Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Güzel yorumlayan dinden lezzet alır

İslâm çizgisinde yaşamanın beraberinde getirdiği en önemli sıkıntılardan biri çok aşırı hassasiyetin getirdiği takıntılar ya da vesveselerdir. İstenmeyen ve rahatsızlık veren alışkanlıklardan kurtulmanın en etkin yolu bu alışkanlıkları terk etmekten çok olumlu bir yöne kanalize etmektir.

İnatçılığınızı mânevî hizmetlerde sebat şeklinde, kıskançlığınızı olumlu yönde bir rekabet ve iyilikte yarış şeklinde, kısacası bütün kötü alışkanlıklarınızı ve istemediğiniz davranışlarınızı kendileri ile uyumlu olumlu bir şekle dönüştürebilirsiniz. Bunu, terk etmeye çalışmaktan çok daha kolay bir şekilde başarabilirsiniz. Özellikle İslâm dini çerçevesinde yaşamanın temel felsefesi, esneklik, her hâle genel prensipler çerçevesinden, çizgiden çıkılmayacak şekilde uyum sağlamak ve her işin bir kolayını bulma yönüne gitmektir. Çok keskin değişmez ve katı kurallar oldukça sınırlı ve ferdin hayatını sıkıntıya sokmayacak şekildedir. Bütün dinler ve hepsinin temel kaynağı olan İslâm gerek sosyal hayatta ve ferdi hayatta kurallarını yerleştirirken ve gerekse uygulamalarında insan psikolojisini nazara alan bir esneklik hali hep gözlenmektedir. Bütün fiillerin şekli kısmı bir çerçeve çizmek açısından önemli olmakla birlikte o fiilin aslını ve özünü teşkil eden mânâlar ve bu anlamda Rabb-ı Kerim ile kul arasındaki sıcak ve samîmî ilişki ve muhabbet bağlantısı hep ön plandadır. Bu anlamda Âlemlerin Rabbi’ne karşı içten olmak, samîmî olmak, O’na muhabbetini her şeyin üstünde tutabilmek çok önemlidir. Bu yönüyle bakıldığında amellerin, yani kulluğu ifade amacı ile işlenen fiillerin niyetlere göre hüküm alması daha iyi anlaşılacaktır. Bu kesinlikle, kulluk vazifelerini yapmadan “Benim kalbim temiz” türünden ifadelerle ibadetlerde tembellik ya da umursamazlık anlamına gelmez. Zaten, işin aslını samimiyet oluşturacaksa bu tavırların hiç birinde gerçek samimiyetin olduğundan bahsedilemez. Gerçek samimiyet, elinden gelen hassasiyet içinde kulluk vazifelerini yerine getirip bunun ardından ortaya çıkabilecek, net olarak belli olmayan şüphe düzeyindeki eksiklik ve noksanlıkları düzelteyim derken kulluk vazifesini aslî mecrasından uzaklaştırmamak olmalıdır. Böyle bir durumda Rabbü’l-Âlemin ile kul arasındaki sıcak bir iletişimin ve muhabbeti ifadenin zemini olan ibadetler, sadece şekli unsurların ön plana çıktığı ve bütün sıcaklığını kaybetmiş, duygu boyutundan uzaklaşmış mekanik bir yapıya dönüşebilmektedir. Esas mesele bu ibadetleri emreden ve bu vesileyle kulun kendisine yönelip yakınlaşmasını arzu ettiğini bildiren Zat-ı Zü’l-Cemâl’i razı etmek, O’na muhabbetle yönelip muhabbetini celbetmek olmalı iken bir noktanın ıslanıp ıslanmadığı, üç mü dört mü rekât kılındığı gibi meselelerle bu muhabbet ilişkisi bir azaba dönüştürülmektedir. O’nun huzurunda iken bütün âlemlerin Rabbi’ne dayanmış olmanın, Kâinat Sultanı’nın kendisi ile muhatap olup ilgilenmesinin ve huzuruna kabul etmesinin tarif edilmez mutluluğunu ve emniyet hissini yaşaması gereken kul, yersiz vehim ve vesveselerle bu mutluluk anını bir azaba dönüştürebilmektedir. Bu hal aslında esneklik olan ve hiçbir işinde zorluk bulunmayan bir dinin yaşantı şekli ile bağdaşmamaktadır. İbadetler yerine getirilirken kulun âleminde bir huzur ve rahatlama yerine huzursuzluk, endişe, sıkıntı hali varsa, bu durum tek başına ibadet esnasında şeytanın müdahalesinin işaretidir. Böyle bir durumda şeytanı devre dışı bırakmanın ve susturmanın en güzel yolu dinde zorluk olmadığını hatırlayıp, böyle bir zorluğun dinden değil şeytandan kaynaklandığını düşünüp düzeltme yönünde bir gayret içine girmemek ve oralı olmamak en akılcı yoldur.

