Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hukuka yazık!

Hukuku bu kadar zorlamayalım, hukuka bu kadar yazık olmasın.

Rahmetli Uğur Mumcu, takdir ettiği ve sevdiği anayasa hukukçusu rahmetli Prof. Dr. Muammer Aksoy’a neşeli olduğu vakitler şöyle takılırdı:

“Muammer Hocamız isterse Medeni Kanun’la bile adamı darağacına yollayabilir.”

Hukuk bu kadar esneyebilir mi?

Sanmıyorum.

Ama hukuk beni öteden beri tedirgin etmiştir. Belki bana tekin gelmediği için öyledir.

Belki hukuk bilgimin yetersizliği bunda rol oynamıştır.

Belki de, hukukla gugukun birbirine fazlasıyla karıştığı bir ülkenin evladı olduğum için bende hukuka karşı tedirginlik duygusu hep ağır basmıştır.

Hepsi mümkün.

Hukuk diye diye hukukun fena halde çiğnendiği, olağanüstü dönemlerde hiçe sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Hukuk devleti ne yazık ki bir türlü ayaklarının üstüne oturamıyor.

Kısacası:

Türkiye, adalete güven duygusunun fazla gelişemediği bir ülke...

12 Eylül öncesini anımsıyorum.

1980 yazında Türkiye terör ve anarşi içinde çalkalanırken, iktidardaki Demirel erken seçim, muhalefet lideri Ecevit büyük koalisyon istiyordu.

Zıtlaşma öylesine tırmanmıştı ki, bir ara Ecevit’in kurmayları Meclis komisyonlarında erken seçimin Anayasa’ya aykırılığını öne sürebilecek kadar hukuku zorlaşmışlardı.

Ama bu hukuk zırvası o zamanlar, bir askeri darbe öncesinin siyah beyaz kamplaşması içinde kaynayıp gitmişti.

Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak başlattığı Anayasa tartışması nedeniyle yazıyorum bu satırları.

Hukukçu değilim.

Ama güvendiğim hukukçulara danışınca, parlamentonun 1980 sonrasındaki işleyişine bakınca, bu iddialarla hukukun zora sokulduğunu görüyorum. Çankaya savaşları, anlaşılan o ki, hukuka alet edilmek isteniyor.

Bende doğan izlenim böyle.

Oysa hukuk ciddi bir iş.

Demokratik hukuk devletinin bağlayıcı yazılı kuralları olmadan uygarca yaşamın mümkün olmadığını biliyoruz.

Ama yine de zorluyoruz hukuku.

Bazen zırvalamayı göze alarak yapıyoruz bu zorlamayı. Çünkü cumhurbaşkanı seçimini ille de bir rejim sorunu haline getirmek istediğimiz anlaşılıyor.

Yazık!

Kolu kanadı kırık bir demokrasimiz, ağır aksak işleyen bir hukuk devletimiz var. İkisi de ikinci sınıf zaten.

Demek ki şimdi bir darbe daha indirip bu ülkenin insanlarını demokrasi liginde üçüncü sınıflığa mecbur kılmakta herhangi bir sakınca görmüyoruz.

Olacak şey mi?

Oyunu kuralına göre oynamayı ne zaman öğreneceğiz veya ne zaman içimize sindireceğiz, ne zaman?..

Meclis’in toplanabilmesi, yani toplantı nisabı için 184 milletvekili gerekiyor.

1980’lerden beri böyle.

Özal’ın da, Demirel’in de, Sezer’in de cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında bundan farklı bir ses çıkmamış...

Ama şimdi çıkıyor.

Geçelim.

Hukuku bu kadar zorlamayalım, hukuka bu kadar yazık olmasın.

Milliyet, 29 Aralık 2006

Hasan CEMAL

30.12.2006


 

Reis nasıl seçilir?

Ne sultanlık kalkmıştır sanki; ne de paşalık!

Sık sık “Türk devleti” kurmak mı;

Yoksa beylikten koca bir imparatorluk doğurmak mı;

Yoksa onu kıvrandıra kıvrandıra sonunda Titanik gibi batırmak mı;

Yoksa “son Türk devleti” nin her şeye rağmen, marşı 10’uncu Yıl’da kalan “genç bir cumhuriyet” oluşu mu;

Yoksa çok partili demokrasinin ondan bir çeyrek asır daha da genç kalışı mı;

Yoksa sık sık darbeler yapılışı mı;

Yoksa sık sık demokrasiye geçilmesi, vazgeçilmesi, biraz geçirilmesi mi;

Yoksa anayasaların hep anormal şartlarda yapılması mı;

Yoksa “sivil cumhurbaşkanı” na henüz yeni yeni alışılıyor olması mı; Bilemiyorum, her nedense işte;

Biliyorsunuz, cumhurbaşkanının kim olacağı problemi bir yana;

Daha cumhurbaşkanının nasıl seçileceği dahi belirsiz kalabilen bir “rejimimiz” var.

