|
|
|
Hedefleri rejim değişikliği |
Tarihî bir gün, talihsiz bir gün de diyebilirsiniz. Necmettin Erbakan başbakanlığındaki Refahyol Hükümeti’ni alaşağı ederken, toplumu silah zoruyla dizayn etmeyi amaçlayan müdahalenin 10. yıldönümü.
Süreç diye adlandırılan ‘28 Şubat nedir?’ sorusuna cevap verelim önce. Çok farklı yaklaşımlar söz konusu çünkü... Öyle iddia edildiği gibi demokrasiye balans ayarı değil, olağan yollarla hükümet değiştirme operasyonu da denemez. MGK’da alınan kararlarla hükümetin çekilmeye zorlanması yorumu da hafif kalır.
28 Şubat demokrasiye, Anayasal düzene dışarıdan müdahale. Tıpkı 12 Mart gibi. Klasik darbeden tek farkı; Meclis’i kapatmamış olması. Nitekim önde gelen 28 Şubatçılardan Erol Özkasnak süreci anlatırken ‘postmodern darbe’ nitelemesi yaptı. Batı Çalışma Gurubu’nu kuran, Sincan’da tankları yürüten çekirdek kadronun, hükümeti devre dışı bırakmasının ötesinde hedefleri vardı. Açıkça söylemek gerekirse, bir rejim değişikliğinden yanaydılar. Baas tipi bir rejim. O günlerde dışarıya sızan bilgi ve belgelerden anlıyoruz ki mezhepsel boyutu da vardı. Uzun ömürlü bir iktidar biçmişlerdi kendilerine. Bu uğurda her şeyi göze almışlardı.
28 Şubat’ın 9 Mart cuntasıyla akrabalığı var. Cezayir benzetmelerinin yapıldığı 28 Şubat günlerinde BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun ‘Türkiye Suriye olmayacak’ sözü boşuna söylenmiş değildi. Bir karşılığı vardı. Bir adrese söylenmişti. Yerine de ulaştı. Proje, Milli Güvenlik Kurulu çizgisine çekildi. Çekirdek kadroyu -buradaki en önemli isim Doğu Aktulga’dır- MGK kararlarının kesmediğini söylemeliyim, kabullenmeleri çaresizliktendir. 28 Şubat’ın bu yönü maalesef çok aydınlatılamadı. Üzerinden biraz daha fazla zaman geçmesi gerekiyor. Belki 20. yıldönümünde...
Keşke Türkiye’nin ayarlarını bozan, devlet-millet bütünleşmesini ortadan kaldıran 28 Şubat hiç yaşanmasaydı. Bu süreçte devletle milletin arası iyice açıldı, değerler çatıştı. Devletin o gün gücünü kullananlar, milletin kutsallarını tehlike olarak gördü, tehdit saydı ve pervasızca üzerine gitti. Vicdanlarda derin yaralar açtı, büyük acılar yaşandı. Ucuz yaftayla çok insan yerlerinden yurtlarından oldu, liyakatine bakılmaksızın kapı önüne kondu. 28 Şubat devletin bir cinnet haliydi. Kâbusla geçen karanlık bir gece...
Önyargıları bir kenara bırakarak sormanın tam zamanı... Sadece 28 Şubat’ı değil 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’ü de ekleyin bu zincire. ‘Darbeler neyi halletti? Türkiye’nin hangi sorununu çözdü? Ülkenin hangi derdine çare oldu?’ İkna edici bir cevabı var mı bu soruların? Her darbe ardında ağır bir tortu bıraktı. Başbakanını asmış, demokrasisi 4 defa örselenmiş, partileri kapatılmış bir ülke... Böyle bir utancı bıraktı geride. Elbette Türk demokrasisi de kemale erecek ve günün birinde anayasal düzene müdahalede bulunanlar yargılanacak, hesap verecek. O günler uzakta değil.
Son bir not... 28 Şubat’ın başbakan koltuğundan düşürdüğü Necmettin Erbakan hiç konuşmadı. Dokuz saatlik MGK’da yaşadıklarını, irticai tehdit diye bizzat kendisinin gösterildiği sinevizyonu izlerken hissettiklerini anlatmadı. Geçen yıl sordum,’ 28 Şubat’ın hâlâ bilinmeyen yönleri var mı?’ diye, ‘Olmaz mı?’ dedi ve dış boyutuna dikkat çekti. Bazı belgelerden söz etti. Arkasını getirmedi. Konuşalım önerisini önce kabul etti, sonra vazgeçti. Bu yıl tekrarladım, oralı bile olmadı. Bildikleri kendisiyle beraber öteye gitmez umarım, hatıralarını yazar.
