|
|
|
Gözümüz Millî Eğitim Bakanının ve hükümetin üstünde |
Yavuz hırsız ev sahibini bastırır mı? Bir hikaye anlatayım da, siz karar verin. Belki de hikayeyi biliyorsunuz ama, ben yine de anlatayım.
Analar kundağa sarmamış bir dilencidir adam. Üstelik âmâdır. Her nasılsa yolda kalmış, kendisini terkisine atacak birini beklemektedir. O arada sicim gibi bir yağmur başlamıştır. Sonunda kendini kaldırır, bir atın önüne atar. “Ayağına türap olayım, Allah rızası için beni şehre bırak” der. Adam, “Terkimde karım da var, o olmasaydı alırdım” der ama, öbürünün yalvarışları kesilmez. Atlı naçar kabul eder. Karısı arkasında, dilenci önünde olduğu halde, uzun ve zahmetli bir yolculuk sonucunda şehrin meydanına gelirler. Atlı, “Buyur in” der demez, âmâ dilenci vaveylayı koparır: “Yetişin Müslümanlar, bu adam ben kör ve zayıf buldu, atımı gasp etmek istiyor!”
Adam ne olup bittiğini daha anlamadan etrafını çarşı esnafı sarar. Her biri bir laf söyler: “Utanmıyor musun! Adamı kimsesiz buldun, değil mi! Şu gözleri görmeyen gariban adama bu yapılır mı!..” Bu arada dilenci ortalığı velveleye vermeyi sürdürür. “Bu adamdan şikâyetçiyim; bizi kadıya götürün” der. Sonunda atlıyı çarşı esnafı derdest edip kadının huzuruna getirirler. “Kadı efendi” der âmâ adam, “Ben yolda atıma atlamış şehre iniyorken, bu adama yolda rastladım. Yalvardı, ayaklarıma düştü, ‘Ne olur beni de atına al’ dedi. O arada yağmur başladı. Dayanamadım, Allah rızası için aldım. Şehre gelince ‘Atımdan in’ demez mi, beynimden vurulmuşa döndüm; şikâyetçiyim.” Kadı adamı azarlar, atı sahibinin elinden alıp “at hırsızı” dilenciye teslim edilmesi kararını verir. Atın gerçek sahibi hâlâ olan bitene akıl erdiremez, ama yapacak bir şey de yoktur. “Hanım, hadi gidelim” der. Âmâ adam tekrar vaveylayı basar; “Ne! Kadı efendi atımı alamadı avradımı alacak; hem de senin huzurunda: At da benim, avrat da benim!” der. İş çatallamıştır, tabii ki hanım itiraz eder. Yeni bir celse açılır. Mahkeme sil baştan başlar.
Bizim uyanık, şöyle mırıldanmaktadır:
“Tuttuk bir dava; ya at kalır ya avrat!”
17. Milli Eğitim Şûrası’ndan çıkan karara yönelik itirazlar, tam da bu hikayedeki uyanığı hatırlatıyor.
Katsayı adaletsizliğinin başından beri savunulacak hiçbir yanı yok. Bu açık bir haksızlık. Aynı sınava soktuğunuz çocukların bir kısmını geriden başlatıyor, haklarını gasb ediyorsunuz. Ondan sonra da bunun adını “yarış” koyuyorsunuz. Yarışa Meslek Liseliler bilmem kaç sıfır geriden başlıyor. Bunun sebebi belli: İmam Hatip Okullarını bitirmek. İmam Hatip Okulları kimin? Milletin. Hepsini millet yapmış. Anadolu çocukları, devletin imkanlarını gasp edip aralarında pay eden bir avuç azgın azınlığa karşı bu okulları kalkan olarak kullanmış.
28 Şubat postmodern darbesi ile, bu azgın azınlık askeri bürokrasiyi maşa olarak kullanıp memleketin başına çökmüş. Milleti geri püskürtmek için hazırlanan 28 Şubat belgesinde, İmam Hatip Okullarının “imha” edilmesi maddesi de yer alıyor. İşte bu katsayı rezaleti, destek verenlerinin yüzünü sonradan kızartan 28 Şubat günlerinde çıkarılmış.
