Günümüz Türkiye’sinin ekonomik tablosundan şikâyetçiyiz... Gelir az, ihtiyaç fazla, borç gırtlakta, işsizlik çığ gibi... Listeyi uzatmayayım...
Geçmişi hatırlayıp halimize şükredelim demek istemiyorum elbette. Ama bundan tam 64 sene önce yani 18 Ekim 1942’de hükümetin ekmeği karneye bağlama kararı aldığını, o dönemin koşullarında şeker kıtlığı dolayısıyla nişastaya asit katılarak gikoza dönüştürmek, çayı kuru üzümle içmek türünden yollar icad edildiğini, ordunun ihtiyacı dolayısıyla köylünün elindeki öküzlere el konulduğunu unutmamak lazım.
Kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’ydı yaşanan kıtlığın sebebi... Ankara siyasi bakımdan tam bir kararsızlık içindeydi. Müttefikler bastırdığında İngitere ve Fransa’yla ittifak anlaşması imzalanıyor, Almanya sert çıktığında yan çiziliyordu...
Hitler, ‘Alman orduları Türkiye hududuna 50 kilometre mesafede duracak’ teminatı verse de Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın aldığı kararla Büyükçekmece’den başlayıp Kırklareli ve Edirne’ye uzanan ve Çakmak Hattı diye anılan 200 kilometrelik surun inşası için ülkenin bütün kaynakları seferber ediliyordu. Ve İstanbul başta olmak üzere altı vilayette karartma uygulaması vardı. Sadece elektrikle aydınlanmayı değil o dönemde kaç evde elektrik olduğu ayrı mesele- temelde gaz lambasıyla aydınlanmayı sınırlayan bir karardı bu. Ampuller, lambaların cam aksamı maviye boyanırdı.
Vesika Ekmeği
Vesika Ekmeği diye bir kavram işte o günlerin eseri... Devlet herkes için bir gün yarım, bir gün çeyrek ekmek istihkakı belirlemişti. Ve alınması dağıtılan kuponlarla yapılırdı. Her gün ekmek karnesinin bir kuponu kesilir, fırıncıya verilirdi. Üstelik bugün tadını bildiğimiz ekmekten de söz etmiyoruz. Arpa ağırlıklı, buğday unu miktarı sınırlı, elenmeden üstün körü yoğurulduğu için, içinden taş, toprak, tahta parçacıkları ve pişmeyip topak halinde kalmış hamurun çıktığı tatsız tuzsuz bir şeydi 1940’ların ekmeği. İşgal günlerinden kalma francala kelimesiyle isimlendirilmiş Fransız ekmeği de vardı elbette ama Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Çankaya Köşkü’nde bunun yenilmesini yasaklamıştı.
Kızılay’ın aş ocağı kurup bedava sıcak yemek dağıttığı günlerden söz ediyorum. İnsanlar ellerinde teneke kaplarla yemek kuyruğuna girip saatlerce beklerdi. Şeker savaş öncesine kıyasla 30 kat pahalılaştığı için çayın kuru üzümle içildiği, uzun süre dayanması için ayakkabıların altına kabara denilen metal koruyucuların çakıldığı, izleri sonraki yıllarda da devam eden dönemdir bu. Örneğin savaş yıllarının etkisinin büyük ölçüde azaldığı 1948’de doğmuş olmama rağmen çocukluğumda hatta gençliğimde topuğuna ve burun kısmına demir çakılmamış ayakkabı giydiğimi hatırlamıyorum. Aynı şekilde bir yeri yırtılıp söküldüğünde ‘örücüye’ götürülüp onartılmamış elbise de. Kaldı ki elbise dediğimiz de yeni alınmış bir kumaştan değil, evdeki en yetişkin kişiden başlayıp yıllar içinde ters-yüz edilip yeniden dikile dikile en küçüğe kadar herkesin sırayla giydiği, arada boyaya yatırılarak rengi değiştirilen bir şeydi. Yamalı elbise giymenin doğal sayıldığı, aksinin istisna olduğu çok az kişinin palto giyebildiği yıllardı. Yoksullar çoğunluktaydı kuşkusuz, ama zengin insan var mıydı derseniz, pek yoktu. Gelire bağlı olmaksızın herkes aynı okula gider, aynı tür okul önlüğünü giyerdi.
Radikal, 22 Ekim 2006
|