|
|
|
28 Şubat’ın tahribatı |
28 ŞUBAT askeri müdahalesine karşı çıktım. Bugün de bunun doğru olduğuna inanıyorum. Erbakan’ın Başbakanlık’ta yaptığı toplantılara davetli gazeteciler içinde yoktum; çünkü Erbakan’ın dünya görüşünü eleştiren “Medine’den Lozan’a” adlı kitabın yazarıydım... Genelkurmay brifinglerine davetli gazeteciler içinde de yoktum, çünkü kesin karşı tavır almıştım.
Tavır almamın iki sebebi vardı:
28 Şubat, Silahlı Kuvvetler gücüyle yürütülen bir ideolojik harekâttı. Başta yargı olmak üzere devlet kurumlarını doğal ve yasal işlevlerinin ötesinde yönlendirmek istiyordu.
Askerin karışması, demokrasinin sorun çözme yeteneğinin gelişmesine daima engel olur. Müdahaleler demokrasimizi olgunlaşmaktan, sorun çözme yeteneğini geliştirmekten alıkoymaktadır.
İdeolojik düşünce
28 Şubat’ın mimarlarından General Erol Özkasnak’ın sözleri:
“Cumhuriyeti kurtarmak için arkadaşlarımız sabahlara kadar uykusuz çalışıyorlar...”
Ben de bu köşede, sabaha kadar uyumalarını, sakin kafayla çalışmalarını öneren bir yazı yazmıştım. Çünkü ipin ucunu kaçırıyorlardı; sakin kafaya, analitik düşünceye çok ihtiyaçları vardı. Genelkurmay brifinglerinde söylenenlere bakın:
“Bu böyle giderse, din eğitimli 6 milyon 506 bin ilave seçmenin katılmasıyla 2005 yılındaki genel seçimlerde oyların yüzde 66.94’ünü alarak her konuda mutlak çoğunluğu elde edeceklerdir.”
İnandırıcı olsun diye küsuratlarıyla uydurulmuş rakamlar!
Ama “psikolojik harekât” teknikleriyle pek çok kimse inandırıldı!
Sonra “1950 karşı devrimdir” hezeyanı!..
Çevik Bir Paşa’nın “andıç”lardaki akıl almaz talimatı:
“Amaca göre düzenlenmiş bilgiler...”
Ne rasyonalist teorilerin “sebep-sonuç” bağlantısı, ne ‘bilgi’lerin olgusal geçerliği! Bütün bu bilimsel ve akılcı dikkatleri berhava ederek ‘bilgi’nin “amaca göre düzenlenmesi!..”
Aynı şekilde, merhum Oramiral Güven Alpkaya’nın canlı yayınlarda dünya âleme yaptığı açıklama:
“İrtica Türkiye’de İran türü halk ayaklanmaları yapacak!”
Yahut “RP tabanı silahlanıyor” propagandası...
Hepsi gerçek dışıydı bunların... Ama Türkiye’yi dünyaya nasıl gösteriyordu? Böyle bir ülkede siyasi ve ekonomik istikrar sağlanabilir miydi? Döviz, faiz, enflasyon nerelere tırmanacaktı?!
Rejimin çözüm yeteneği
28 Şubat, dikkatleri irtica paranoyasına kilitleyerek, Meclis kompozisyonunda yapay değişimler yaptırtarak, Türkiye’yi dünyaya halk ayaklanmalarının ve şeriatın eşiğinde bir ülkeymiş gibi göstererek, ta 2001 krizine kadar sürükleyecek istikrarsız bir gidişatı da hızlandırdı.
En büyük tahribatından biri yargıda oldu. Yüksek yargı mensupları otobüslerle Genelkurmay’a taşındı, “yüzde 66.94...” türünden brifingler verildi, özgür içtihat imkânsız hale getirildi.
Üniversite yeniden ‘hiza’ya getirildi!
Basında tasfiyeler yaptırıldı, komiserler tayin ettirildi! Buna sadece Aydın Doğan’ın direndiğini ahlaki bir borç olarak belirtmeliyim.