Şimdi 28 Şubat’ın açtığı yaralar sarılıyor. Andıçlanan gazeteciler arınmış. Darbenin kudretli generalleri birer birer tasfiye olmuş ve iplikleri pazara dökülmüş. Fişlenen sermaye, zincirini kırmış. Baskı altına alınan siyaset yavaş yavaş normale dönmeye başlamış. İmam Hatiplere uygulanan bu haksızlığın çoktan giderilmesi lazım. Ama hep ertelenmiş ve bu günlere gelinmiş.Hükümetin dahlinin olmadığı, üyeleri kadim prosedüre göre seçilen Şûra üyeleri, 4’e karşı 66 evet oyuyla, katsayı zulmüne hayır demişler.
O azgın azınlık, Şûrâ’nın kahir ekseriyetle aldığı bu karara yüzleri kızarmadan karşı çıkıyor. Evet, vicdanı olan hiç kimsenin savunamayacağı bu eşitsizliği, kimisi ideolojik yobazlığın bir sonucu olarak, kimisi sahibinin sesi olarak savunabiliyor. Tam fıkradaki uyanığın rolünü oynuyorlar. Bu hikaye, aslında bu memleketin son yüzyılının hikayesi.
Önce millete dönüp, yalvar yakar bizi de atınızın terkisine alın dediler. Millet acıdı, aldı. Millet “Hadi, düşün ensemizden” deyince, bastılar vaveylayı. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır sözünü hatırlatırcasına “At da bizim, avrat da” dediler.
Arsızlığın bu kadarına zor dayanılır, biliyorum. Ama durum bu. Herhalde şimdi kendi kendilerine, o yavuz hırsız gibi, “Tuttuk bir dava; ya at kalır ya avrat” diye mırıldanıyorlardır. Karınlarından…
Ey millet! Bu yavuz hırsızlara artık dur demelisiniz! Bu oyun bitmeli. Ortalığı velveleye vererek, uyanıklık yaparak milletin malını alıp kaçamayacaklarını göstermelisiniz.
Milletin gözü Milli Eğitim Bakanı’nın ve hükümetin üzerinde. Bakalım bu uyanıklara pabuç bırakacaklar mı?
Vakit, 19.11.2006
|
Arif ÇEVİKEL
20.11.2006
|
|
|
Şûrâda imam-hatip şamatası |
Sevgili okuyucular, 17. Millî Eğitim Şûrası toplandı. Maarif (Millî Eğitim) Şûraları, tâ Atatürk Dönemi’nden itibaren Türkiye’de uygulanan eğitim sistemi konusunda en üst istişarî merci olmuştur.
Daha önce, entipüften gündemlerle toplanan ve lafügüzafla dolu kararlar alan bazı eğitim şûraları alkışlanırken, tam yerinde ve zamanında, fevkalâde önemli gündem maddeleriyle toplanan 17. Millî Eğitim Şûrası, bir ‘jakobenler korosu’ tarafından neden tu kaka ediliyor dersiniz?... Hiç ‘eğitmen’ kafasıyla çağdaş eğitim anlaşılır mı?
(...) Ben, en çok da bu jakoben şamatacı takımın cehaletine üzülüyorum. Saatleri Şeflik Dönemi’nin iptidaî uygulamalarına takılmış; eğitimi okuma-yazma seferberliği ile köylülere marangozluk öğretmek zanneden; hâlâ Tonguç Baba’ya mersiye dizen ‘eğitmen’ kafasıyla çağdaş eğitim anlaşılır mı?!.. Modern eğitim ve öğretimin işleyişinden bîhaber bu zavallılara bir türlü, ‘demokratik eğitim’, ‘eğitimde sosyal talep’, ‘öğretimde yatay ve dikey geçişler’, ‘insangücü arzı ve talebi’ gibi ana kavramları; ‘orta dereceli meslekî-teknik insangücü açığı’ nı ve meslekî-teknik orta öğretimin asıl sorunu ile ‘kademeler arası ilişkiler’i anlatamadık gitti. Çünkü bunları anlayabilmek için ‘eğitim bilimi’ hakkında asgarî seviyede bilgi sahibi olmak ve peşin ideolojik varsayımlara saplanıp kalmamak gerekir. Eğitim konusunda kafalarında ‘İmam-Hatip ve başörtüsü düşmanlığı’ndan başka bilgi olmayan bu art niyetli papağanlara, bütün bunları nasıl anlatırsınız; yeni modern küresel eğitim programlarını ne şekilde izah edersiniz?!..