Kulluğun en güzel yönlerinden biri de insanın Yaratıcı karşısında kendisini hep aciz ve eksik hissetmesi, O’na karşı sürekli boynu bükük ve mahcup vaziyette bulunmasıdır. Bu tarz bir ilişkide bu âlemin yaratılış gayesini de yansıtan lâtif bir sıcaklık ve ince bir nezaket vardır. Kul açısından da ince ruhluluğun, kendini bilen bir konumun ve edep timsali bir duruşun tezahürüdür. O yüzden yaptıklarından ve ibadetlerinden emin olmayan, sürekli bir eksikliğin var olabileceği düşüncesi ile hep boynu bükük, ama o huzurdan başka da gidecek yer olmadığının ve Zat-ı Zü’l-Cemâl’i razı etmekten O’na dayanmaktan ve bütün yüreği ile O’nu sevmekten başka çaresinin olmadığının farkında bir duruş. Güven hissini amelinin eksiksiz oluşundan değil Gafur-u Rahim’e dayanmış olmaktan alan bir anlayış ve bu çerçevede, ibadet hayatında huzursuzluk vermeyen ancak Rabb-i Kerim’e dayanma sonucunu doğuran tatlı bir teslimiyet. Böyle bir kulluk şuuru ve hep Rabbü’l-Âlemin’e dayanma ihtiyacı Yaratan ve kul arasındaki ilişkinin gerçek zeminine oturduğu hal olmalıdır. Kulun benlik, gurur ve kibir gibi edep dışı hallerden uzak şekilde ve hakikî kulluk şuurunda ulvî bir mutluluk, acziyetten kaynaklanan bir güven, dinî ve dünyevî her halin, her yaşantının Halık-ı Kâinat’a dayanıyor olmaktan dolayı bir anlam ve değer kazanmasını ifade eden bu durum, aslında insanın en ideal konumu ve onun bu âlemde yaşayabileceği en iyi tarzı ifade etmektedir. Kendine ve amellerine güvenmeye engel olan acziyetin hissedilmesi ve ibadetlerde hep şüpheli bir noktanın bulunması ile Zat-ı Akdes’e dayanma sebebi olabilecek vesvese bu şekilde olumlu bir kanala yönlendirilebilir. Bu şekilde hayatımızı sıkıntıya sokan, bizi intihar noktasına getirecek boyutta huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağı olan bir unsuru daha iyi kulluk yolunda kendimize bir binek haline dönüştürebiliriz. İntihar gibi kulluğun iflâs noktasına götüren vesveseyi kulluğun daha da iyi noktalara ulaşmasına ve gerçek kulluğun yaşanabilmesine vesile yapabiliriz. Bunun için tek yapılması gereken algılama şeklini değiştirmek ve sahip olduğumuz özellikleri doğru yöne kanalize edebilmek. Böyle bakıldığında dinin yaşanması gerçekten çok kolay ve çok mutluluk verici.

Din kolaylık olduğuna göre dinî hayatı zorlaştıracak şeyleri doğruya kanalize ederek o kolaylık zemininde hem dinin güzelliklerini yaşamalı hem de hayatımızı güzelleştirmeliyiz.

