Dünya da, Türkiye de bir anafora kapılmış gibi. Olayların akışı, mutlak diye tanımlanmış durumların hızla değişmesi insanın başını döndürüyor. İster istemez geçmişte olayları anlamlandırmaya yarayan kesinliklerden medet umuyor insan. Halbuki o kesinliklerin bugünün koşullarında hükmü yok. Ancak değişimin hızı, yönü ve ufuktaki tehlike içeren belirsizlikler karşısında da bilinene sığınmak en kolay, en sağlam çözüm gibi gelebiliyor.
Belki bayram sırasında gündelik hırgürün ötesinde hem bugünü anlamlandırmaya çalışmak, hem de yarının nasıl kurulabileceğiyle ilgili, hırslarla zehirlenmemiş bir düşünce çalışması yapmak mümkün olabilir. İçeride ve çevresinde pek çok belayla yaşamak zorunda olan Türkiye açısından böylesi bir durup, düşünme hayli de gerekli.
Bu ihtiyacın giderek yaygınlaşan şekilde hissedildiğini gösteren işaretler var ortalarda. Bunlardan biri Genelkurmay Başkanı ve komuta heyetinin çıkışlarının geçmişteki etkiyi yapmamış olmasıysa, bir diğeri de hiç kuşkusuz Mehmet Ağar’ın çıkışıydı. Kamuoyunun belli bir kesimi Ağar’ı kolayca içine sindiremez. Bir diğer bölümü ise onda muhtemelen dirayetli devlet adamı profili görüyordur. Ağar’ın sivilasker ilişkileri, terörle mücadelede siyasetin yeri ve toplumsal mutabakat gerekliliği hakkında söyledikleri bu nedenle her iki kesimi de şaşırttı.
Kapı açıldı ama giren yok
Ağar’ın bu çıkışları ve sözünün arkasında durması, Türkiye iç siyasetinde son dönemlerde yapılmış en anlamlı çıkış ve açılımdı. Bir bakıma siyasetin en temel kurallarından biri sayılan “radikal adımları muhafazakarlar atabilir” beklentisine uygundu. Onun ötesinde Türkiye’yi kilitleyen en çetrefil meselede siyaset alanını ferahlattı, ciddi bir tartışmanın önünü açtı.
Bu çıkışın normal koşullarda iktidar partisini yüreklendirmesi, milliyetçi görüneceğim diye askıya aldığı reform hamlelerine yeniden başlamasını kolaylaştırması gerekirdi. Ancak öyle anlaşılıyor ki iktidar partisi Ağar’ın açtığı kapıyı görmektense kendini CHP’nin olumsuzluktan beslenen muhalefetine endekslemeyi yeğliyor. Böyle yapınca da iktidarın son yılında Türkiye’ye yeni cumhurbaşkanı (ve o seçime bağlı olası gerginlikler) dışında ne verebileceği konusundaki endişeleri körüklüyor.
Tek zorunluluk: değişim
Türkiye’nin yeni bir toplumsal mutabakata ve gelecek vizyonuna duyduğu ihtiyaç artık iyice belirgin. Bu, Türkiye’nin iç dengelerinin yeniden kurulması, kalkınma modeli arayışları ve dış politikasında konumunun zorunlu kıldığı rasyonallikte hareket edebilmesi için gerekli. AB süreci bu arayışın nispeten daha kolay yapılabilmesi için bir araç. Son dönemdeki gerginlikler sürecin bu niteliklerini zayıflattı gibi görünse de hedef önemini kaybetmiş değil. Bu nedenle hedefin peşini, bazı AB üyesi ülkelere rağmen bırakmamak Türkiye’nin geleceğini kurmak açısından önemli.
Bir dönem ülkenin hedefe kenetlenmesini sağlayan süreç Kıbrıs nedeniyle kesilse dahi Türkiye’nin yeni bir kurgu yapma, kendisine vizyon oluşturma gereksinimi ortadan kalkmayacak. Tersine o çıpanın eksikliğine rağmen Türkiye gene de demokrasisini geliştirmek, laiklik ilkesini çağın gerçeklerine göre yeniden tanımlamak, Kürt meselesini iç savaşa yol açmadan çözmek, dış politikasında hezeyanlardan kurtulmak zorunda kalacaktır. Yani değişme zorunluluğundan kurtulmak mümkün değildir.
İçerideki ve Türkiye’nin etrafındaki karmaşa ile başa çıkmada geçerli olmayacak bir tek çizgi varsa o da geleceği kurmayı, geçmişin yöntemleri ve takıntılarıyla başarmaya çalışmaktır.
Sabah, 22 Ekim 2006
|