Eğitimde irtica, değişime karşı çıkmaktır
Bütün bunları, sadece kısa süren bakanlığı sırasında önemli reform programları hazırlayan ve 12. Millî Eğitim Şûrası’nı gerekleştiren eski bir millî eğitim bakanı sıfatıyla değil, Devlet Planlama Teşkilâtı’nda yıllarca çalışmış, Millî Eğitim Temel Kanunu ile birçok başarılı eğitim reformuna katkıda bulunmuş bir ‘eğitim uzmanı’ olarak yazıyorum.
İçinde benim de bulunduğum bir uzman grubu olarak DPT’de, orta dereceli meslekî-teknik insangücü arzının yetersizliği sebebiyle ortaya çıkan ‘insangücü açığı’nı karşılamanın yollarını araştırmıştık. 1970’li yıllara kadar, imam-hatip okulları dışında, orta dereceli meslekî-teknik okullara rağbet edilmiyordu. Çünkü, sadece genel lise mezunlarına yüksek öğretime geçiş imkânı tanındığı için, meslek okullarının itibarı genel liselere göre daha düşüktü. Meslek lisesi mezunları toplumda ‘mavi yakalı’ kabul ediliyor; genel lise mezunlarından daha aşağı bir sosyal statüde görülüyordu.
Bir eğitim sisteminde ‘sosyal talep’ dikkate alınmaz, demokratikleşme sağlanmaz ve ‘yatay-dikey geçişler’ serbest bırakılmazsa, aynen serbest piyasa ekonomisinde olduğu gibi, ‘insangücü talebi’ne uygun sayı ve kalitede insangücü yetiştirilemez ve ekonominin ‘insangücü açığı’ devam eder (TÜSİAD Başkanı, kulağını aç da dinle!).
Bu tesbiti yaptıktan sonra, 1970’li yıllarda ‘yatay ve dikey geçişler’i serbest hâle getirdik. Bunun üzerine, genel orta öğretimden meslekî-teknik orta öğretime hızlı bir yönelme başladı. Kısa zamanda meslekî ve teknik liseler öylesine itibarlı duruma geldiler ki, bu okullara girişte seçme sınavı yapılmaya başlandı. Ebeveynler ve öğrenciler şu hesabı yapıyorlardı: Genel liseye girerlerse üniversiteye giriş sınavını kazanamadıkları takdirde işsiz kalacaklardı. Halbuki meslek lisesine girdiklerinde, hem genel liselerden farksız şekilde ÖSS’ye katılabilir, hem de istihdam imkânına daha kolay sahip olabilirlerdi. Bazı katı kafalıların zannettiği gibi, yüksek öğretime geçişte yığılma olmazdı.
Tam da biz bu önemli sorunu çözümledik derken 28 Şubat ortaya çıktı. İmam-Hatip okulları düşmanlığı yüzünden, Türk eğitiminin ve ekonomisinin temeline dinamit konuldu. ÖSS’de konulan sınırlamalar, ‘dikey geçişleri’ daralttığı için meslekî-teknik okulların cazibesi yeniden azaldı ve imam-hatipler dışındaki meslekî-teknik orta öğretimde yüzde 35 oranında gerileme kaydedildi.
İşte, ‘eğitimde irtica’ budur. Eğitimde irtica, değişime karşı çıkarak eskiyi muhafazaya çalışmak ve böylece çağdaş eğitime zarar vermektir.
Nedir bu imam-hatip düşmanlığı?
Şimdi, 17. Şûra’nın bir komisyonunda yüksek öğretime girişte, kısıtlayıcı katsayı uygulaması kalksın kararı alınınca, bilcümle ‘devrim muhafızı’, laikçi papağanlar kıyameti kopardılar. Onlara kalsa, oligarşik bir aristokrasi haricinde hiç kimseye, hele halkın değerlerini benimsemiş halk çocuklarına üniversite kapılarını açtıramazsınız. Şu ‘imam-hatip düşmanlığı’nı yıllardır şaşkınlıkla müşahade ediyorum. Bu imam-hatip okulları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmî okulları değil mi? Devletin Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı değiller mi? Orada okuyan öğrenciler bizim evlâtlarımız değiller mi? Peki o takdirde bu düşmanlık niye?..
