Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman onlara bir peygamber gönderilse onu alaya alırlardı.

Yâsin Sûresi: 30

04.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Çok konuşanın hatası çok olur. Hatâsı çok olanın günahı çok olur. Günahı çok olana ise Cehennem daha lâyıktır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3744

04.10.2006


Ramazanda ibadetlerdeki manevî ortaklık

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Ve o mübarek şehirde ettiğiniz duâların, Cenâb-ı Hak yanında makbul olmasını Erhamürrâhimînden niyâz ederim.

Saniyen: Bu seneki Ramazan-ı Şerif hem âlem-i İslâm için, hem Risâle-i Nur şakirtleri için gayet ehemmiyetli, pek çok kıymetlidir.

Risâle-i Nur şakirtlerinin iştirâk-i âmâl-i uhreviye düstur-u esasiyeleri sırrınca, herbirisinin kazandığı miktar, herbir kardeşlerine aynı miktar defter-i âmâline geçmesi, o düsturun ve rahmet-i İlâhiyenin muktezası olmak haysiyetiyle, Risâle-i Nur dairesine sıdk ve ihlâsla girenlerin kazançları pek azim ve küllîdir. Herbiri, binler hisse alır. İnşaallah, emval-i dünyeviyenin iştirâki gibi inkısam ve tecezzî etmeden, herbirisine, aynı amel defterine geçmesi, bir adamın getirdiği bir lâmba, binler aynaların herbirisine aynı lâmba inkısam etmeden girmesi gibidir.

Demek, Risâle-i Nur’un sadık şakirtlerinden birisi leyle-i Kadrin hakikatini ve Ramazan’ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakikî sadık şakirtler sahip ve hissedar olmak, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeden çok kuvvetli ümitvârız.

***

Aziz, sıddık, mübarek, kahraman kardeşlerim,

Evvelâ: Bu mübarek Ramazan’da, iştirâk-i âmâl düstur-u esasiyle, herbir has kardeşimizin kırk bin dili bulunan bir melâike hükmünde, kırk bin dillerle, yani kardeşlerin adedince manevî dilleriyle ettikleri ve edecekleri duâlar, rahmet-i İlahiye nezdinde makbul olmasını, o lisanlar adedince, Cenâb-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz. Bu mahiyetteki Ramazan’ınızı tebrik ediyoruz.

Kastamonu

Lâhikası, s. 65

***

Mübarek Ramazan’ın Leyle-i Kadir sırrıyla, seksen üç sene bir ömr-ü manevî kazandırması sırr-ı hikmetiyle ve Risâle-i Nur’un şakirtlerindeki sırr-ı ihlâsla, tesanüd ve iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla, herbir sadık şakirt, o fevkalâde manevî kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki:

Bu daire içinde kırk bin, belki yüz bin halis, hakikî mü’minlerin içinde hakikat-i leyle-i Kadri elde edecek bir, iki, on, yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavîdir.

Sırr-ı ihlâsla ve iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikate müteveccihen, bu Ramazan-ı Şerif’te herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farz edip, nun-u mütekellim-i maalgayrı, yani daima “Bizi mükâfâtlandır, bize merhamet et, bizi bağışla, bize muvaffakiyet ihsan et ve bizi doğru yoldan ayırma. Bu leyle-i Kadri, hakkımızda bin aydan hayırlı kıl” gibi kelimelerde “Biz (Nâ)” içinde umum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhassa, en zayıf olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde, o hususi niyetle yardım etmektir.

Kastamonu Lâhikası, s. 138

Lügatçe:

iştirâk-i âmâl-i uhreviye: Ahirete yönelik amellerde ortaklık.

defter-i âmâl: Amel defteri.

emval-i dünyeviye: Dünyevî mallar.

inkısam: Kısımlara ayrılma, bölünme.

tecezzî: Parçalanma.

vüs’at-i rahmet-i İlâhiye: Allah’ın geniş rahmeti.

tesanüd: Dayanışma.

nun-u mütekellim-i maalgayr: Konuşan kimsenin kendisinin de içinde bulunduğu bir cemaata ait fiili ifade eden kelimelerin sigasıdır.

04.10.2006


Bediüzzaman’ın yeğeni Suad Ünlükul’u rahmetle anıyoruz

Suad Ünlükul, Bediüzzaman Said Nursî'nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul'un oğludur.

1929'da Osmaniye'de doğdu. Eskişehir'de Trafik Başkomiserliği, Konya'da Ahlâk Zabıta Başkomiserliği ve Gülşehir'de Savcı Kâtipliği olmak üzere yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptı. 4 Ekim 1993'te Pazartesi günü İstanbul'da vefat etti.

Suad Ünlükul, amcası Bediüzzaman'ı hayatında bir defa görmüştür. Kendisi bu görüşmesini şöyle anlatır: “Emirdağ'a inince, rastladığım bir kahveci garsonuna sordum: ‘Bediüzzaman nerede oturuyor?’