02.03.2007


 

Seyyid Abdülkerim El-Cilî (1365/66 -1428)

Abdülkerim, 1365 veya 1366 (Hicrî 767) yılında doğdu. Doğum yeri olarak farklı yerler nakledilmektedir. Bazı araştırmacılara göre Bağdat yakınlarındaki Cilî kasabasında doğdu. Doğum yeri olarak İran’ın Cilan kasabasını gösterenler de mevcuttur. Bu farklılık el-Cilî, Cilanî, Gilanî, Geylanî şeklinde anılmasında da görülmektedir.

Abdülkerim’in çocukluk hayatı, bulunduğu çevre ve yakınları, kimlerden ders aldığı ve nasıl bir eğitimden geçtiği, cemiyet içindeki konumu ve ailesinin durumu hakkında fazla bir bilgi yoktur. Hakkındaki bilgiler daha çok tahminlere dayanmakta ve eserlerindeki ilmî seviyeden hareketle fikir yürütülmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında iyi bir eğitim gördüğü ve önemli bir bilgi birikimine sahip olduğu rahatlıkla söylenebilmektedir.

Bir süre memleketinde yaşayan Abdülkerim’in yirmili yaşlarından itibaren seyahate çıktığı görülmektedir. Önce Hindistan’a gitmiş ve ardından Arabistan’a yönelmiştir. El-Kehf ve’r-Rakim adlı eserinde seyahati hakkında bilgi vermektedir. Zebid’de Şerefüddin (İsmail) el-Ceberti’nin yanında kaldığı, söz konusu şahsın şeyhi ve kendisinin de onun müridi olduğu, bazı arkadaşlarıyla birlikte Cebertî’nin mescidinde toplanarak kendisiyle görüştükleri, 1402-1403 tarihlerinde burada belli bir süre kaldığı ve el-Kelimâtü’l-İlâhiyye adlı eserini tamamladığı bu eserindeki ifadelerinden anlaşılmaktadır.

Abdülkerim el-Cilî’nin, eserlerinden Hanbelî mezhebi ve Kadirî tarikatına mensup olduğu anlaşılmaktadır. Gerek yaptığı seyahatler, gerekse ortaya koyduğu eserler göz önüne alındığında zamanını çok iyi değerlendirdiği ve dolu dolu bir ömür yaşadığı söylenebilir. Arapça ve Farsça dillerinde, İslâm ilimleri, eski Yunan ilimleri, coğrafik bilgi ve felek ilmi gibi muhtelif alanlarda önemli bir birikime sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman’a; Seyyid Abdülkerim ve Muhyiddin-i Arabî gibi meşhur âlimlerin küre-i arzın yedi tabakası, Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza gibi olağanüstü şeyleri gördükleri, söylediklerinin doğru olup olmadığı sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

“Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, ‘asfiya’ denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.” (Mektubat, s. 82)

Abdülkerim el-Cilî’nin eserlerini inceleyen araştırmacılar önemli ölçüde İbnü’l-Arabî’nin etkisinde kaldığını ifade etmektedirler. Zaten kendisi de eserlerinin önemli bir kısmında Arabî’nin fikirlerine şerh yazmıştır. Genelde paralel fikirde olmakla birlikte, bazen ona muhalif görüşte bulunduğu konuların da olduğu müşahede edilmektedir. Özellikle tasavvuf konusunda büyük ölçüde İbn Arabî’nin etkisinde kalmış ve benzer fikirleri savunmuştur. Vahdet-i vücud meselesinde aynı fikirleri paylaşmıştır.

İnsan-ı Kâmil adını taşıyan eserinde; “küllî ve cüz’î bütün âlemleri, İlâhî ve kevnî kitapların tamamını kendinde toplayan, ruhu, kalbi, aklı ve nefsi ile mükemmelleşip mutlak tasarruf sahibi olan, kusursuz bir ayna gibi maddî-manevî her şeyin yanı sıra İlâhî vasıfları ve kudretleri de yansıtan” (M. Nazif Şahinoğlu, “Abdülkerim el-Cilî”, TDV. İA., 1. C., s. 250) kâmil insanı tarif ederken yine Arabî’den etkilenmiş ve ondan istifade etmiştir.