Bu okulları AK Parti İktidarı mı açtı? Şimdilerde laikçilik yarışında bulunan Demirel en fazla imam-hatip okulu açan politikacı değil mi? CHP dönemlerinde bile AK Parti döneminden daha fazla imam-hatip okulu açılmadı mı? Darbe dönemlerinde bu okullar kapatıldı mı? Eğer bu kurumlar gerçekten topluma zararlı kişiler yetiştiriyorsa (ki, bilâkis bu okul öğrencileri her türlü şiddet olaylarının ve zararlı faaliyetlerin dışında kalmışlardır), devlet olarak kapatırsınız; meşrû ve hukukî bir eğitim kurumu hakkında olmadık iftiralar atıp, düşmanca davranmazsınız. Bu okulları tahrip etmek için, koskoca bir meslekî öğretimi viraneye çevirmezsiniz.
Ne yapmalı?
Eğitimde yapılacak o kadar çok yenilik ve değişim var ki... Lâkin, değişime karşı çıkan gerçek ‘irticacıları’ aşabilmek şartıyla... Bunlardan hemen birkaç tanesini sıralayalım:
1. Eğitimde ‘demokratikleşme’, ‘özelleşme’, ‘yerelleşme’, ‘bireyselleşme’, ‘hareketlilik’ ve ‘yeni eğitim teknolojilerine geçiş’ sağlanmalıdır.
2. ‘12 yıllık öğretim’ kademelendirme yapılarak gerçekleştirilmeli ve ‘yaşam boyu eğitim’e geçilmelidir.
3. Bütün eğitim sisteminde ‘yatay ve dikey geçişler’ açık hâle getirmelidir.
4. Anayasa’nın 24. maddesindeki ‘din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretimi’ zorunlu ders olmaktan çıkarılmalı; diğer taraftan ‘din eğitimi ve öğretimi’ uygulamasına, isteğe bağlı olarak bütün ilk ve orta öğretim okullarında başlanmalıdır (Böylece, İmam-Hatip okullarına olan meslek edinme dışındaki talep, diğer genel ve meslekî-teknik okullara aktarılmış olacaktır).
5. YÖK kaldırılmalı ve yüksek öğretimin koordinasyonu görevi ‘Üniversiteler Arası Kurul’a verilmelidir. Yüksek öğretimde, akademik ve idarî özerklik sağlanmalıdır.
6. Yüksek öğretime geçiş sistemi yeniden düzenlenmelidir.
Radikal, 19.11.2006
|
Hasan Celal GÜZEL
20.11.2006
|
|
|
Hatırlamakta fayda var, Atatürk nasıl Cumhurbaşkanı oldu? |
Sanıyor musunuz ki Mustafa Kemal Çankaya’ya büyük bir mutabakatla çıktı. Alakası yok! Ali Şükrü’süz, Topal Osman’sız Atatürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini anlatmak mümkün değildir.
Atatürk önce meclisi seçti, sonra kendisini cumhurbaşkanı seçtirdi, ama yine de cumhuriyet ve kendi cumhurbaşkanlığı üzerinde tam bir mutabakat sağlayamadı. Bize anlatılan tarih ne yazık ki, Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün hiç tartışılmadan, son derece büyük bir kamuoyu desteği ile cumhurbaşkanı seçildiğini söyler. Yalan söyleyen tarih utansın!
Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığına giden yol anlatılırken hiç anlatılmayan çok önemli tarihi olaylar vardır. Şimdi... İsmet Paşa Lozan’a gitti geldi ve başarısız oldu. Atatürk İsmet Paşa ile Eskişehir’de buluştu ve Lozan hakkında bilgi aldı. Ankara’ya döndüğünde kendisini kimse karşılamadı. Rauf Orbay Başbakan’dı, ona niçin karşılanmadığını sordu. Rauf Orbay başbakanlıktan istifa etti. Meclis Lozan görüşmelerini değerlendirmek için toplandığında tam dokuz gün Mustafa Kemal eleştiri yağmuruna tutuldu. Mustafa Kemal’e açıkça yüklenemeyen milletvekilleri İsmet Paşa’ya yükleniyorlardı.
Hariciye Vekili İsmet Paşa gensoru ile düşürülecekti. Ama Atatürk Rauf Orbay’ın kendisinin Lozan Görüşmeleri’ne gitmek istediğini yayarak milletvekillerini böldü ve İsmet Paşa da Lozan’a geri döndü. Ali Şükrü Lazistan milletvekiliydi.
