MİT Müsteşarı’nın açıklamasının ulusal güvenliğin temel unsurları arasında “güçlü demokrasi”ye yer vermeyişi inanılır gibi değil.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Emre Taner’in teşkilatın kuruluşunun 80. yılı dolayısıyla yayımladığı basın açıklaması, “ulusal güvenlik” kavramını tartışmaya açması bakımından dikkate değer. Açıklamada, özetle, şu noktaların altı çiziliyor:
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünyada “sosyal-ekonomik, siyasi, ahlaki, dinî” değerlerin ve düzenlerin yeniden şekillendiği bir dönem yaşanıyor. Statükocu-muhafazakar bakış açılarının hakim olması nedeniyle, Türkiye’nin güvenlik politikaları bu değişime ayak uyduramadı.
Oysa içinde bulunduğumuz dönemde, “birçok ulus-devlet ve milletin” ortadan silineceği, diğerlerinin ulusal egemenliklerini yitireceği bir süreç yaşanıyor. Çatışma bölgelerinin ortasında yer alan Türkiye, karşı karşıya olduğu fırsat ve tehditleri doğru tahlil etmek ve ulusal güvenliği açısından geçerli politikalar üretmek zorunda. Bunun için “yalnız savunma pozisyonunda” kalamaz; “bekle - gör” tavrı takınamaz; bütün üstünlüklerini azami verimlilikle kullanmak durumundadır. Ulusal güvenlik açısından en önemli unsurlar da, “güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika, caydırıcı bir askerî yapılanma” ve “yaratıcı bir istihbarat yapılanması”dır.
Öncelikle MİT Müsteşarı’nın düşüncelerini kamuoyuyla paylaşmasını olumlu bir adım olarak kaydetmek gerekiyor. Zira demokratik bir hukuk devletinde ulusal güvenliğin dayanacağı temel ilkelerin belirlenmesinde, devlet kuruluşları kadar toplumun da sorumluluğu vardır. Halkın benimsemediği, desteklemediği bir güvenlik anlayışının başarılı olması beklenemez. Sayın Taner’in açıklamasındaki ikinci olumlu husus, Türkiye’nin güvenlik politikalarının değişen dünya koşullarına ayak uydurmada, statükocu-muhafazakar bakış açıları nedeniyle başarılı olamadığını saptaması. Gerçekten, Türkiye’nin güvenlik politikalarının büyük ölçüde Soğuk Savaş döneminin yasakçı, baskıcı, militarist, yani “askerî çözüm”e dayalı çerçeveyi aşmada yetersiz kaldığı ortadadır.
Evet, “güçlü bir ekonomi” güvenliğin tartışılmaz önkoşuludur. Güçlü ekonomi, yalnızca istikrar içinde büyüyen, refahı artıran bir ekonomi değil, sınıflar ve bölgeler arasında gelir adaletinin sağlandığı, çevrenin korunduğu bir ekonomidir. Evet, “kusursuz bir dış politika” hiç şüphesiz güvenliğin başka bir önkoşuludur. Eğer bundan kasıt ülkenin ekonomiyle, demokrasiyle ve güvenlikle ilgili kaygılarına azami şekilde hizmet eden ittifakların kurulması; uluslararası sorunlara uluslararası hukuk çerçevesinde çözüm arayan, diplomasiye ve barışçı araçlara dayalı bir dış politika ise...
Evet, “caydırıcı bir askerî yapılanma”, etkin bir polis gücü ve yaratıcı bir istihbarat teşkilatı olmadan güvenlik sağlanamaz. Ama parlamentonun, sivil toplumun ve medyanın demokratik gözetim ve denetimi altında olmayan bir güvenlik sektörünün, ulusal güvenliğe karşı kendi başına bir tehdit haline gelebileceği Soğuk Savaş dönemi Türkiye’sinin engin tecrübeleriyle sabittir.
MİT Müsteşarı’nın açıklamasının ulusal güvenliğin temel unsurları arasında “güçlü demokrasi”ye yer vermeyişi inanılır gibi değil. Oysa demokrasi olmadan güvenlik olmaz. Zira yurttaşların refahını ve özgürlüğünü güven altına almayan bir devletin kendisi de güvende olamaz. Yurttaşlar arasında açlık ve yoksulluk kadar, demokratik bir düzenle bağdaşmayan yasak ve baskılar da devlet güvenliğine tehdittir. Türkiye’nin güvenliği “Kürt sorunu yoktur” diyerek sağlanamaz. Kürt sorunu teröre, PKK’ya indirgenemez. Kürt kökenli yurttaşların bir kısmı dil ve kültürlerini özgürce yaşamamaktan, dertlerini serbestçe ifade edememekten şikayetçidir. Bu şikayetleri giderilmelidir. Bu şikayetler giderildiği ölçüde, terörle kendileri mücadele edeceklerdir. Çeyrek asrın tecrübeleri bunu hâlâ öğretemedi mi?
Nihayet bir ülkenin gücü yalnızca, ekonomisi ve ordusu ile, yani “sert gücü” ile ölçülmez. Bir ülkenin “yumuşak gücü”, yani bölgesinde ve dünyada uyandırdığı saygınlık ve itibar, örnek olma vasfı en az ekonomisi ve ordusu kadar önemli bir güç unsurudur.
Zaman, 13.1.2007
|