Abdülkerim, eserinde en mükemmel insanın, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed (asm) olduğunu hatırlatmıştır. Onun sıralamasına göre, Peygamber Efendimizden sonra, gavs ve kutublar gelmektedir. Bunların dışında kalan diğer insan ruhlarının, kâmil insanda tecelli eden İlâhî sıfatların bir kopyası olduğunu, Yaratıcıya bağlanma ölçüsünde bu yansımaların artacağını ifade etmiştir.

Abdülkerim, fikirlerini açıklar veya kayda dökerken şiirden de istifade etmiş ve bu şekilde şairliğini de ortaya koymuştur. Sohbet ve yazılarını şiirleriyle süslemiştir. Abdülkerim, 1428 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir.

Eserleri:

Abdülkerim el-Cilî’nin yazmış bulunduğu eserlerinin önemli bir kısmı günümüze kadar ulaşamamıştır. Eserleri ve fikirleri daha çok Doğu Hindistan’da yayılmış ve ilgi görmüştür. Bunun dışında İslâm dünyasının değişik beldelerinde de ilgi görmüş ve eserleri muhtelif dillere tercüme edilmiştir.

Kendisinin tanınıp meşhur olmasına vesile olan İnsan-ı Kâmil adlı eseri Türkçe’ye de çevrilmiştir. Kahire’de birkaç kez basılmıştır. El-Kehf ve’r-Rakim adlı eseri de önce Haydarabat’ta neşredilmiştir. Bu eser daha sonra M. Yuluğ tarafından 1979 yılında tercüme edilerek Türkçe baskısı yapılmıştır. Türkçe’ye tercüme edilen diğer bir eseri de Hakikatü’l-Yakîn adını taşımaktadır. Bunların dışında da eserler yazmıştır.

02.03.2007


 

Müslümanların tarihte kurduğu devletler ve medeniyete katkıları-1

1. GİRİŞ

İslâmiyet öncesi yıllarda insanlık tarihinin en karanlık yılları yaşanıyordu. İnsanlık manev’i bir buhran geçiriyordu. Kalpler tefessüh etmiş, zihinler dağılmış, ahlâk bozulmuştu. İnsanlar köle pazarlarında satılıyor ve türlü türlü işkencelere maruz bırakılıyordu [1].

İnkarcılık traji komik bir boyut kazanmıştı. İnsanlar kendi elleriyle helvadan yaptıkları putlara tapıyor, acıkınca da yiyorlardı. Cehalet, zulüm ve ayırımcılık akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Öyle ki, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu [1]. İnsanlık boğulmak üzere, perişan ve ümitsiz bir haldeydi. Artık bir fereç (çıkış yolu) ve bir rehber arıyordu. Nihayet insanlığın bu ızdırar halinde lisan-ı haliyle yaptığı duâyı Allah kabul ediyor ve nübüvvet güneşini karanlıklar içerisinde boğuşan insanlığın üzerinde parlatıyordu. Allah’ın “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım [2][3]” dediği, habibullahı, son peygamber Hz. Muhammed’i insanlığa rehber olarak gönderiyordu.

Hz. Muhammed (a.s.m), çağrısına kulak veren sahabeleriyle önce bir dînî topluluk kurmuştu. Bu toplulukla beraber Medine’de ilk İslâm devletini kuracaktı. Medine’de Hz. Peygamber, İslâm’a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm’ın bağımsızlığı ve hakimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslâm cemaatini teşkilâtlandırmak, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hakimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine’ye hicretin ilk günlerinden itibaren davet merhaleleri arasında “devletleşme” diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarf etti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devleti’nin idare merkezi, hükümet binası, harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid’i inşa etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemaatinin bütün İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu.

Komşu devletlerle münasebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sınır tesbiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki Müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber’in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensar’dan bir kişi ile muhacirîn’den bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi, başka bir çok faydaları yanı sıra İslâm Devleti’nin asıl unsurunu oluşturan Müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, Müslümanları olduğu kadar Medine’de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber’in devlet başkanlığını bu gayrimüslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâmın hakimiyet ve koruması altına alınarak güvenliğin ve barışın sağlanması hedefleniyordu. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslâm dinini ve İslâm hakimiyetini baştanbaşa bütün Arap Yarımadası’na ulaştırmıştı.

