Atatürk’ün aynı konuda değişik zamanlarda seslendirilmiş farklı görüşlerinden “uygun görülmeyen”ler unutulmaya terk ediliyor.
Atatürk’ün sözleri yalnızca sansürlenmiyor. Unutturuluyor da. Mekanizma şöyle işliyor: Atatürk’ün aynı konuda değişik zamanlarda seslendirilmiş farklı görüşleri arasından seçme yapılarak, “uygun görülen”in tekrarlanmasına ve yeniden üretilmesine izin veriliyor ve teşvik ediliyor, aynı konuda “uygun görülmeyen” görüşü ise unutulmaya terk ediliyor. Resmi eğitim ve bu eğitimin tekrarın dışında hiçbir şeye izin vermeyen düşünsel atmosferi sayesinde, Atatürk’ten geriye yalnızca “hatırlanması uygun görüşler” kalıyor. “Hatırlanması uygun görüşler” ise, siyasal konjonktüre göre, önem sıralarını birbirlerine bırakabiliyorlar. “Hatırlanması uygun görüşler”in neler olduğu konusunda zaman zaman çatışmaların çıktığını da biliyoruz. Fakat “hatırlanması hiç gerekmeyenler”in, “uygunsuz olanlar”ın hatırlatılması, bunlar kesinlikle “Atatürkçü düşünce sistemi”nin dışında sayıldığından, kıyameti kopartabiliyor.
Atatürk ne de(me)mişti?
Bir de “Atatürk’e uygun sözler imâlatı” söz konusu. Gerek Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü (1981/sayfa 93-95) ve gerekse Atatürk Araştırma Merkezi (1989/sayfa 133-135) tarafından yayınlanmış olan ‘Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri ‘ne bir göz atalım: Burada, 1951 yılının sonlarında yabancı bir dergide (The Caucasus, ABD) çıkan ve Cumhuriyet gazetesinde de 8 Kasım 1951 tarihinde iktibas edilen ve Atatürk’ün 27 Eylül 1932 tarihinde ABD Genelkurmay Başkanı MacArthur ile yaptığı ve dünyanın gelecekteki durumuna ilişkin kehânetini içeren konuşmaya da yer veriliyor. Kamuoyuna ilk kez o sırada açıklanan bu konuşmada, Atatürk, özetle, daha bu tarihte, Almanya’nın gelecekte “milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptır”ması halinde Versay’ı tasfiye edeceğini, İngiltere ile Sovyetler dışında bütün Avrupa’yı işgal edebileceğini, savaşın 1940-1946 yılları arasında başlayacağını, Mussolini’nin “Sezar rolünü oynamak hevesi”ne kapılmaktan kendisini alamayacağını, ABD’nin bu kez savaşta tarafsız kalamayacağını ve Almanya’nın da ancak ABD’nin müdahalesi sonucunda yenileceğini söylemiş. Atatürk’e göre, “bugün Avrupa’nın şarkında bütün medeniyeti ve hatta bütün beşeriyeti tehdid eden yeni bir kuvvet belirmişti” ve Avrupa’daki bir savaşın galibi yalnızca “Bolşevizm” olacaktı. “Türkler, (...) tehlikeyi bütün çıplaklığı ile” görüyorlardı. “Uyanan Şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdid eden başlıca kuvvet halini almışlardı.”
Atatürk ne demişti?
Elimizde bulunan ve bu görüşmenin özetini aktaran resmi bir rapor, yukarıdaki sözleri/bilgileri tamamen ve kesinlikle yalanlıyor! Rapora göre, “Dünyadaki harp tehlikeleri mevzuu bahis olduğunda, Gâzi H[a]z[retleri], önümüzdeki on sene zarfında cihanşümûl harbin hemen imkânsız olduğunu söylemiş”ti!
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hikmet Bayur, 28 Eylül 1932 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na yazdığı (ve Başbakanlık ile Dışişleri Bakanlığı’na da iletilen) raporunda şöyle diyordu: “Gâzi H[a]z[retleri] ile Amerika Erkânı Harbiye Reisi arasındaki mülâkâtın hulâsâsı zirde mâruzdur: Amerikalı, Türkiye’de gördüğü iyi kabûlden teşekkür ve Amerika Reisicumhuru’nun selâmlarını arz etmiş, Gâzi H[a]z[retleri] beyânı memnûniyet etmiş ve Amerika Reisicumhuru’na mukâbil selâmlarının bildirilmesini söylemiş, Amerikalı Ankara’yı meth ile on sene sonra büyük ve yüz sene sonra pek büyük bir şehir olacağını söylemiş, çif[t]lik [AOÇ] hakkında pek takdirkâr lisan kullanmış, Gâzi H[a]z[retleri] , çif[t]liğin beş, yedi sene evvel çıplak ve batak bir yer olduğunu, işe bir aygır ve iki küçük traktörle başlanılmış olduğunu ve bunun müteredditlere Ankara’da yerleşmenin mümkün olduğunu ispat maksadı ile yaptığını söylemişlerdir.
