Kaç Fransız, ordusunun genelkurmaybaşkanının adını bilir? Kaç İngiliz, kara kuvvetleri komutanını tanır? Kaç İtalyan, deniz kuvvetleri komutanının resmini görmüştür? Çok az kişi...
Ama bizim yalak basınımız, ‘yüksek bürokratların’ ağzının içine bakar. Adli yıl başlangıcında, meclis açılışında, ders yılı başlarında yapılan ‘sembolik’ ve sıradan konuşmalar bile neredeyse ‘manifestoya’ dönüştürülerek verilir... Aslında bu konuşmalar ‘yapılmasa da olur’ türünden şeylerdir, ne yani, paşa askeri öğrencilere ‘matematik çalışın, edebiyatı boşverin’ mi diyecektir? Yargıtay başkanı ‘efendi olun, suç işlemeyin’ diye öğüt mü verecektir, yoksa cumhurbaşkanı ‘dalga geçmeyin, güzel kanunlar çıkarın’ şeklinde bir yol mu gösterecektir?
Hayır, bu konuşmalar basın tarafından neredeyse ‘Amasya genelgesi’ gibi algılanırlar ya da pazarlanırlar. Paşanın Harbiye’ye gelişi de Atatürk’ün Sivas’a gelişi gibi işlenir.
Basın dedik, basının hükümet tarafından avantası kesilmiş ve eski havasını bulamayan kanadı tabii...
Böylece, yüksek bürokratların bu tür günlerde ettikleri her lafın ardında da derin hikmetler aranır.
Oysa onlar ‘genelgeçer’ konuşurlar.
İrtica tehlikesi vardır, ülkemiz iç ve dış düşmanların tehditleri altındadır, milli birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyacımız olduğu günler yaşamaktayızdır, bölünmez bir bütünüz, yurtta sulh cihanda sulh, muasır medeniyet seviyesi, vesaire.
Aslında basın, büzüğü sıkmadığı için, canalıcı soruyu açık açık soramamaktadır da dolambaçlı yollardan yanıt bulmaya çalışmaktadır. Sorup da soramadığı soru şudur: ‘Darbe var mı paşam, darbe?’
Paşanın bunu çok kötü tersleyeceğini bilirler, onun için birinci sayfalarda lafazanlığa koyulurlar: Paşadan tarihi uyarı... Cumhurbaşkanı laikliği savundu... Komutandan Atatürkçülük dersi... Falan filan.
Bu yaratılmak istenen farfaranın altında, elbette, ‘paşa darbe yapsa da şu hükümetin yerine bize avanta verecek kafa dengi bir hükümet gelse’ özlemi yatmaktadır.
Yazarlarsa kendilerini kodeste bulacaklardır, onun için umutla beklerler.
Ve de, basının önemli görevlerinden biri olan eleştiri görevi de, bir avuç cesur yazarın sütüne kalır.
Mehmet Tezkan kardeşim de yazdı ya, naçizane ben de yazayım: Sayın cumhurbaşkanının konuşmasından derin bir hayal kırıklığı duydum.
Başdöndürücü bir hızla değişen dünyada Türkiye’nin yeni yerinden sözetmedi. Dünyanın ve Türkiye’nin nereden gelip nereye gittiğine değinmedi. Strateji ve taktik belirlemedi. Önümüze hedef koymadı. Ekonomi konusuna hiç girmedi, dış politikada dişe dokunur hiçbir şey söylemedi. Tutmamız gereken safları, gitmemiz gereken yolları göstermedi.
Çünkü sayın cumhurbaşkanı, bu soruların yanıtlarını kendisi de bilmiyor!
Beylik bir konuşma yaptı. Herhangi bir ‘ortamektep yurttaşlık bilgisi hocasının’ da rahatlıkla yapacağı bir konuşma.
Peki böyle yapacaktı da, bu konuşmayı niçin yaptı?
‘İrtica tehlikesine’ dikkat çekmek için.
Keşke milletvekillerine, bizim önerdiğimiz gibi ‘dalga geçmeyin, güzel kanunlar çıkarın’ deseydi, daha ‘fonksiyonel’ olurdu.
Akşam, 3.10.2006
|