Elbette Erbakan hükümeti çok kötü bir hükümetti. Uzun bir eleştiri listesi çıkarılabilir. Ama bu, bilinen askeri müdahaleye meşruiyet kazandırmaz.
Zaten halk o hükümetin partilerini de 12 Şubat’ın siyasi rantiyesi politikacıları da tasfiye edecekti.
Netice: “Yöneten demokrasi”, krizleri kendisi çöze çöze oluşur; başkaları çomak sokmadan.
Milliyet, 1.3.2007
|
Taha AKYOL
02.03.2007
|
|
|
28 Şubat ve pişmanlık... |
“28 Şubat Süreci” üzerinden yıllar geçtikçe, itiraf ve pişmanlık duyanların sayısında da epeyce artış kaydediliyor!.. Bu yıl dönümünde geçmiş senelere nazaran, 28 Şubat sürecinde; çeşitli kisveler içinde rol almış kişiler pişmanlıklarını daha yüksek sesle dillendirdiler.
Özellikle “Beşli Çete” diye adlandırılan yapıda yer alan ve işçi-işveren sendikalarının konfederasyon yöneticileri olan bazı isimler, bunu daha bariz şekilde yaptılar. Hatadan dönmek, pişman olmak, yanlışını düzeltmek ve en önemlisi olup-bitenlerden ders çıkarmak... Bunlar önemli şeyler. Ancak bazı durumlar için; (Biraz geç olmadı mı?!) diye sormak gerekiyor. Çünkü “Basra harap olduktan sonra...” yapılan hataların kabul edilmesi veya pişmanlık duyulması, çok fazla anlam ifade etmiyor! Meşhur Temel fıkrasını bilmeyen yoktur: İdama mahkum olan Temel’in cezası infaz edilmeden önce, kendisine son sözü sorulmuş; o da: “Ha bu baa bi ders olsun!..” demiş.
Mahut sürecin bu ülkeye ve halkına çıkardığı faturanın büyüklüğü karşısında; herkes gibi dehşete düşen o günün figüran ve aktörlerinin önemli bir kısmı, bugün ıslah olmuş bir görüntü veriyor. Her devrin adamı olmayı beceren, tuzu kuru bazı gazeteci-yazarların da içinde yer aldığı bir kısmı da hâlâ daha, 28 Şubat’ın demokrasi için gerekli bir “balans ayarı” olduğunu savunmaya devam ediyor. Üstelik bunların bazısı, tutarlılık ve cesurluk adına, afra tafra ile ve geçmişteki birtakım yandaşlarını da yalakalıkla itham ederek yapıyor... Hem de yalakalık yaftasının göğsünde rozet olarak durduğu bazı ünlü isimler yapıyor bunu! Neyse... Kimin ne olduğunu bu millet çok iyi biliyor.
Bugün şecaat arz ederek sirkatini söyleyen tipler de; belki çok uzakta olmayan bir gün pişmanlılarını açığa vurmak zorunda kalacaklar ama, onlarınki Temel fıkrasında olduğu gibi “son pişmanlık fayda vermez...” duvarına çarpacaktır. Bundan şüpheniz olmasın. Hali hazırdaki savunmaları da, (her ihtimale karşı) ihtiyatlı bulunmak için sergilenen konjonktürel bir tavırdır. Demokrasinin tam olarak oturduğu, antidemokratik yöntemlerle ülke idaresine hakim olma yollarının tamamen ve kesin olarak kapandığının tezahür ettiği gün; o kraldan fazla kralcılar öyle bir çark edecekler ki, hepimiz onları tanımamıza rağmen yine de şaşıracağız. Nasıl bu kadar dönebildiler diye!..