“Garsonun tarifiyle az sonra Seyda'nın kapısının önündeydim. Seyda'nın eşiğine bile ulaşmak artık benim için saadetlerin en büyüğüydü.

“Kapıya Tahiri Ağabey (Mutlu) çıktı. ‘Gel Suad’ diye çağırdılar. İçeride beni karşılayan Zübeyir Ağabey (Gündüzalp), ‘Gel Suad, Üstad seni bekliyor, dün mü çıktın yola?’ dedi.

“Sanki tepemden bir kazan sıcak su dökülmüş sandım. Benim geldiğimi, geleceğimi nasıl işitmişti?

“‘Üstadın haberi var mı geleceğimden?' dedim.

“Zübeyir Ağabey, 'Üstad geleceğini bize söylemişti' dedi. İçeri girdim, çok heyecanlanmıştım. Eline kapandım.”

(Son Şahitler, c. 3, s. 354)

04.10.2006


Takvim

Sabır, şükür ve duâ ile

Geldik, on birinci güne.

Mü’minler giderken iftara,

Sanki gidiyorlar düğüne.

Ferhat ÖĞMEN

04.10.2006


Orucun kazandırdığı şeffafiyet

Oruç tutan insan bilir ki:

Oruç, insanı ruhuna, özüne ve şeffâfiyetine götüren bir nefis terbiyesidir. Açlığı içinde farklı bir rahatlama, lâtif ve şeffaf özelliklerinin açığa çıkmasının huzurunu hisseder. Varlık âleminde işleyen temel sırlardan biri şeffafiyettir. Bu sırra mazhar olanlar, cismen ve şeklen kendilerini ön plana çıkarmazlar. Eşya içerisindeki işleyişleri, daha derinden ve nüfuz etme şeklindedir. Bu yüzden şekilleri, sınırladıkları belirli bir alan, katı bir yapıları yoktur. Her şeye, her şekle uyum sağlayabilecek derecede esnektirler, ancak her şeyin içine nüfuz ederek hayatî fonksiyonlar icra ederler. Bunun zıddı ise, Risâle-i Nur terminolojisinde teşahhusât şeklinde yer almaktadır. Teşahhusât sırrına mazhar olanlar ise daha katı, şekilleri belirgin olan ve belirli bir alanı sınırlamış varlıklardır. Nüfuz edebilmeleri, hatta aynı alanda bir başka varlıkla bir arada bulunabilmeleri bile çok zordur. Çoğu zaman mümkün değildir. Haliyle, sınırladığı alanda mutlak hâkim olduğu hissini uyandırır. Varlık âleminde şeffafiyetin en güzel örnekleri nur (ışık, elektromanyetik dalgalar), hava ve sudur. Bu maddeler her yerde her şeyin içinde bulunup çok önemli görevler icra etmelerine rağmen o nesnelere şekillerini vermeye çalışmazlar. Havasız ve susuz hayat olmaz, ancak bu hayatî fonksiyonlarını varlıklarından bile haberdar olunmayacak şekilde icra ederler. İnsan bedeni ve dünyanın yaklaşık dörtte üçünün su olduğu bilinmektedir, ancak bunlara dışarıdan bakıldığında suyun var olduğu bile belli değildir. Diğer taraftan kayalar, taşlar ve bütün katı nesneler belirli bir alanı sınırladıkları ve oraya hâkim olduklarını hissettiren, geçit vermez ve esnemez bir hali temsil etmektedirler. Sevgiyle insanları kuşatarak onları belirli bir şekle sokma gayreti şeffafiyeti, siyaset ve otorite yoluyla baskıyla aynı fiil teşahhusâtı ifade etmektedir.

Çevremizde cereyan eden oluşlar, yani kâinat ya da kevnler, varlıklar âlemi sürekli bir şeyler anlatma çabası içinde. Şimşeğin çakışında, yağmurun sağnak sağnak inişinde, rüzgârın uğultusunda, dağların görüntüsünde, kısacası varlık âleminde ne var ve hangi işleyiş varsa hepsinde pek çok anlamlar yüklü ve her haliyle bir şeyler anlatmak istediklerini ifade ediyorlar. Bu yapıların bir kısmı şeffafiyeti, bir kısmı teşahhusâtı yansıtıyorlar.

İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık âleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu, yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması, yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.

Oruç ile kısmen maddî alandan elini çekmek ve maddeden mânâya yöneliş, bir boyutu ile teşahhusattan şeffafiyete geçiştir. Oruç tutan insan bu şeffafiyetin rahatlığını, suyun inşirah verici halini bu hal ile hisseder.

Hakan YALMAN

04.10.2006


SORULARLA ORUÇ

İmsak girdikten sonra ezan bitinceye kadar yemeye ve içmeye devam edilebilir mi?

