Adı duyulduğunda, özellikle sistemi eleştiren, statükoyla başı dertte fikir adamlarını tedirgin eden Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), bu sefer farklı bir çıkış yaptı. En azından biz öyle sanıyoruz.
Türkiye’nin değişen dünyada karşı karşıya kaldığı “meydan okuyuş”a işaret ederek, yaşanacak krizlerden sağ salim çıkabilmek için yeni bir stratejik “açılım”ın gerekliliğini vurguladı. Bu da zaten tartışılan bir meselenin daha geniş kesimlerce de tartışılmasının fitilini ateşledi.
MİT Müsteşarı Emre Taner’in, teşkilatın kuruluşunun 80’inci yıldönümünü kutlamak amacıyla MİT’in resmi web sitesinde (http://www.mit.gov.tr/basin32.html) yayımladığı yazıdan bahsediyorum.
Şüphesiz, farklı dünya görüşlerine sahip yorumcular farklı açılardan konuyu ele aldılar, almaya da devam edecekler. Yorumcuların üzerinde daha fazla yoğunlaştığını gördüğümüz nokta, metnin şu kısmı:
“Uluslararası sistem yeniden tanımlanıyor, birçok ülke ulusal egemenliğini yitirecek. Türkiye, kendisini olayların akışına bırakarak savunma pozisyonunda kalamaz.”
MİT’in fişlenmişler listesinde yeralan birçok kanaat önderi, Türkiye’nin en velud düşünürleri zaten bu hususu epeydir dillendiriyordu. Tarihin akışını idrak edemeyen, aksine, bu akışa karşı kürek çekmeye çalışan kimi güçler, sosyal olayların doğasındaki kanunlara hep gözlerini kapadılar, bilimsel verileri umursamadılar. Gulyabanî “irtica”ya karşı topyekün bin yıllık savaş naralarını, pozitivizmin kutsal ineği “bilimselcilik” adına attılar!
28 Şubat’ı hatırlayalım. Bu postmodern müdahalenin kudretli paşası mütekait Çevik Bir’le Milliyet gazetesi yazarı Taha Akyol arasında geçen bir olay her şeyi çok net ortaya seriyor.
28 Şubat döneminde, Akyol, Aydın Doğan’ın çağrısı ile Milliyet yayın toplantısına katılan Orgeneral Bir’e, ‘Ülkemizde çok iyi yetişmiş sosyologlar var, neden bunlara danışmıyor, bilimsel destek almıyorsunuz?’ diye sorar. Paşa’nın yanıtı unutulmayacak cinstendir: “Sosyologlara danışırsak kararlılığımız sarsılır.”
Niye?
Çünkü, bilimsel veriler farklı doneleri ortaya koyacak, iddia edildiği gibi bir irtica tehlikesinin olmadığı söylenecek de ondan.
Bu zihniyetin, bu zihniyete teşne kalemlerin ülkeyi batma noktasına sürüklediklerine hepimiz tanıklık ettik. Şimdilerde onların kırıp döktüklerini, mürteci diye yaftaladıkları insanlar tamir ediyor.
Onların özlediği “tek parti” dönemindeki statükoculuğa bugünün dünyasında yer yok. Bunlar, 19. yüzyıl pozitivizmini bilim diye fetişleştirdikleri için gelişmeleri hakkıyla idrak edemiyorlar.
Bunu gören MİT Müsteşarı onları özetle şöyle uyarıyor: Bazı ulus devletler tarih sahnesinden silinecek. Yalnız savunma pozisyonunda olmakla güvenliğimizi sağlayamayız. Güçlü ekonomi, kusursuz dış politika, caydırıcı bir askeri yapılanma şart. Türkiye, kendini ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir.
Müsteşar’ın uyarıları arasından benim dikkatimi çeken bir önemli husus uyarının dini de içine alan şu bölümü:
“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslar arası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.”
Peki, ne yapmalı?
Müsteşar’ın yanıtı şu: “Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikte değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir.”
Şu âşikâr ki, Türkiye’nin, gerek stratejik, gerek jeopolitik önemini ve gerekse jeokültürel avantajlarını kullanabilmesi için öncelikle “din”e sakat yaklaşımını tashih etmesi ve “ulusalcılık” anlayışından “millet” mefhumuna geri dönmesi gerekmektedir.
Jakoben yöntemlerle dini zapturapt altında tutmak bu ülkeye çok şey kaybettirdi. Bu ülke insanının tarihte oynadığı rolden gelen ve Endonezya’ya kadar uzanan “esnek gücü” (soft power) bu sebeple erime sürecindedir. Büyük ülkeler kendilerine etki alanı açmakla yırtınırken bizimkiler bir mirasyedi edasıyla varolanı çöpe atıyorlar.
Öncelikle dinin düşman addedilmesinden vazgeçilmeli. Sonra, pozitivist paradigmanın şekillendirdiği ulusal söylemin mitlerinden kurtulmalıdır. Ülkemizin sınırlarından ziyade zihinlerimizdeki sınırları kaldırmalıyız. Bu sınırlar özel şartlarda hayat memat mücadelesinin verildiği bir dönemde zarurî olarak kabul edilmişti, mutlaklaştırmamak gerek.
Türkiye’nin sırtını dayayacağı güç kaynağı, tarihsel ilişkilerinin de zeminini teşkil eden Osmanlı vizyonundan geçer. Bu da sistemin toplumuyla, tarihiyle barışmasının gerekliliğini ifade eder.
Halk algısında, kendi vatandaşlarını tehdit algılayan ve onları fişlemekle meşgul MİT, öyle temenni ediyorum, bu gerçekliğin farkında ve yeni açılım istiyor. Umarız çözümü yanlış yerde aramazlar!
Vakit, 10.1.2007
|