Kendimizle ilgili başkasının görüşlerini merak ederiz. Belki de en çok kulak kabarttığımız, bizimle ilgili söylenenler. En dikkat kesildiğimiz anlarımız, hakkımızdaki değerlendirmelerdir. O an, öylesine olumlu ve rahatlatıcı bir kanaat almak isteriz ki, insan olmanın pozitif beklentisi bu olsa gerek.
Genelde sorumluluk taşımayan olumlu ve olumsuz nitelendirmelerin dünyamızda uyandırdığı sevgi ve nefret duyguları, sağlıklı olmayan ve kaynağı tartışılır mesajlardan da fazlasıyla etkilenebilir. Bir tahrik ve yönlendirme sebebi olabilir.
Bu durumda ne yapmalı?
Öncelikle söz taşıyıcıya dikkat etmeli. Biraz da kendini sorgulamalı. İçerden yükselen sesle dışardan yönetmeye çalıştığı kişiliğinin bölünmüşlük çizgisine bakmalı. Bir de, kendi kendisi hakkında bir iç yargı sistemini devreye sokmalı.
Bu söylenen olumlu/olumsuz özellik bende var mı? Övgüyü/sövgüyü/eleştiriyi/takdiri hak ediyor muyum? Hak etmiyorsam neden böyle bir algılanma var? Benden kaynaklanan sebepler nelerdir?
Vicdanî ret veya kabul aralığım ve prensiplerim bana neler söylüyor? Gelinen nokta itibariyle şu an ve sonrası için bana düşen sorumluluk nedir? Neleri durdurabilirim? Ne tür yeni duyarlılıklarım olmalı?
Bütün bu sorular, “öteki”üzerinden ahkâm kesmeden, karşının niyetinden yorum çıkarmadan ve başkasını itham kolaylığına kaçmadan kendimize ait ödevimizi ve maruz kaldığımız davranış veya söylemi düşünmeliyiz.
Pozitif taraftan, duygularımızın ve ön yargılarımızın makasında daralmadan akıl merkezli bir tahlil ve nefis muhasebesi yapmalıyız. Gerçekten ithamları ve algıları veya tersine kulağa hoş gelen beyanları hak edip etmediğimizi ruhumuzun derinliklerinden fıtratımızın diline ve yaptıklarımıza sormalıyız.
Göreceğiz ki, bulanık bir durum var. Nefsimiz kabulde zorlansa da bir yanlışın girdabına sürükleniyoruz. Bizi teslim alacak ve karşıyı gözden düşürecek bir hırsın ve intikamın acımasız pençesinde azgınlaşıyoruz.
Kendini kontrol edemez savunmalara ve hakaretlere girişebiliyor. Suçluluğunun derin izlerini gizleyecek bir atağın incitici iftiralarına varan “zalim ve cesur” hareketlere başvurabiliyor.
İstemediğimiz halde sürüklendiğimiz bu dereden, nasıl sağlam çıkabiliriz?
Bir şartla: Kendimizi kendimize hapsetmeden. Başkasının kıskanç duygularına alet olmadan. Olumsuz yorum ve taşınan sözlere zaman ayırmadan.
O zaman daha sakin düşünürüz. Nefsimizi gemleriz. Buyruk hâkimiyetimizin gerçekçi olmayan hayalinden sıyrılırız.
Bunlar yeterli mi?
Elbette ki değil.
Bir de bizi uyarıcı, dediklerimizi her zaman onaylamayan, hatta ikaz edici ve kel başımızı gösterecek hakikî dostlarımız olmalı. Konuşmalarından, doğrularından ve bize ağır gelen tesbitlerinden hoşlanmasak da.
Bizim can simidimiz bu uyarıcılardır. Görünürde muhalif kabul ettiğimiz ve her telkinimize “eyvallah” demeyen bu kılavuz tepkilerdir. Her insanın kabullenmekte zorlandığı hakikî duâcıları böyle olur.
Bu iç serüvenimizde, kendi profilimizin çıtasını doğru bilsek, konumumuzun farkında olsak, yeteneğimize razı olsak ve bir başkasının varlığını kabullensek, yine bizi koruyucu bir güzergâhta daha emin ve huzur içinde yol almaz mıyız?
Öyleyse, kendimize yönelik eleştirileri, vicdanımızda kendimizi affetmeden dikkate alalım. Başkasını ise her zaman affedelim. Benliğin tatminsiz kör çukurunda doğru adım atılamayacağına göre, adımlar bize ve iç dünyamıza hayır getirmelidir.
Aksi halde mutsuzluğumuz, yanlışımızın ispatıdır. Kıskançlığımız ise felâketimizin.
|