Amerikalı, dünyâ buhrânından Amerika’da on milyon işsiz bulunduğundan ve vaziyetin güçlüğünden ve Türkiye’de buhran yok denecek kadar hafif olduğundan bah[i]s ve bunun sebebini memleketin bilhassa ziraat memleketi olmasından görmüştür. Gâzi H[a]z[retleri] , dünyâ ve Amerika buhrânının ilim, fen ve gayret sâyesinde çâresi bulunacağını ve vaziyetin normale doğru gideceğini ümit ettiğini ve Türkiye’nin buhrandan daha ziyâde hissedar olmak bahasına bile inkişâf etmiş bir sanâyiye mâlik olmaya kâni olacağını söylemiştirler. Amerika intihâbâtında tekrar bugünkü fırkanın kazanması temennisi tarafında gösterilmiştir.
Dünyâdaki harp tehlikeleri mevzuu bahis olduğunda Gâzi H[a]z[retleri] önümüzdeki on sene zarfında cihanşümûl harbin hemen imkânsız olduğunu söylemiş, fakat terki teslihâtın da esaslı olamayacağını, zirâ emniyetin teessüs etmemiş olduğunu ifâde buyurmuşlardır.” (Kaynak: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Başbakanlık Muamelat Genel Müdürlüğü Kataloğu, Katalog No: 0 30 10/1 3 1)
Neden ve nasıl böyle oluyor?
Elimizde resmi tutanak varken, Cumhuriyet gazetesinin haberine iltifat etmemiz için hiçbir neden bulunmuyor. Hatta bu görüşmeyi sanki gerçekmiş gibi Atatürk’e mal eden resmi kurumlara da itimat etmemiz için herhangi bir neden yok. Ama neden böyle yapıyorlar? Sanırım iki nedenden ötürü: İlki, soğuk savaş yıllarının komünizm-Bolşevizm karşıtlığını Atatürk’e de söylettirerek, “meşruluk” kazanmış oluyorlar. Oysa İnönü, 1939’da ya da en geç 1945’te kökünden değişen Sovyet politikası için Atatürk’e dayanmak ihtiyacını hiç hissetmemişti. Daha o zaman, günümüzün ‘Atatürk yaşasaydı ne yapardı’ sorusuna yanıt vermek ihtiyacı hissedilmiş. Atatürk’ün, zamanında Bolşevizm ya da Sovyetler Birliği hakkında yaptığı açıklamalar ya yeterli değil ya da yeterli bulunmamış olmalı ki, “uydurmalar” başlıyor. Tıpkı bir zamanlar-Çetin Altan’ın arada yazdığı- şu meşhur komünizm her yerde ezilmelidir özdeyişinde olduğu gibi! İkincisi de, ona, günümüzde de kimi zaman yapılageldiği gibi, “kâhin rolü” atfetmek. Atatürk, bütün 1940’lı ve 1950’li yılların gelişmelerini daha 1930’ların başında böylesine net görüyordu dedirtmek. Görüldüğü gibi, yok böyle bir şey. Tabii bazıları, bu iki metnin birbiri ile gayet tutarlı olduğunu da söyleyebileceklerdir! Ayrıca onun siyasi öngörüsünü kanıtlamak için buna ne lüzum var? Siyasi hayatı zaten büyük ölçüde bunu kanıtlamış bir lidere haksızlık.
Atatürk’ün bu ‘sözde’ konuşması, yeteri kadar sık ve yoğun tekrarlanırsa, Atatürk’ün siyasi öngörüsü hakkında bilgiçlik taslanacak klasik bir örneğe dönüşüyor. Ne denli tekrarlanırsa, o kadar gerçek halini alıyor. Resmi eğitim, tekrar ile gerçeklik arasında doğrudan ve olumlu bir ilişki kurmuş olduğundan, pek az kişi “gerçeğin” gerçekten de gerçek olup olmadığını sorma ihtiyacını hissediyor. Hemen hemen herkesin her zaman hep (bazen bir ağızdan) tekrar ettiği “gerçek”, nasıl olup da gerçek olamaz? Ama korkarım yine de olamaz!
Radikal-2, 17.12.2006
|