***

Bakın, “Cumhuriyet”, Anayasa’da yazılı biçimde dahi, bir cumhurbaşkanının TBMM’de nasıl seçileceğinden tam emin değil.

Koca koca hukukçular, “367 oy” un ne mana olduğunda anlaşamıyor.

Sanki anayasa değil, isteyenin kendi arzularına yahut öfkelerine göre kanırtacağı, kendi kilosuna göre esneteceği don lastiğidir.

Sanki öyledir de, o yüzden, alışmadık şeyde durmamaktadır.

***

Elbette kimin olabileceğini, kimin olmaması gerektiğini, daha doğrusu şahsen sizin, sizlerin kimi istediğinizi, istemediğinizi filan tartışabilirsiniz.

Tamam, dengeler, şunlar, bunlar, takım elbiseler, üniformalar, cüppeler ile de tam tekmil yapıyorsunuz bunu zaten.

Tamam, kimsenin derdi “halkın cumhurbaşkanı” filan değil; “devletin reisi”.

Yani “halkın adamı, cumhurun reisi” değil; “devletin başı”.

Tamam, o yüzden meseleye her cenahtan, “devleti ele geçirmek” yahut “devleti ele geçirtmemek ve elde tutmak” diye bakılıyor.

Şey yani, aramızda kalsın; tabii böylesi de, onca devlet geleneğine, onca laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletine, kayıtsız şartsız millet egemenliğine, imtiyaz ve zümre hakimiyeti olmayan güzelim düzene, bilhassa “Türk’ün güvenmesi” ne çok yakışıyor.

“Birbirine hiç güvenmeyen” ler nasıl övünüp çalışıp güveniyorlarsa artık.

Bunların hepsi tamam.

Ama, bu ülkede hukuka, siyasete, devlete yön vermiş insanlar, daha cumhurbaşkanının nasıl seçileceğinde anlaşamıyorlar.

***

Aslında, zahmet ettik. Demokrasiyle filan kendimizi oyalamayabilirdik.

Kandırmayabilirdik kendimizi.

Çünkü bu ülkede mesele halkın temsili, çoğunluğun da azınlığın da hakça gözetilmesi değil, “devlete hakimiyet” savaşıdır.

Sivili ve askeri ile, neredeyse her an, “Coup d’Etat”, yani “devlet darbesi” nin antrenmanı, kostümlü provası, taksitli alışverişi ile bazen tam takım, ful aksesuar bizzat kendisi yapılır.

Çoğunluğu ele geçiren onu “mutlak iktidar” zanneder bir yandan; öte yandan, silahları elinde tutan bunu “ebedi iktidar” kabul eder.

Ne sultanlık kalkmıştır sanki; ne de paşalık! Aynen devam eder.

Bence, daha küçükken, daha yaşken, tuhaf biçimde eği(ti)lmişizdir.

İçimizde bağımsız bir demokratın filizinden ziyade; aramızdan hep diktaya, tahakküme hevesliler ile onların kitlesini de çıkaracak biçimde odunlaşmaya, kalaslaşmaya, kütükleşmeye teamüllü bir nebat alıp başını gider.

Sabah, 29 Aralık 2006

Umur TALU

30.12.2006


 

Türkiye’nin ana sorunu: sol muhalefet

Solun önünde aşması gereken “iki büyük siyasi zihniyet meselesi” var.

Siyaset denilince nedense sadece siyasi iktidar akla gelir. Oysa Türkiye’nin siyasi aktörler açısından ana sorununun muhalafet sorunu olduğunu düşünen pek çok kişi var…

Açıkçası ben de onlardanım…

Zira demokratik siyaset doğası gereği çoğulculuk sadece sayısal değil, fikri çoğulculuğu gerektiriyor.

Türkiye ise bu durumun çok uzağında… Kendisini devlet yerine koyan, ideolojik krizlerden beslenen, ülke politikasına hemen hiçbir katkıda bulunmayan bir muhalefet siyasetinin egemenliği var.

O zaman şu soru önemlidir: Türkiye muhalefet meselesini çözebilecek mi? Kendisini ulusalcı olarak tanımlayan güruh dışındaki sol ya da sosyal demokrasi belini doğrultarak Türk siyasetine yeniden giriş yapabilecek mi?

Bunun artık Baykal’ın CHP’si gibi, iç kavgalarını dışarıda, siyaset meydanında vereceği mücadeleden daha önemli gören, “derin siyasetsizliğini rejim bekçiliğiyle örtmeye çalışan bir siyasi parti”yle olmayacağı ortada.

Kürt meselesi ya da işçi hakları savunusu gibi odak sorunlar üzerine kurulu politikaların, artık tek başlarına böyle girişi, duruşu taşıyabilmeleri mümkün değil.

Açıkçası kimi sosyal demokrat aydınların giriştikleri teorik arayışlar da bu çerçevede büyük anlam taşımıyor.

Zira solun önünde aşması gereken “iki büyük siyasi zihniyet meselesi” var.