Bir “dönme”, yani travestinin; “Ben 28 Şubat Sürecinin gizli kahramanıyım...” diye gazetelere röportaj verdiği, süreci yönlendiren mekanizmanın bir unsuru tarafından yayınlanan medya organında yöneticilik yaptığı ve görevini başarıyla yerine getirmesinden dolayı alnından öpüldüğü ve bunun için de alnına dövme olarak bir yıldız yaptırdığını şişinerek anlattığı vasatta, (ne olur ne olmaz, tedbiri elden bırakmamalıyım...) düşüncesiyle, postal parlatma itiyadı olanların hâlâ daha güçlü gördükleri tarafta yer almalarını çok da önemsemeye mahal yoktur. Çünkü bu tutum onların karakterleri gereği! Onlar, biz hâlâ aynı yerdeyiz deyip başkasını suçlar ama, en iyi kendileri yanar-dönerler!..
Esas üzerinde durulması gereken husus, belki de Fehmi Koru’nun “Bu Utanç Bize Yeter” başlığı altında dile getirmeye çalıştığı konudur: Koru’nun Yeni Şafak’taki yazısından bir bölümü aynen aktaralım: “... Süreç bitti, Türkiye artık bir daha o gülünç duruma düşmez” diyebiliyor muyuz göğsümüzü kabartarak? Hayır, diyemiyoruz. Diyemiyoruz, çünkü o süreci ülkemize yaşatanlar hesaba çekilmediler. Anayasal sistemi işlemez hale getirmenin, yargıya, bürokrasiye, medyaya, iş dünyasına yasal olmayan emirler yağdırmanın hesabını vermediler. Anayasa suçu işlediler, fakat o suçun yasalardaki karşılığı olan cezaya çarptırılmadılar. Bulundukları yerlerde bugün kendilerini unutturmaya çalışıyorlar belki, ama cezai takibata uğramayacaklarından o kadar eminler ki...
Türkiye dünden daha olgun elbette bugün, geleceğe daha güvenle bakabiliyor, demokrasinin önünün kesilmeyeceğinden, anayasal işleyişin bozulmayacağından daha emin... Zaman zaman akla ayıp düşüncelerin gelmesi, “Acaba?” sorusunun hâlâ yerli yerinde durması yakın dönemin yanlış müdahalelerine hesap sorulmaması yüzünden... On yılı hesap sormadan geride bırakmışız... Bu ayıp bize yeter...”
Türkiye, 1.3.2007
|
İsmail KAPAN
02.03.2007
|
|
|
Kenan Evren bile |
Bu ülkenin insanlarının tuhaf bir huyu var. Gerçeklerle ilgilenmiyoruz. Kendi tezimizi doğrulayan iddialara ise vahiy muamelesi yapmayı tercih ediyoruz. Alın işte size KKTC. Misak-ı Milli sınırları içinde olmayan, üzerinde garantörlük dışında herhangi bir hakkımız bulunmayan Kıbrıs’ta icat ettiğimiz KKTC devletine bizden başka inanan kimse yok. Orada bir devlet yok ama bize göre var!
Alın size Kuzey Irak. Bize göre orada bir Kürt devleti yok. Federasyon da yok. Kürt liderler de yok. İş için oraya giden binlerce Türk firması da yok. Ama biz kabul etsek de etmesek de devlet çoktan kurulmuş Kuzey Irak’ta. Adına ister Kürdistan deyin, isterseniz Adı Yok devleti deyin.
Ya da 28 Şubatçılara göre bu ülkede başörtüsü sorunu yok. Üniversiteli kızlar, üniversitelere istedikleri gibi gidebiliyorlar. Başörtüsü problemi olmadığı için her yıl binlerce genç kızımız, yurtdışındaki üniversitelerde okumayı tercih ediyor. Ülkenin genç beyinleri ve ayrıca dövizimiz yurtdışında akmıyor bu durumda. Sorun yok yani... Tabii eski bir darbeci general çıkıp da bu gerçekleri haykırdığında kimsenin gıkı çıkmıyor.