Ağır aksak 28 Şubat’ın açtığı yaralar sarılırken şunu söylemek mümkün: Bu ülkenin bir daha 28 Şubat benzeri müdahale yaşamaya mecali yok. Tevessül eden altında kalır. Asker, sürekli kendisini tahrik etmeye çalışan darbe özlemcilerine bu kez geçit vermeyecektir.
Zaman, 28.2.2007
|
Mustafa ÜNAL
01.03.2007
|
|
|
28 Şubat’ın neresindeyiz? |
28 Şubat 1997’ten bu yana 10 yıl geçti.
O günler ve yıllar Türkiye’nin kutuplaştığı, iki büyük cepheye bölündüğü, cepheler arası güvensizliklerin had safhaya çıktığı yıllardı.
O günden bugüne özellikle “sosyolojik açı”dan Türkiye’de oldukça önemli bir yol alındı. Kutuplaşma ve kriz önemli ölçüde geride bırakıldı tersine bir entegrasyon sayfası açıldı.
Gerçekten de son 10 yıl içinde gerginlikler sırasında yaşanan toplumsal, kültürel ve siyasi karşılaşmalar, etkileşimler içeren deneyimlere yol açmış ve her deneyim alanı bir değişim pisti haline gelmiştir.
Buna karşılık 28 Şubat’ın siyasi tortuları oldukça fazla ve önemlidir.
10 yıllı süre içinde, özellikle 2002-2007 yılları arası Avrupa Birliği ve Kopenhag kriterleri çerçevesinde Türkiye sivilleşmeye yönelik önemli adımlar attı. Örneğin ülkenin gizli hükümeti olarak işlev gören, 28 Şubat’ı taşıyan MGK’nın yasası değiştirildi. MGK gizli yönetmeliği içindeki tüm sakıncalı maddeler iptal edildi ve yönetmelik şeffaflaştırıldı.
Bununla birlikte askeri vesayet rejimin özünü oluşturan milli güvenlik kavramı ile gizli anayasa ya da gizli hükümet programı olarak tanımlanan, asker denetiminde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi varlığını korudu. Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın statüsünün, İç Hizmetler Kanunu’nun yanından bile geçen olmadı.
Nitekim Türkiye’deki askeri otoritenin devlet içindeki özerk alanının zemini iki katmanlıdır. İlki yasalar katmanıdır. Sivilleşme süreci bu birinci katmanı bir ölçüde kırmıştır.
İkincisi, özellikle 28 Şubat döneminde tahkim edilmiş olan yönetmelik ve protokoller katmanıdır.
Sivilleşme süreci bu ikinci kademeye hemen hiç ulaşmamıştır. Denebilir ki bugün askeri vesayet rejiminin değişmeyen unsurlarının en önemlileri, milli güvenlik düzenine 28 Şubat’ta dahil olan girdilerdir. Bu anlamda aradan geçen 10 yıla rağmen 28 Şubat’ın devlet çarkı üzerindeki derin etkileri sürmektedir.
28 Şubat’ın bu açıdan kalıcı etkisi 2000’li yıllarda farkedilmiştir.
Bu etkinin, daha doğrusu devletin iç işleyişinin, mülki, istihbari ve asayiş alanının görece askerileştirilmesinin kökeninde bir protokol yatar.
Bu protokole göre, illerdeki askeri otorite valilerden izin almadan da (daha sonra bilgi vermek ve izin prosedürünü yerine getirmek koşuluyla) acil durumlarda asayiş olaylarına müdahale edebilmektedir.
Bu çerçevede her ilde askeri garnizonda düzenli faaliyet gösterecek, yani kurumlaşacak bir güvenlik birimi kurulmuştur. Bu birim askeri ve sivil istihbarat ve operasyon planlamasının, tehdit ve tehlike değerlendirmelerinin merkezi olarak faaliyet göstermektir.
Şu açıktır:
Her ilde askeri bir birim içinde oluşturulan “Asayiş Güvenlik Merkezleri” sivil emniyeti ve mülki amiri istihbarat, değerlendirme ve planlama açısından askere bağımlı kılmıştır. Tüm toplumsal ve istihbari bilgiler askerin elinde birikmekte, fişleme doğal bir işlem haline gelmiştir. MİT, emniyet istihbarat açısından bir anlamda iller düzeyinde bu askeri birimlerin bağımlı değişkeni haline gelmiştir. Bu durum yaygın, tehlikeli ve “sıradan” bir askerileşme sürecine işaret etmektedir.
En önemli noktalardan birisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç güvenlik doktrinini bu protokole göre yapılandırmış olmasıdır.