Bunlardan ilki “demokrasinin sadece karar mekanizmalarını oluşturmaya, meşru kararlar üretmeye yarayan, hukuk ve kural dünyasının içine sıkıştırılmış, formel özgürlüklerin çerçevesini belirleyen bir prosedür olduğu takıntısı”ndan vazgeçmektir.

Başka bir deyişle demokrasinin toplum-siyaset bağlarını oluşturan bir temel tavır olduğunu, bir siyasi varoluş ve eylem çerçevesine işaret ettiğini keşfetmektir.

İkinci sorun ise bunun yapılabilmesi, toplum-siyaset bağının kurulabilmesi için “sol zihniyetin kendi tasavvur ettiğinin dışında, onunla kesişmeyen bir toplumun varlığını kabul etmesi”dir. Başka bir deyişle toplumla kavga etmek, varolanı reddetmek üzerine kurulu, böyle olduğu oranda siyasetsizliğe mahkum bir tutumu terk etmektir.

Sol bunu yapabilir mi? Ya da böyle bir sorgulama sürecinden geçebilir mi?

Bilinmez...

Yine de böyle niyet içinde olanlara hatırlatılması gereken birkaç husus var.

Siyaset neyin yapılacağı kadar, bunların neden ve nasıl yapılabileceğinin kamuoyuna anlatılmasıdır. Siyaset, sisteme yönelik değişikliklerin sisteme ait değerler içinden üretilecek cihazlarla, bu cihazların sağladığı meşruiyet ve katılım üzerinden sağlanması faaliyetidir.

AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ı iktidara getiren aslında bu mekanizmadır.

Siyaset algısını “refleksif ve sınıfsal tepkiler” üzerine oturtan önemli bir seçmen kitlesi var Türkiye’de.

“Sahicilik, halktan olma, ezilmişliğin-sıradanlığın temsili, haksızlık ve adaletsizlik merkezli tepkiler” özellikle düşük gelirli kesimlerde ve orta sınıflarda siyasi tercihleri ve davranışları kuşatan, yönlendiren önemli girdilerdir.

Ancak görülmesi gereken hayati nokta, bu “sınıfsal tutum unsurlarının daha çok sembolik ögelerle şekillenmesi”dir. “Simgesellik üzerine kurulu sınıfsal yakınlıkların varlığı”dır.

Bu noktada belirli projelere dayalı politik-ideolojik görüşlerin belirleyiciliğinden çok “simgelerin, simgesel algıların kültür ve ekonomiyi ya da eziklik ve faydayı üst üste oturtan belirleyiciliği” ön plandadır.

Son yıllarda inanç merkezli siyaset tartışmaları ya da kimlikler üstüne kurulu yasak-özgürlük tartışmaları bu kesimlerde kültürel olanı, popüler olanı siyasileştirmiş, özgürlük yandaşlığını ve yasak karşıtlığını ön plana çıkarmış durumdadır.

Bunları görmeden, anlamadan, yönetmeye talip olmadan Türkiye’de siyaset yapmaya kalkışılmasının hiçbir anlamı olmaz.

Yeni Şafak, 29 Aralık 2006

Ali BAYRAMOĞLU

30.12.2006


 

‘Koruyacağız’ diye saçmalamak

Türkiye’de rejimi ya da sistemi korumak adına her türlü saçmalığı yapmak “mubah” hale geldi.

Üniversite sistemini “imam hatiplilerden” korumak için tüm sistemin içine ettik. Mesleki eğitimi bitirdik. Sanayiyi ciddi bir eleman kriziyle karşı karşıya bıraktık.

Çünkü gerçek niyetimizi gizlemeye çalıştık.

Tek bir cümleyle, “İmam hatipliler, ilahiyat fakülteleri dışında fakültelere giremez” diyemediğimiz için eğitimi rezil ettik.

Şimdi de bir başka rezalet yaşanıyor.

Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı yapmamak için Anayasa “uzay-zaman” gibi eğilip bükülüyor.

Sabih Kanadoğlu gibi “ciddi” bir hukukçu kalkıyor “367 oy olmazsa Cumhurbaşkanlığı’nda 2. tura geçilemez” diyor.

Neye dayanarak?

Belli değil. Belki sandalyeye, belki masaya ya da duvara. Ama Anayasa’ya olmadığı kesin. Çünkü Anayasa’ya bakıyorum Meclis’in toplanma koşulları belli, Cumhurbaşkanı’nın seçilme koşulları belli. Kanadoğlu’nun dediği gibi bir şey yok.

Ama söylüyor.

Çünkü aynen imam hatip meselesinde olduğu gibi “yandan kıvırtmaca” söz konusu.

“Kardeşim başı örtülü ve İslamı referans alan biri Cumhurbaşkanı seçilemez” diyemediğimiz için böyle “acayipliklere” başvuruyoruz.

İmam hatip meselesinde eğitimi katlettik, şimdi de Anayasa’yı katlediyoruz.

Sabah, 29 Aralık 2006

Fatih ALTAYLI

30.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004