7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren demiş ki mesela; “Biz istediğimiz kadar ‘Hayır’ diyelim, orada bir Kürt devleti var. Çünkü biz zamanında gerekeni yapmadık.” Hatta demiş ki Evren, “Türkiye eyalet sistemine geçebilir, biz zaten bölge valiliklerini bunun için düşünmüştük.” Başka şeyler de söylemiş paşa. DTP Meclis’e girsin demiş mesela: “Meclis’e komünist de İslamcı da giriyor. Bu da girsin. Biz seçim barajını, bu partiler Meclis’e giremesin diye çıkarmış değiliz... Leyla Zana ile görüşürüm..” Yani “korkmayın” demiş Evren. “Bu adamların dağda olmasındansa siyasette yer almaları daha iyidir” demiş. Tıpkı Mehmet Ağar’ın söylemeye çalıştığı gibi.
Elbette tıpkı Ağar’ın lafını bir tarafından anlayanlar olduğu gibi Evren’in sözlerini de tersten anlayanlar olacaktır. Ama merak etmeyin, kimsenin maçası Kenan Paşa’ya yetmez. Şimdi... Bu noktada... Evren Paşa’nın röportajını okuduktan sonra geçen aylarda yazdığım yazılar aklıma geliyor da...
Okuyucu beni rüya görmekle suçlamıştı. İşte bakın, Kenan Paşa bile o noktaya gelmiş! Türkiye’nin siyasal yapısını mutlaka değiştirmesi gerekiyor. Bunu uluslararası system bize dayatıyor. Ama bu onların düşündüğü gibi bizim zararımıza olacak bir durum değil. Cumhuriyetle birlikte besleyip büyüttüğümüz temel sorunlarımızı bu şekilde ancak aşabiliriz. Bölgemizdeki her gelişme bizi bu duruma doğru itiyor.
İş, Kenan Evren’in söylediği noktaya doğru hızla ilerliyor. Fazla sürmez, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra bu işler hızlanır. Genel seçim bu tartışmaların gölgesinde yapılır. Ondan sonrası ver elini büyük, demokratik, bağımsız Türkiye...
Bugün, 1.3.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
02.03.2007
|
|
|
Asıl hedef neydi? |
Hiç kuşku yok ki demokratik süreç için aksatıcı, ayıplı yanları üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilir 28 Şubat sürecinin. Ancak acaba yaşadığımız 28 Şubat süreci olmasaydı neler olabilirdi Türkiye’de?
Laik demokratik cumhuriyeti koruma ve kollama refleski en üst düzeyde idi. TSK içerisinde emir- komuta zinciri içinde durumdan vazife çıkarılmış, derin bir hazırlık başlatılmıştı.
Yapılan hazırlıklar, basit bir hükümet değişikliği yaratmak üzerine kurulu da değildi.
O dönem bu süreçte etkin rol oynayan bazı emekli generallerden aldığımız bilgiye göre, 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de başarılamayanı başarmaya karar verilmişti. Sistemi tepeden tırnağa yeniden yapılandırma, her ne pahasına olursa olsun irtica tehdidini de bir daha olmayacak biçimde yok etme kararlılığı çok net ve keskindi.
Parlamentonun açık tutulmasını bırakın, yakın görünürde seçim bile düşünülmüyordu.
Yeni anayasa taslakları, Başkanlık Konseyi, Bakanlar Kurulu üyeleri ve bürokrasideki kritik makamlara kimlerin getirileceği bile taslaklar halinde hazırlanmıştı.
Yani 12 Eylül rejiminden daha ağır bir darbe rejimi...
Vatan, 1.3.2007
|
Bilal ÇETİN
02.03.2007
|
|
|
Bir doğum günü armağanı |
AKP’nin Meclis Grubu’nda partinin önde gelen isimlerinden biri, çocuksu bir neşe içinde kürsüye çıkıp, “Sayın Başbakanımız! Bugün sizin doğum gününüz... Ve bizler size bir armağan hazırladık” demiş.
Ah! Bir sürpriz!
Acaba Başbakan Erdoğan, “şık ve pahalı bir kol saati” ya da “parlak kumaştan hoş bir kravat” beklentisi içine girmiş midir?
Bilemiyorum...
Zaten beklenti doğuracak kadar bir zaman geçmeden kürsüdeki “çocuksu neşe”, armağanın ne olduğunu ifşa edivermiş:
“Sayın Başbakanımız! Milletvekilleri arkadaşlarımızla birlikte size hazırladığımız armağanı veriyorum: Sadakat! Sadakat! Sadakat!”