Tedbir alma gerekçesiyle askeri merkezli fişleme, istihbarat ve operasyonlar böyle yaygınlaşmıştır. Nitekim 2001 yılından 2007 yılına kadar tüm kritik gelişmelerde EMASYA yapılanması bir türlü kendisini hissettirmiştir. Fişleme söz konusu olduğunda EMASYA’dan söz edilmekte, Jandarma’nın yetki alanı dışındaki faaliyetleri söz konusu olduğunda da EMASYA planlarına ve hükümlerine gönderme yapılmaktadır. Türkiye’yi sarsan, yeni bir Susurluk skandalı olarak değerlendirilen Şemdinli hadisesinin merkezinde yine EMASYA yer almıştır.
28 Şubat’ı hâlâ savunanların dikkatine: 28 Şubat sistemin alt örgüsünün militanlaşması ve askerileşmesi demektir...
Yeni Şafak, 28.2.2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
01.03.2007
|
|
|
On yıl sonra |
O uğursuz MGK toplantısının üstünden tam on yıl geçti. On yıl sonra bugün, acaba geriye dönüp bakanların kaçı, 28 Şubat Muhtırası’nda çizilen Türkiye tablosunun gerçek olduğuna inanıyor dersiniz?
28 Şubatçıların demokrasiye müdahale gerekçeleri, ABD’nin Irak işgali gerekçelerinden daha ikna edici değildi aslında... En az onlar kadar naif, onlar kadar gerçek dışı...
Ama foslaması biraz daha uzun zaman aldı. 28 Şubat’ın onuncu yılında artık o günlerde anlatılan o çocukça öcü masallarına inanan kimse kaldığını sanmıyorum. Ama tabii önemli olan, öcü masalarına daha baştan inanmamaktı. Erişkin toplumlar bunu yapabilen toplumlardır. Biz yapamadık... İktidar yerlere serilmişti, parmağını kıpırdatamadı. Muhalefet demokrasiye ihanet içindeydi...
Ama demokrasinin koruyucusu olması gereken diğer kurumlar? Medya, üniversiteler ve yargı... Onlar ne yaptılar? Güce taptılar. Susmanın, uzlaşmanın da ötesine geçip koşa koşa gittiler, 28 Şubatcıların saflarına gönüllü yazıldılar. Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen o brifinglerde önünü ilikleyerek darbecileri ayakta alkışlayan yüksek mahkeme üyelerini, üniversite rektörlerini asla unutmayacağız. Batı Çalışma Grubu’nun direktifleriyle gazete manşeti atan basın mensuplarını da...
* * *
Peki o zamandan beri neler ne kadar değişti? Ben yargıda pek bir değişiklik yaşandığını sanmıyorum. Son yıllarda yaşananlara bakıyorum; güçten bağımsız, hukuktan yana davranmaya yeltenen savcıların başına gelenleri ve yargı camiasının bu meslektaşlarına ne kadar sahip çıktığını düşünüyorum; pek iyimser olamıyorum.
Üniversiteler derseniz, genel kitlesi itibariyle, dün olduğu gibi bugün de etliye sütlüye karışmadan; başını kaldırıp ülkede neler olup bittiğine bakmadan gözlerini kapıyor, vazifesini yapıyor. Üniversite adına söz söyleme ve tavır alma pozisyonunda olan klik ise, eskiden olduğu gibi “cumhuriyet bekçiliği” dışında bir misyon atfetmiyor kendine... Bekçiliğini yaptığı “cumhuriyet”in demokrasiyle hiç arasının olmaması ise umurunda bile değil. Medya için aynı şeyleri söylemek mümkün değil... Gerek yazılı, gerekse görsel basın aradan geçen on yılda büyük değişim geçirdi. 28 Şubat’tan farklı olarak medya artık farklılaştı, üç beş paşanın telefon talimatlarıyla, kulak bükmesiyle, korkutmasıyla kontrol altına alınamayacak kadar çeşitlendi. Özellikle görsel basında büyük bir patlama yaşandı. Medyadaki bu çoğulcu yapı, farklı yayın organları arasında yaşanan yarış ve rekabet bence demokrasimizin en önemli güvencelerinden biri... Açıkçası, ben halkımızın medyaya dönük geleneksel güvensizliğini, bütün anketlerde basını en güvenilmez kurum listesinin başına koymasını, haksız bir önyargı olarak görüyorum.
Olumlu yönde değişen kesimlerden biri de iş dünyası oldu. Çünkü aradan geçen on yılda, o da çeşitlendi. Türkiye ekonomisi dünya ekonomisi ile entegrasyon yolunda önemli bir yol aldı, piyasa ekonomisinin korunması, AB ile ilişkilerin kopmaması - dolayısıyla demokrasinin korunması- iş dünyası için on yıl öncesine göre çok daha hayati bir mesele halini aldı.