Hz. Muhammed’in (asm) devleti hem Müslümanları hem de değişen üyelik düzeylerinde gayrimüslimleri kapsıyordu. Bu devlet ahlâklı bir toplum üzerinde teessüs etmişti. Bu devletin temelinde dayanak noktası olarak kuvvet yerine hakkı kabul eden, fazileti ve ilâhî rızayı hedef edinen, mücadele yerine yardımlaşma düsturunu esas alan, ırkçılık yerine din, vatan ve sınıf bağlarını kabul eden, gayesi nefsin gayr-ı meşrû sapkınlıklarını durdurup ruhu yücelmeye teşvik olan ve insanı gerçek insan yapmayı hedefleyen düsturlar yatıyordu [3].

İslâmiyet barış, selâmet ve güven dinidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim ile; “İnsanları, Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücadelenin en güzel yolu hangisi ise onunla yap.” [15], ve “Dinde zorlama yoktur.” [15] prensip ve anlayışı getirilmiştir. Bu sebeple İslâm dini tarih boyunca zor ve kuvvetle Müslümanlaştırma gibi bir olaya fırsat vermemiştir [18]. Başkalarını zorla Müslümanlaştırması için savaşmak yasaktır. Hz. Muhammed (asm) peygamber olarak Mekke’de on üç sene kaldı. Orada insanları hak dine dâvet etti. Bu dâvette mantık, hikmet, güzel söz, hatırlatma ve örnekleme yolunu takip ederek Kur’ân-ı Kerim’in metodunu kullandı. Bu metot ile pek çok kişi Müslüman oldu.

İslâmiyet savaşa (cihada) belli kurallar getirmiştir. Her şeyden önce savaş, Allah (c.c.) yolunda savunma gayesiyle veya İslâm güneşine perde olan engelleri ve küfür karanlığını yırtmak için yapılacaktır. Savaşa başlamadan önce karşı tarafa bazı tekliflerde bulunulacaktır. Fiilen savaşa iştirak etmeyen çocuk, yaşlı, sakat ve din adamı gibi kimselere dokunulmayacaktır. Savaşta insanlık şeref ve haysiyetine yakışmayan hareketlerden uzak durulacaktır. Esirlere iyi muamele edilecektir [18].

Hz. Ebubekir, Hz. Peygamberin (a.s.m.) vefatından sonra meşrû bir seçimle cumhurun desteğini alarak, Müslümanların ilk halifesi oldu. 632 ile 634 yılları arasında çağının iki büyük devleti olan Bizans ve Sâsânî devletleri arasında Müslümanlara şahsiyet kazandırması, parça parça yazılı Kur’ân-ı Kerimi birleştirip Mushaf haline getirmesi, ülkeyi vilayetlere ayırıp idari bölümler kurması, memurlara maaş bağlaması bu devrin medenî gelişmeleridir.

Hz. Ömer 634 ile 644 yılları arasında hilâfet icra etmiştir. Bu dönem bir taraftan Sâsânî devletinin önemli şehirleri ile birlikte Kafkasya’da bir çok bölgenin alındığı, Bizans’tan Şam, Kudüs ve Mısır başta olmak üzere birçok şehrin İslâm devletine dahil edildiği; diğer taraftan devletin teşkilâtlandırıldığı bir dönemdir. Bu dönem, Hz. Ömer’le özdeşleşen adalet ve eşitliğin sağlanmasıyla tebarüz eder. Hz. Ömer’in Müslim ve gayrimüslim bütün vatandaşları divan denilen deftere kaydettirerek bir nev’i devlet sigortası yapması kayda değerdir.

Hz Osman dönemi 644-656 yılları arasıdır. Bu dönemde Hz. Osman bir taraftan ülke huzurunu sağlamaya çalışırken, diğer taraftan Azerbaycan ve Rey bölgelerini İslâm’a katmış, Kıbrıs’ı fethetmiştir. Ayrıca Hz Ebubekir’in bir araya topladığı Kur’ân metnini çoğaltarak ülkenin değişik yerlerine göndermiştir.