Bölgesinde yolsuzluk ve zulüm olduğunu mecliste yaptığı bir konuşmada anlattı. Bunun sona erdirilmesi için meclisin ağırlığını koyması gerekiyordu. Ali Şükrü Lozan Konferansı’ndaki başarısızlıkları anlattığı bir oturumda, “Savaşta kazanılan masada kaybediliyor” diyordu. Mustafa Kemal öfkesinden silahına sarılmış, Ali Şükrü de silahını çekmişti.
Mecliste yaşanan bu olaydan sonra Ali Şükrü evinden meclise giderken ortadan kayboldu. Diğer Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit Ali Şükrü’nün siyasi bir cinayete kurban gitmiş olabileceğini söylüyordu. Ali Şükrü’yü öldürenin Topal Osman olduğu ortaya çıktı. Ali Şükrü’nün cesedi bir kaç gün sonra Topal Osman’ın Çankaya’daki karargahının yakınlarında toprağa gömülü olarak bulundu. Topal Osman’ın karargahı top ateşine tutuldu. Topal Osman öldürüldü. Ziya Hurşit, Topal’ın öldürülmesini izlerin ortadan kaldırılması olarak yorumladı ve Ali Şükrü’nün ölümünden Mustafa Kemal’i sorumlu tuttu.
Atatürk meclisin dağılacağını ve seçime gidileceğini arkasından da Halk Fırkası’nın kurulduğunu açıkladı. Meclis dağıtıldı, Halk Fırkası (Partisi) örgütlendi. Mustafa Kemal partinin de başkanı oldu. Milletvekilleri Mustafa Kemal’in parti başkanlığından istifa etmesi gerektiğini söylediler.
Çünkü hem devlet başkanı hem parti başkanı olunmamalıydı. Atatürk milletvekillerini tersledi. Yeni yönetim şeklinde partiler değil parti olacaktı. Bu da Mustafa Kemal’in partisiydi. Bu gelişme üzerine silah arkadaşları Mustafa Kemal’den uzaklaşarak Rauf Bey’in önderliğinde toplandılar. Atatürk’ün etrafında sadece İsmet Paşa ve Fevzi Paşa kaldı.
Tahmin edileceği gibi Halk Fırkası her yerde seçimi kazandı! Milletvekili seçilenler Mustafa Kemal’in onayı ile seçildi. Halk Fırkası’nın seçim bildirgesi 6. maddesinde “Ordu mensuplarının refahlarını sağlamak esastır” deniliyordu.
Yeni Meclis toplandı. Çok sesliliğin olmadığı bir meclisti. Asker milletvekillerinin sayısı birinci meclise göre yüzde 20’ye çıkmıştı. Tüm ordu ve kolordu komutanları milletvekili seçilmişti. Buna rağmen yine de Mustafa Kemal’e muhalif yok değildi ve özgür bir oylamada milletvekillerine cumhuriyeti kabul ettirmek mümkün görünmüyordu.
Fevzi Paşa mecliste ordunun son askerine kadar Mustafa Kemal’in yanında olduğunu söyledi.
Atatürk hükümeti istifa ettirdi. Ortalık yeniden karıştı. Meclis yeni hükümeti kuramıyordu. İşte bu sırada Atatürk “Böyle gitmemeli, yarın cumhuriyet ilan edeceğiz” dedi. 29 Ekim günü “Bu koşullar altında hükümet kurmak imkansız.
Türkiye’nin bir cumhuriyet olmasına, başında da bir cumhurbaşkanı olmasına karar verdim.”
Oysa milletvekilleri Atatürk’ü hükümeti kursun diye çağırmışlardı. O rejimi değiştiriyordu. Önce Cumhuriyet ilan edildi. Oylamaya meclisin yüzde 52.7’si katılmadı. Arkasından Cumhurbaşkanlığı seçimine gidildi. Tek aday Mustafa Kemal’di. 334 milletvekilinin 158’i oylamaya katıldı, geri kalan 176 üye ise ne Cumhuriyet’in oylamasına ne de Cumhurbaşkanı seçimine katılmamıştı. Bu durumda Atatürk hem meclis başkanı, hem cumhurbaşkanı, hem Halk Partisi’nin başkanıydı.
Başkomutandı. Cumhurbaşkanı olduğu için Hükümet’i de kendisi atayacaktı. 1924’de değiştirilen Anayasa gereği Atatürk her dört yılda bir 1927, 31 ve 35’de tek aday olarak cumhurbaşkanı seçildi. Fakat yine de meclisin tamamının oylarını alamadı. 1927’de 335 üyeden 288’inin, 31’de 351 üyeden 289’unun, 1935’de de 444 üyeden 386’sının oyunu aldı. Atatürk işte böyle Cumhurbaşkanı oldu!