Ezan okunmaya başladığı anda yeme ve içmeye son verilmelidir. Ezan bitinceye kadar yemeye ve içmeye devam etmek orucu tehlikeye sokar.

Ülkemizde genelde ikinci fecirde, temkin vaktinin bitiminde ezan okunarak imsak vaktinin geldiği îlan edilmektedir. Netice olarak, ezan başlangıcında yeme ve içmenin kesilmesi ve oruca başlanması Kur’ân’ın ölçülerine uygun düşer. Eğer ezan okunmazsa, takvimlerde veya imsakiyelerde belirtilen imsak vaktine uyulması yeterlidir. İmsak vakti girdikten sonra, artık yemek ve içmek haramdır. Sabah namazının farz olduğu vakit de, bu vakittir.

Süleyman KÖSMENE

04.10.2006


Takvim

Bugün on birinci gündür

Kıymetlendir, gün bugündür

Günler ne çabuk geçiyor

Ömür çay gibi akıyor.

Celal YALÇIN

04.10.2006


Dörtlük

Nefsin arzularına râm olma deli gönlüm.

Gözlerimde pişmanlık yaşları, seli, gönlüm.

Misafirsin burada, kalben bağlanmak hata.

Dünya sür’atle geçer, durmuyor, beli, gönlüm.

Abdülkadir MENEK

04.10.2006


Sabır

“Sabır insana önce zehir gibi olur, fakat fıtrata yerleşirse bal olur.”

(Zübeyir Gündüzalp)

Güzel ahlâkın özelliklerinden bir tanesi de sabırdır. Sabır olaylar karşısında dayanıklı olmaktır. Tahammül göstermek, dayanmaktır. Bunun zıddı aceleci olmaktır.

Acelecilik çoğu zaman insanı büyük hatalara yöneltebilir. Yanlış kararlar vermeye sebep olabilir.

Hz. Muhammed’in (asm) hayatına baktığımızda, yüksek ahlâkın bir parçası olan sabrın en zirve noktasını onda görmek mümkündür.

Sabrı şu üç yerde kullanmak gerekir:

Günahlara karşı sabır: Günahları işlememek için direnç göstermek.

İbadette sabır: İbadetin güçlük ve zorluklarına karşı sabır göstermek ve ibadeti sürekli olarak yapmaya devam etmek.

Musibet ve belâlara karşı sabır: Maddî veya manevî belâ ve hastalıklara karşı Allah’a teslimiyet içerisinde olmak.

Sabır kurtuluşun anahtarıdır. Bu konuları göz önünde bulunduran insanlar, Allah’ın kendilerine verdiği sabır kuvvetini gereği gibi kullanarak huzuru elde ederler.

Mehmet ERBAŞ

04.10.2006


Duâ zamanı

Vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi. Bediüzzaman’ın kitaplarından okuduğum bu cümle ilk duyduğum anlardan itibaren o kadar hoşuma gitmiş, o kadar benim gibi birisine hitap etmişti ki anlatamam.

İnsan en çok bunaldığı zaman Rabbine sığınır, en ihtiyacı olduğu zaman O’ndan ister.

Duâ zamanı özel anlardır. Duâ zamanı bilinmezlerin kapılarının çalındığı, şefkat ve merhamet saraylarına sığınıldığı vakitlerdir.

Kabul görülen, reddedilmeyen zamanları iyi bilmek gerek.

Kum gibi insanların her birinin kalbinden geçenleri duyup işten, her arzuya cevap veren, her ihtiyacı gideren bir sahibimizin olduğunu bilmek insanı nasıl da güvende hissettiriyor.

Bire on, bire yüz, bire bin sevab ve karşılık verilen bu mübarek ay, aslında bizler için yakalanması gereken çok önemli fırsatlardır. Senede bir aylık bir şans, bir yıllık zaman içerisinde onca günah ve vebali temizlemeye vesile olacak ibadet ve kulluk için insanlara bahşedilen müstesna zamandır Kur’ân ve Oruç ayı.

Çaresizliğin ve garipliğin cevaplandığı aydır duâ ayı.

İbadetlerin ve sevapların cevaplandırıldığı aydır bu ay.

Açlığın ve susuzluğun işitildiği, halsizliğin ve zayıflığın gözetildiği bir aydır.

Verenlerin övüldüğü, arayanların bulduğu, arananların sevindiği bir aydır.

Her bir harfine binler sevap yazıldığı Kur’ânî ve İlâhî aydır.

Her zerrenin, her kimsenin, her duygunun, her halin ve hareketin defterlere yazıldığı bu ay eşsiz bir fırsat değildir de nedir?

Ey Hâlıkımız!

Ey Rabbimiz!

Ey sevdiğimiz ve kendisine muhtaç olduğumuz Yaratıcımız, sahibimiz!