Hz. Ali devri 656-661 yılları arasıdır. Bu devir ayaklanmaların ve karşılıklı savaşların yaşandığı bir dönemdir [19]. İslâm’ın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikenin yaşandığı bu dönemde; şüphesiz büyük bir kahramana, adil bir hâkime, dirayetli bir kumandana, ciddî bir âlime ve imama ihtiyaç vardı. Hz. Ali (r.a.) tüm bu vasıfları fazlasıyla taşıyan mükemmel kişiliğiyle bu vazifeyi bihakkın yerine getirmiştir.

Hz. Hasan’ın (r.a.) altı aylık hilâfetinden sonra M: 661’de Asr-ı Saadet dönemi sona ermiş, İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.

Şüphesiz ki, İslâm medeniyetinin temelleri Hz. Muhammed (asm) zamanında atılmıştır. İslâm medeniyeti başlangıçta Kur’ân ve hadis referanslarıyla ortaya çıkmıştır [19]. Daha sonra kurulan pek çok Müslüman Devlet bu İslâm kültürü ve medeniyetine belli oranlarda katkı sağlayarak gelişimde rol oynamışlardır. Şimdi Müslümanların tarihte kurduğu medeniyete büyük katkılar sağlayan devletlere bir göz atalım.

2. EMEVİLER (M.661-750)

Kuruluşu: Kurucusu Hz. Muaviye (r.a.)’dir. Hz. Muâviye (r.a.), Eshâb-ı Kirâm’dan olup Peygamber Efendimizin kayınbirâderi ve aynı zamanda vahiy kâtibi idi. Hz. Muâviye zamanında iç huzursuzluklar giderildi. İslâm orduları fetihlerine devam etti ve Sicistan, Afganistan ve Semerkand’ı fethetti.

Coğrafyası: Suriye’de kuruldu. Başşehri Şam’dır. Emeviler döneminde İslâm ülkesinin sınırları Batı’da Atlas Okyanusu, Doğu’da Çin kıyıları ve Afganistan, Kuzey’de kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemiştir [6].

Yıkılışı: Emevileri ayakta tutan maddî manevî dinamiklerin zayıflaması ve son Emevî Halîfesi Mervan zamanında çıkan karışıklıklar devletin gücünü sarstı. Mervan, Ebu’l-Abbas ile yaptığı mücâdelede öldürülünce Emevî devleti yıkılarak yerine Abbâsi devleti kuruldu.

Hz. Muaviye’den itibaren halifelik saltanata dönüştü. [7] [8]. Daha önce Hz. Ali’nin halifeliği döneminde vuku bulan Sıffin Hadisesi’nin (M.657) asıl sebebi de bu hilâfet ve saltanat savaşıdır. Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.), dinin hükümlerini ve İslâmiyetin hakikatlerini ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz düsturlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, İslâmiyetin sosyal hayatını, saltanat siyasetiyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsata sarıldılar, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler [5].

Arap olmayanlara (Mevali) kötü davranarak Arap ırkçılığını başlattılar [7] [8] ve İslâm dünyasına büyük zarar verdiler[9]. Zaten Hazret-i Hasan ve Hüseyin ile Emeviler arasındaki mücadelenin kaynağı da budur. Din ve milliyet muharebesi. Yani, Emevîler, İslâm devletini Arap milliyeti üzerine dayandırıp, milliyet bağlarını İslâmiyet bağlarından önde tuttuklarından, iki yönden zarar verdiler; Birincisi: Araplar dışındaki diğer milletleri rencide ederek İslâmiyetten ürküttüler. İkincisi: Irkçılık ve milliyetçiliği esas aldıkları için zulmettiler [5].

Emevilerin kötü ve fesatçı reislerinden Yezid [5] zamanında Hz. Hüseyin (r.a.) Kerbela’da şehid edildi [8]. Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz zulme sebebiyet verecek üç esas vardı. 1) Devlet için fert feda edilir, 2) Millet için her şey feda edilir, 3) Emevîlerin Hâşimîlere karşı geçmişten gelen rekabeti. Bir diğer sebepte Hazret-i Hüseyin taraftarlarında bulunan Emevilerden intikam alma hislerine karşı, Emevilerin gösterdiği tepki [5].