Bugün, 19.11.2006
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
20.11.2006
|
|
|
Fransa ile askerî ilişkilerin dondurulması |
Son günlerde basınımızda Fransa ile olan askeri ilişkilerimizin dondurulduğuna ilişkin ilginç haberlere rastlıyoruz. İlişkilerin dondurulmasını kim duyurdu?
Fransa ile mevcut askeri ilişkilerin dondurulduğuna dair haberlerin kaynağı, bendenizin basından takip edebildiğim kadarı ile Kara Kuvvetleri Komutanımız Sayın Org. İlker Başbuğ.
Sayın Başbuğ gazetecilerin konuya ilişkin bir sorusuna ‘tüm askeri ilişkilerin dondurulduğu ve karşılıklı ziyaretlerin iptal edildiği’ yönünde bir cevap veriyor ve böylece bizler de yani sıradan yurttaşlar da bu konuya ilişkin bilgileniyoruz. Basına bir gün önce yansıyan başka bir haberde Milli Savunma Bakanımız Sayın Gönül’ün de benzer bir açıklama yaptığını öğreniyoruz.
Fransa NATO üyesi bir ülke ve böylece yasal müttefikimiz ama bu ülke ile olan askeri ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu, bu ilişkilerin dondurlmasının, askıya alınmasının bizlere neler kaybettireceğini gerçekten bilemiyorum, bilmem de mümkün değil ama benim kişisel kanaatim çok da yaşamsal olmadığı doğrultusunda. Sivil bir demokraside böyle şey olabilir mi?
Ancak, kanımca meselenin önemi Türkiye-Fransa askeri ilişkilerini çok aşan bir noktaya ulaşmış durumda.
Sivil, ya da isterseniz normal bir demokraside, bir ülkenin başka bir ülke ile mevcut askeri ilişkilerini kesme kararını ancak ve ancak sivil otorite alabilir ve bu konunun da kamuoyuna duyurulmasını yine sivil otoritenin bir parçası olan ve yine normal bir ülkede Genelkurmay Başkanlığı’nın bağlı olduğu Milli Savunma Bakanlığı ya da konu çok önemli ise Başbakanlık ya da Dışişleri Bakanlığı yapar. Bizim ülkemizde ise bir NATO üyesi ülke ile askeri ilişkilerin askıya alınması kararını, görebildiğimiz, bilebildiğimiz kadarı ile askeri bürokrasinin bizzat kendisi alıyor ve kamuoyuna duyurma işini de yine bu bürokratik birimin üst düzey komutanları üstleniyor.
Nereden bakarsanız bakın ortada ciddi bir olağandışılık gözüküyor ve olağandışılık yine kanımca Türkiye-Fransa askeri ilişkilerinin geleceğine yönelik değil doğrudan Türkiye demokrasisinin özüne, tabiatına, işleyişine yönelik.
Yine basından izleyebildiğimiz kadarı ile Fransa, Sayın Başbuğ’un (Kara Kuvvetleri Komutanı) açıklamalarının doğru olup olmadığını Ankara’ya bir nota ile sormak istiyor. Paris Ankara’ya böyle bir soru yöneltmek istiyor ise buradan benim anladığım iki ülkenin normal makamları, mesela Dışişleri Bakanlıkları arasında henüz bir bilgi akışının gerçekleşmediği.
Bizim Genelkurmay meseleyi kendi muhatabı Fransa Genelkurmayına bildirmiş ise Fransa’nın bu ilişki türünü anlamaması ve meseleyi Dışişleri’ne sormak istemesi gerçekten çok normal. Fransa ile AB nazik sürecinde askeriyenin böyle bir inisiyatif almış olmasının nelere gebe olabileceği de ayrı bir tartışma konusu.
Sözün özü
Biz içeride demokrasimizi normalleştiremediğimiz sürece daha böyle çok ilginç!! gelişme ile karşı karşıya kalacağımız kesin. Sayın Başbuğ’un bu açıklaması karşısında Sayın Erdoğan ve Sayın Gül’ün ne düşündüklerini de gerçekten merak ediyorum.
Star, 19.11.2006
|
Eser KARAKAŞ
20.11.2006
|
|
|
|