...) Milliyetçiliğe kaymış bir Türkiye’yi Avrupa taşımaz. Böyle bir Türkiye’yi Ortadoğu taşır ancak. Biz de Ortadoğu neyse o oluruz. Zaten milliyetçilik de Türkiye, Avrupa yolunda yürümesin diye parlatılıyor.”

Bir başka akademisyen, Gazi Üniversitesi’nden Prof. Levent Köker’in görüşleri şöyle:

“Türkiye birçok bakımlardan 1920’lerin, 30’ların Almanya’sına, o ruh haline benziyor. Türk milletinin her taraftan düşmanlarla sarıldığı kabulü var. Bu hissiyatın yerleşmesine devlet yetkilileri de katkıda bulunuyor. Türkiye’de faşizme yatkın, yaygın bir ruh hali var. Orta sınıflardan başlayarak sokaklara, lümpen kitlelere yayılan bir ruh hali bu. Ve bir de bizim faşizme yatkın özellikler taşıyan bürokratik, otoriter devlet geleneğimiz var. Bu gelenek o zihniyetle birleşirse, Türkiye’de faşist bir dönem doğurabilir. Faşizme karşı teyakkuz halinde olmak gerekir.”

Prof. Köker devam ediyor:

“Türkiye Avrupa Birliği’nden koptuğu anda, faşist rejime dönüşme tehlikesi hemen realize olabilir ve çok partili rejim bitebilir. Böyle bir tehlike var. Bunun için illa darbe olması gerekmiyor. Bir popülist diktatörlük şeklinde de gelebilir faşizm. Amerika ve AB ile ilişkiler, Türkiye’deki milliyetçi zihniyetle geriliyor. İkisinin de Türkiye’yi böleceği söyleniyor. Eğer Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkisi bozulursa, AB üyeliği ile ilişkisi imkânsızlaştı diye Türkiye reformlardan büsbütün vazgeçerse ve bu durum finansal bir krize dönüşürse, Türkiye’nin faşizmden başka yolu kalmaz. Türkiye otoriter bir rejime, askeri veya sivil diktatörlüğe kayabilir.”

Bir başka akademisyen, Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Ayşe Kadıoğlu’nun söylediklerine gelince:

“Hemen her yerde milliyetçilik konuşuluyor. Sanki yeni bir şey keşfedilmiş gibi bir hava var. Televizyon kanalları, gazete köşeleri milliyetçilik temasına teslim olmuş durumda. Oysa, artık içinde yaşadığımız siyasal dinamikler daha ziyade faşizmden söz etmeyi gerektiriyor.

Neden mi?

Çünkü bugün Türkiye’de içinde bulunduğumuz ortam, 1920’lerin Almanya’sına çok fazla benziyor. Bu benzeşmenin ana hatlarını iki noktada ele almak mümkün. İlk olarak milliyetçiliğin etnik bir temelde ele alınması, ikinci olarak da paramiliter örgütlenmelerin önü alınamaz bir şekilde yükselişe geçmesi...”(**)

Evet, yakın tehlikenin farkındayım:

İrtica değil faşizm!

——————-

* Bu konuda ayrıntılı bir haber-araştırma, Radikal’in 17 Şubat 07 tarihli sayısının 8. sayfasında yayımlandı.

** Hasan Bülent Kahraman’la Levent Köker’in konuşmaları, Radikal, 19 Şubat ve 26 Şubat 07 tarihli Neşe Düzel röportajları; Ayşe Kadıoğlu’nun yazısı, 18 Şubat 07 tarihli Radikal İki.

Milliyet, 11.3.2007

Hasan CEMAL

12.03.2007


 

Silâhlı Kuvvetlerin çağdaş tanımı

Lütfen TSK’nın her türlü hatadan, sorundan münezzeh, ari, soyutlanmış bir kurum olduğunu söylemeyelim, bu hiç bilimsel bir yaklaşım olmaz.

Her kurumun meseleleri vardır; bu meseleler açık yüreklilikle tartışıldığı ölçüde o kurumlar bu süreçten kazançlı çıkarlar, bu temel gerçeği aklımızdan çıkarmayalım.

Nokta dergisinin 8 mart tarihli sayısında yayınlanan yeni andıç vari çalışma basında daha ziyade etik ve basın özgürlüğü çerçevesinde tartışıldı ve tartışılıyor.

Temel sorun askerin kendini tanımlama biçimi değil mi?

(...)

Sayın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın da karşı çıkmadığı küreselleşme sürecinin temel özelliklerinin başında kamusal alan ve bu alan içinde mevcut kurumların küresel bazda benzeşme hatta aynılaşmasının kaçınılmaz gereği geliyor; TSK’nın temel tanımı ve rolü de bu sürecin dışında kalamaz, kalmayacak, zaten de kalmamalı.

Normal bir ülkede, silahlı kuvvetler, ordu dediğimiz bu çok yaşamsal kurum vatandaşların ödediği vergiler karşılığında yine vatandaşlara dış güvenlik kamu hizmeti sunan ve mensupları bu hizmet karşılığında vergi mükelleflerinden maaşlarını alan bir dış güvenlik kamu hizmeti üretim kurumu.

Bu tanım yaşadığımız çağda tüm çağdaş ülkelerin benimsediği bir tanım; tanım, aralarında hala bu temel çerçeve ile sorunlu olanlar varsa, bir süre sonra benimsemek zorunda kalacakları bir düzgün, normal tanım.

Bu tanımı benimsemek doğal olarak şart değil ama o zaman çağın ve çağdaş entegrasyon süreçlerinin dışında kalmak da bir ölçüde mukadder.

Ben bu sürece bugüne kadar normal çizgilerin dışında kalmış ülke ve kurumların normalleşme süreci adını vermeyi tercih ediyorum.

Bu yeni tartışmaya ‘asker, TSK karşıtlığı’ gibi anlamsız bir kavram da damgasını vurdu; yukarıdaki standart ama doğru tanım çerçevesinde zaten şayet felsefi anlamda anti militarist ya da silahlı bir suç örgütü üyesi ya da sempatizanı değilseniz normal bir vatandaşın kendine dış güvenlik hizmeti üreten bir kamu hizmeti üretim birimine karşı olması da düşünülemez.

Sözün özü

Benim kişisel kanım bugün ülkemizde talihsiz bir biçimde tartışılan ‘TSK karşıtlığı’ kavramının yine TSK’nın kendine göre oluşturduğu ve standart tanımın sınırlarını çok zorlayan tanımdan kaynaklandığı yönünde.

Bir kurum, mesela TSK, üstelik toplumun ödediği vergilerle kendini finanse ederken, kendini tüm bir toplumun üzerinde ve kurtarıcı, koruyucu, kollamacı ve norm saptayıcı olarak tanımlarsa orada ‘karşıtlığın’ ürememesini beklemek çok anlamlı değil.

TSK’yı ve sivil-asker ilişkilerini standart, çağdaş tanımına çekmek topluma ve en başta da çok önemli bir kurum olan TSK’ya rahatlık sağlayacaktır.

TSK’nın ve ülkemizdeki sivil-asker ilişkilerinin temel sorunu bu tanım meselesinden kaynaklanıyor.

Star, 11.3.2007

Eser KARAKAŞ

12.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004