2.1. Medeniyete katkıları

* Bütün olumsuzluklarla birlikte İslâm Devleti en geniş sınırlarına ulaştı.

* Kur’ân-ı Kerim’in yanlış okunmasını önlemek maksadıyla nokta, hareke ve işaretler ilk kez Mushaflara konuldu.

* Emeviler, mimaride özellikle cami ve mescitlerin inşası konusunda ileri gitmişlerdir. Şam’daki Emeviye Camii en önemli mimarî yapıdır. Camilerde ilk defa minare, mihrab ve minber inşasını gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca camilerin etrafına şadırvanlar ve çeşmeler yapmışlardır.

* Halife Ömer ibn-i Abdulaziz döneminde hadisi şerifler toplanıp kitap haline getirilerek, tasnifine başlandı.

* Emevilerin en parlak zamanları olan Halife Yezid ve Haşim ibn-i Abdülmelik devirlerinde Türkler Müslüman olmaya başladılar.

* Tarık bin Ziyad Endülüs’ü fethederek, Akdeniz’i Atlas Okyanusuna bağlayan boğaza adını verdi (Cebel-i Tarık).

* İlk İslâm-Arap parası (Dinar) basıldı.

* İskenderiye Akademisi’nde Arapça bilen âlimlere kimya, tıp ve astronomi konularında Yunanca ve Kıptça eserleri tercüme ettirilmiştir.

2.2. Maddî ve manevi dinamikleri

* Emevilerin başarılarındaki en büyük dinamik Hz. Ali ve Al-i Beyt’in dengeleyici unsur olmasıydı. “Hz. Ali olmasaydı, dünya saltanatının Emevi hükümdarlarını bütün bütün yoldan çıkarma ihtimali vardı. Karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı dengeye gelmek ve İslâm dünyası nazarında mevkilerini korumak için, ister istemez, Emevi devleti reislerinin tamamı, kendileri olmasa da, onların teşvik ve onayıyla, onlara tabi olanlar ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle İslâm ve iman hakikatlerini ve Kur’ânın hükümlerini muhafazaya ve yaymaya çalıştılar. Yüz binlerle muhakkik müçtehidler, kâmil hadisçiler, evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Emevîlerin ve Abbasîlerin son dönemlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmaları muhtemeldi”[5].

* Güçlü bir kara ordusu ve büyük bir donanmaya sahipti.

—Devam edecek—

KAYNAKLAR:

[1] SURUÇ, Salih; Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Birinci Cilt, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2003,

s.159-160, 185-221.

[2] ACLUNİ; Keşfü’l-Hafâ, 2:164, Hadîs-i kudsî.

[3] NURSî, Bediüzzaman Said; Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2000, s.72, 411.

[4] DÖĞEN, Şaban; İlme Yön Veren Müslüman İlim Adamları, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004, 368.

[5] NURSî, Bediüzzaman Said; Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2000, s.59, 100, 107, 112, 114, 313.

[6] KARAMAN, Hayrettin; İslâm Hukuk Tarihi, İz yayıncılık, İstanbul, 1999.

[7] BARDAKÇIOĞLU, Soner; http://www.tarihdersi.com/Tarih1/emeviabbasi.htm

[8] BULUT, Ayşey; http://www.aysebulut.com

[9] NURSî, Bediüzzaman Said; Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2000, s.437.

[15] DÖĞEN, Şaban; Kur’ân-ı Kerin’in Açıklamalı Türkçe Meâli, Bakara Sûresi 256. âyet, Nahl Sûresi 125. âyet,

Mücadele Sûresi 11. ayet ve Alak Sûresi 1.âyet, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2005, s.69, 433, 714, 793.

[18] KAZICI, Prof Dr. Ziya; İslâm Kültür ve Medeniyeti, Timaş Yay., İstanbul 1996, s.91-96.

[19] BALTACI, Cahid; İslâm Medeniyeti Tarihi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi yayınları, İstanbul 2005, s.51.

02.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004