28 Şubat günlerinde sesi soluğu çıkmayan, “yeşil sermaye”ye karşı yürütülen yok etme operasyonunu sessizce köşesinden seyretmeyi tercih eden İstanbul sermayesi de dahil, bugün iş dünyası her fırsatta parlamenter demokrasiden yana tavır alıyor; oyunun kuralları içinde oynanması için gereken noktalarda ağırlığını ortaya koyuyor. Bu iki önemli faktöre, bir de 28 Şubat masallarının fos çıkmasının halk üzerinde yarattığı etkileri; toplumun bu deneyim sonucu yaşadığı kendiliğinden bilinçlenmeyi eklersek, on yıl öncesine göre çok daha erişkin bir toplum olduğumuzu; “öcü masalları” dönemlerinin artık geride kaldığını umabiliriz.
Bugün, 28.2.2007
|
Gülay GÖKTÜRK
01.03.2007
|
|
|
TSK, 28 Şubat’a nasıl bakıyor? |
Toplumumuzun bir bölümü, 10’uncu yıldönümünü dolduran 28 Şubat tipi bir askeri müdahaleyi hala mümkün görüyor. Hatta daha da ileri gidenlerimiz var. Askeri kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir müdahaleye çanak tutuyorlar. Asker müdahale ettiği taktirde, kendilerine de bir görev (!) düşeceğini sananlarımız da, ellerinden geleni artlarına bırakmıyorlar. Herkesin bir başka beklentisi var.
En büyük hedefleri de Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
Çankaya’ya, laik rejimi değiştirip dine dayalı bir Cumhuriyet modeli kurmak isteyen birinin çıkması durumunda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) mutlaka müdahale etmesi gerektiğine inanıyorlar.
Acaba hayallerine ulaşabilirler mi?
Bugünün Türkiye’sine ve uluslararası konuma bakarsak, acaba yeni bir 28 Şubat yaşanabilir mi? Belki yaşanabilir. Ancak bunun siyasi, sosyal ve ekonomik faturası ne olur?
Önce Türkiye’den başlayalım ve her şeyin başında TSK’nın nabzını tutalım.
Bugünkü komuta heyeti, TSK’nın yeni bir maceraya girmesini kesinlikle istemiyor. TSK’nın içinde, çoğunlukla da dışında 28 Şubatçı grupların bulunduğu biliniyor. Aralarında sivil ve emekli askerlerin ağırlıklı şekilde yer aldığı bu kesim, yeni bir 28 Şubat’ın yakınlığına inanıyor olsalar dahi, Genelkurmay bu yaklaşımdan çok uzak görünüyor.
Düğmeye bastıkları anda nasıl bir manzara ile karşı karşıya kalabileceklerini çok iyi biliyorlar. Bugün için bir müdahaleyi gerektirecek veya haklı çıkartacak bir durumun bulunmadığını biliyorlar. Kuşkulu ve kaygılılar, ancak aynı zamanda, ülkeyi, seçimleri kazanmış bir partinin yönettiğinin, her ne kadar farklı düşünseler dahi bu partinin Türkiye’yi şeriat düzenine taşıdığına dair somut verilerin bulunmadığının da farkındalar. “Bunların kafalarının arkasında din devleti yatıyor” diyerek müdahale edilemeyeceğini de en iyi onlar biliyor.
Müdahale edildiği taktirde toplumun genişçe bir kesimini karşılarına alacaklarının bilinci içindeler. 27 Mayıs veya 12 Eylül koşullarının çok gerilerde kaldığını, 28 Şubat 97 örneğinin dahi, bugünkü durumla karşılaştırıldığında çok değişik değerlendirildiğini de biliyorlar.
Türkiye’nin önemli bir Kürt sorunuyla boğuştuğunu, asker ağırlığının artacağı yeni bir 28 Şubat denemesiyle bu sorunun da köpüreceğinin, iç ve dış güçler tarafından özellikle köpürtüleceğinin de farkındalar.
Ülkenin liberal ve demokrat kesimlerini de karşılarına alacaklarını ve kolay kolay işin içinden çıkılamayacak bir ortam yaratacaklarının bilincindeler.
Bu listeye bir de uluslararası ilişkileri eklemek gerekir.
Dolaylı veya dolaysız yeni bir 28 Şubat isteyen çevreler belki iyi hesap edemiyorlar, ancak TSK, böyle bir olasılıkta en başta Avrupa, ardından da Amerika’dan sert tepkilerle karşılaşılacağının, Türkiye’nin dış prestiji ve imajının büyük darbe yiyeceğinin de farkında.
Bu senaryonun ne anlama geleceğini tahmin etmek hiçte zor değil: Türkiye’nin siyasi istikrarsızlığı, ekonomik çöküntüsü demektir.
Bütün bunları tahmin ettiğim için yazmıyorum. Bu yazıyı hazırlayabilmek için üst düzey komuta heyetiyle bütün bu konuları konuşup, tartıştım. Edindiğim izlenimi sizlere yansıtıyorum.
Posta, 28.2.2007
|
Mehmet Ali BİRAND
01.03.2007
|
|
|
|