“Asker sınıfı kendini toplumun bir ifadesi olarak görmüştür. Meşrutiyet subayı orduyu yalnızca Osmanlı devletinin kilit siyasal kurumu olarak görmüyor, varisi olduğu siyasal erki, öncelikleri ve ayrıcalıkları sahiplenerek koruyan, kendine özgü ayrı bir siyasal kimliğe sahip, kutsal ve dokunulmaz bir kurum olarak kabul ediyordu.
Ne zaman ki farklı örgütler ya da gruplar devleti subay sınıfının pençesinden çekip alacak siyasal bir siyasal güç edinmeye kalkışmış ya da bunu başarmışsa, subaylar üstünlüklerini yeniden kurmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi ve dağılması ve arkasından geriye kalan yaşamsal topraklarının işgal edilmesi, toplumsal kurumları yabancı denetim altına sokmuştur.
Subay sınıfı, yabancı varlığını üstünlüğünün erimesinin esas nedeni olarak algılayınca, üniformalarından aldıklarına inandıkları kurtarıcılık vasıfları nedeniyle Türk ulusunun kaderiyle kendilerini iyice özdeşleştirdiler.
Bu yüzden iddia ediyorum ki, neredeyse sürekli iç karışıklıkların ve dış çatışmaların yaşandığı bir dönemde, kaos içinde düzenin yeniden kurulabilmesi amacıyla çekirdek örgütlenmesi için birincil ve yönlendirici kuvvet orduydu. Gerek 1909’da, gerekse 1919’da askerler eylemlerini bu gerekçeyle meşrulaştırmış, böylesi durumlarda gelecekteki seçenekleri mümkün kılabilecek tek seçeneğin ordu olduğunu ileri sürmüşlerdir.”
Naim Tufan “Jön Türklerin Yükselişi” adlı kitabında Meşrutiyet’ten bu yana ordunun siyasetteki rolünü bu şekilde değerlendiriyor.
Gerçekten de ordu o tarihten bu yana, o dönemde meşrutiyeti, Cumhuriyet döneminde de sınırlarını kendilerinin belirledikleri demokratik bir rejimi sürdürüp korumayı amaçlamıştır.
Şimdi gerek AB yolunda atılan adımlar, gerekse iktidardaki partinin yapısı orduyu açıkça rahatsız etmektedir.
Ancak bu rahatsızlık Mehmet Ağar örneğinde olduğu gibi, iktidarla sınırlı kalmamaktadır. Ordu, muhalefetin siyaset alanının sınırlarını da belirleme çabası içindedir.
Türkiye’nin sivil siyasete soyunan liderleri de ordunun bu rolünü içselleştirmiştir açıkçası.
O yüzden Demirel ve İnönü Kürt realitesini tanımakla kalmış, Yılmaz “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” dedikten sonra bir daha sesini çıkarmamış, Çiller İspanya yolunda Bask modelinden söz edip sonra sözünü geri almış, Erdoğan ise Kürt Sorunu dedikten sonra bir daha sorun kelimesini ağzına almaktan çekinmiştir.
Ama Türkiye’nin geldiği noktada bu durum 10 yıl öncesinden çok farklıdır. Askerin siyasetteki rolü toplumun önemli bir kesiminde rahatsızlık yaratabiliyor.
Bütün müdahalelerin onay mercii Washington’ın AB’yi tek hedef olarak göstermesi, ordunun da AB hedefini bir kalemde silip atamıyor olması oyun sahasını daraltıyor.
Bu açık komutanların balans ayarı olarak gördükleri açıklamalarla kapatılmaya çalışılıyor.
AB’de tren kazası meydana gelmediği sürece bu gerilim ortamının böyle süreceği anlaşılıyor. Ancak AB projesinin kazaya uğraması her şeyi sil baştan yaptırabilir tabii.
Sabah, 18.10.2006
|