Ah ki ah! Gördünüz mü başımıza geleni?
“Orduya sadakat şerefimizdir” ya da “Erbakan’a sadakat şerefimizdir” gibi vecizelerin ardından şimdi de koskoca milletvekillerimiz, “Varlığımız Tayyip Erdoğan’ın varlığına armağan olsun” andı içiyorlar...
* * *
“Sadakat”... Bu ne yaman ve ne tılsımlı bir sözcüktür!
Bir talebi, bir büyük arzuyu, bir büyük ihtirası, tek bir sözcüğün içine gizler ve işi bitirir.
Şöyle ki:
“Sadakat” sözcüğü, “Sayın liderim! Ben senin kulun kölen olurum” demenin getireceği her türden basitliği ve aşağılanmayı perdeler...
Yetmez!
“Sadakat” sözcüğü, “Ben bir küçük kurşun askerim” cümlesindeki tuhaflığı ve hastalıklı durumu da ortadan kaldırır.
Bu da yetmez!
Yine “sadakat” sözcüğü, “Sayın Başbakanım! Bizi bütün bir grup olarak yine aday göster” cümlesindeki tamahkárlık dozunu azaltır ve talebi daha makul bir seviyeye çeker.
Lider de “Benim aslan kurşun askerlerim” diyerek şöyle bir etrafına göz gezdirir ve gücüne güç kattığını duyumsar.
Yani...
Bir doğum günü için bundan daha mükemmel bir armağan olamaz.
* * *
Peki ya “kişilik sahibi” olmanın şerefi nerededir?
Kula kulluk etmemenin onuru?
“Yanlış”a “yanlış”, “doğru”ya “doğru” diyebilmenin tadına doyulmaz derin hazzı?
İhtirastan arınmanın getireceği o muazzam haysiyet duygusuna ne olmuştur?
Hadi hepsini geçtim:
“Ya Ömer! Yanlış yaparsan seni kılıcımla düzeltirim” diye haykırma cesareti nereye gitmiştir?
Aman...
Ben de ne safım...
Gözlerini “yeniden seçilme hırsı” bürümüş insanlara nelerden söz ediyorum böyle...
Mühim ayrıntı
MALİ polis, CNR Uluslararası Fuarcılık A.Ş.’ye “Zemheri” adını verdiği bir operasyon düzenledi.
Sabaha karşı gerçekleştirilen baskının gerekçesi şu: Sahte belgelerle devletten teşvik primi alındığı iddiasını araştırmak...
Bence bu operasyonun 28 Şubat sürecinin sene-i devriyesine rastgelmesinin bir anlamı olmalı...
Neden mi? Anlatayım:
Efendim, 28 Şubat’ın kudretli generali Çevik Bir, CNR Uluslararası Fuarcılık A.Ş.’ye yakın bir isim...
Çevik Bir, CNR’ye ait “Ulusal Strateji” adlı derginin yayın yönetmenliği görevini yürüttü.
Ayrıca... Uzun bir dönem şirkete danışmanlık hizmeti verdi. Göreve geldiği 2001 yılında ise şirketin yeniden yapılandırmasında görev aldı.
Peki 28 Şubat’ın çokça tartışıldığı bir günde, 28 Şubat’ın ünlü bir generalinin resmen görev aldığı bir şirkete kapsamlı bir operasyon düzenlenmesi için ne diyeceğiz?
Benim bu konuda hazırladığım üç şıklı bir yanıt var:
BİR: Tevafuktur efendim, tevafuk...
İKİ: Baskın 27 Şubat’ta gerçekleşmiştir, 28 Şubat’ta değil. Dolayısıyla baskın ile 28 Şubat’ın sene-i devriyesi arasında bağ kurulamaz.
ÜÇ: Çevik Bir son zamanlarda AKP’ye yakın duruyor, bu nedenle olayı zorlamayalım lütfen...
Hürriyet, 1.3.2007
|
Ahmet HAKAN
02.03.2007
|
|
|
|