Öteden beri tartışma konusu olan imam-hatip okulları son Millî Eğitim Şurası dolayısıyla yeniden gündeme geldi. Bu tartışmanın başlıca iki tarafı var: Sevdalıları bu okulları daha dindar bir hayat için vazgeçilmez olarak görürken, hasımları bunların ‘láik Cumhuriyet’ için ciddî bir tehdit oluşturduğuna inanıyor. Bu mesele her iki grup için de adeta bir hayat-memat meselesi.
Ben bu iki bakış açısının da yanlış olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce, láik bir devletin din adamı yetiştiren okullar kurmasının normal bir şey olmadığı açık. Bu ayrıca din özgürlüğüne ve dolayısıyla insan haklarına da aykırıdır. Çünkü başka kurum ve uygulamalar yanında, bu okullar aracılığıyla da devlet dinin belli bir yorumunu resmîleştirmektedir.
Onun için, imam-hatip okullarına sadece láikliği birincil önemde sayanların değil, fakat dindar Müslümanların da karşı çıkması beklenir. Benzer bir durum din öğretiminin ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu olması için de söz konusudur. Çünkü zorunlu din öğretimi vicdan özgürlüğünün açık bir ihlálidir. Alternatif (sivil) din eğitim-öğretimine izin verilmemesi karşısında, zorunlu din öğretimi dindarlar için de bir özgürlük kaybı demektir.
Ama meselenin aynı ölçüde önemli olan başka bir boyutu daha var. ‘Láik Cumhuriyet’ten yana kaygı duyan ve bu nedenle gerek imam-hatip okullarının gerekse zorunlu din eğitiminin kaldırılmasını isteyenlerin hemen hemen hepsi din eğitiminin özel veya sivil alana bırakılmasına da karşı çıkmaktadırlar. Nitekim, aynı gruplar her vesileyle ‘Tevhid-i Tedrisat’ sisteminden hiçbir şekilde taviz verilemeyeceğini söylüyorlar.
Öyleyse bunlar din eğitim-öğretiminin büsbütün gereksiz olduğunu düşünüyor olmalılar. Bu zaten ‘láikçi’ kesimin nasıl bir toplum tasavvur ettiğine dair yazıp-söylediklerinden de anlaşılmaktadır. Kısaca bunlar, her zaman açık bir biçimde söylemeseler de, ‘bilimsel’ temeli olmayan ve büyük ölçüde ‘hurafeler’den oluştuğunu düşündükleri dinin medenî bir toplumda yeri olmadığını düşünüyorlar.
Bu kesim içinde yer alan bazılarının din eğitim-öğretimine büsbütün karşı olmadıklarını görmezlikten gelmiyorum. Ama bunların istediği de, dinin kendi anlayışlarına uygun olarak önceden tanımlanmış bir şekilde öğretilmesidir. Bu, dinin sivil, kamusal ve siyasal alana ilişkin iddialarını yok sayan ve -son derece dar tanımlanmış bir özel alan dışında- hayatın neredeyse hiç bir alanına yansımaması gereken bir din anlayışıdır. Ne var ki, bunlar da bir yandan resmî din öğretimine karşı çıkarken, öte yandan bu işin sivil topluma bırakılmasını de istememekle bir çıkmaza saplanmış durumdalar.
‘Láikçiler’ iki noktada büyük bir yanılgı içindedir. İlk olarak, onlar din eğitiminin hem bir insan hakkı olduğunu hem de bunun serbestçe icrasının láikliğin bir gereği olduğunu görmezlikten geliyor. Láikçiler ikinci olarak, dinin ‘insanlık durumu’nun ayrılmaz bir parçası olduğunu anlamak istemiyorlar. Bu çerçevede, din eğitim ve öğretiminin bütün uygar toplumlarda da toplumsal bir ihtiyaç olduğunu göz ardı ediyorlar. Oysa, bu ihtiyacın bir biçimde karşılanması gerekir. Bunu devletin yapmasının yanlış olduğu doğrudur, ama o zaman da yapmak isteyenlere izin vermeniz gerekir.
Sonuç olarak ‘láikçiler’, hak meselesini önemsemeseler bile, hiç değilse bu toplumsal ihtiyacın çağdaş evrenselliğini gözetmek zorundalar.
Star, 20.11.2006
|