Ellerimizi Sana açtık. Yüzümüzü sana çevirdik. Olanca safiyetimiz ve mahcubiyetimiz içinde kapındayız. Duâ ayının hürmetine ve Sana açılan eller adedince yalvarıyoruz. Seni sevmenin ve Sana kul olmanın arzusuyla yandır bizi.

Oruçlu ağzımızla Senin rahmetini ve merhametini dileniyoruz.

Bizi bize tanıttır, bize Seni tanıttır.

Âmin Allah’ım, âmin…

Hülya YAKUT

04.10.2006


İhlâs Sûresinin nâzil olması

Darü’l-Erkam’da toplanan sahabeler Peygamberimizi (asm) pür dikkat dinliyorlar ve yeni nâzil olan sûreleri öğrenmeye çalışıyorlardı. Peygamberimiz de (asm) yeni nâzil olan vahiyleri burada kâtiplerine yazdırıyor ve sahabelerine öğretiyordu. Onların sorularına cevap veriyor ve dertleri ile ilgileniyorlardı. Sahabeler de burada öğrendiklerini evlerine ve akrabalarına götürerek onlara da öğretmeye çalışıyorlardı. Mekke’de çalışmalar bu şekilde devam edip gidiyordu. Müşrikler ise sahabelerin bu çalışmalarına engel olmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı.

Peygamberimiz (asm) İhlâs Sûresinin nâzil olduğu gece sahabelerine bu sûreyi talim etti. Kâtiplerine yazdırdı ve Hz. Cebrail’in (as) sûrenin önemi ve fazileti hakkında kendisine öğrettiği şeyleri de sahabelerin soruları ve istekleri üzerine öğretiyordu.

Peygamberimiz (asm) İhlâs Sûresini öğrettikten sonra buyurdu: “Allah’ın kelâmı olan bu Kur’ân bize Tevhid, Haşir ve Nübüvvet hakikatlerini ders vermektedir. İhlâs Sûresi bu üç hakikatten Tevhidi tamamıyla ders verdiği içindir ki Kur’ân’ın üçte birine denktir.”1

Sonra devam etti: “Sizden herhangi biriniz yatarken Kur’ân’ın üçte birini okumaktan aciz olur mu?” Sahabeler: “Buna kim güç yetirebilir yâ Resulallah!” dediler. Peygamberimiz (asm) cevap verdi: “Sizler yatmadan önce üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyamaz mısınız? Bunu yaparsanız Kur’ân’ın üçte birini okumuş olursunuz” buyurdu.2

Sahabeler bu müjdeli haberden o derece memnun ve mesrur oldular ki bundan sonra yatmadan önce yatağa uzanan sahabeler artık bunu terk etmemeye özen gösteriyorlardı. Peygamberimiz de (asm) İhlâs ve Muavvizateyn (Felak ve Nâs) sûreleri nazil olduktan sonra sahabelerine devamlı olarak bu sûreleri tekrar tekrar okumaya, Allah’ı ihlâs okuyarak zikretmeye, Muavvizateyn okuyarak her türlü şerden Allah’a sığınmaya ve imanı yenileyerek artırmaya teşvik ediyordu.

Bir gün sahabelerden birisinin “İhlâs Sûresini” devamlı okuduğunu duyunca “Vacip oldu! Vacip oldu!” buyurdu. Yanındaki sahabeler sordular. “Ya Resûlallah vâcip olan nedir?” Peygamberimiz (asm) buyurdu: “İhlâs Sûresini okuyana Cennet vâcip oldu”3 Bunu duyan sahabeler, Peygamberimizden (asm) duyduklarını hemen birbirlerine naklettiler ve anlattılar. Cennetin kendilerine vacip olması için İhlâs Sûresini dillerinden düşürmemeye başladılar. Ne zaman boş kalırlarsa İhlâs Sûresini okuyorlar ve bunun faziletini birbirlerine anlatıyorlardı.

Dipnotlar:

1- Sabuni, 3:622; Şeyh Mensur Ali Nâsıf, Tâc, 4:25

2- Ali Nâsıf, Tâc, 4:25; Münziri, Terğib ve Terhib, 2:380; İbn-i Kesir, Tefsir, 4:608

3- Terğib ve Terhib, 2:380; Tâc, 4:26

M. Ali KAYA

04.10.2006


Onuncu ve On Birinci Sözler

“Evet, Kur’ân’ın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyânâtı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-i âlemin muammâsını açan beyânât-ı kevniyesi, ihbârât-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.

“Hem Kur’ân gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve o hakaik-ı kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyâtından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü ‘Sadakte’ deyip o hakaikı kabul eder, Kur’ân’a ‘Bârekâllah’ der. Bu kısmın, kısmen On Birinci Söz’de izah ve ispatı geçmiştir; tekrara hâcet kalmamıştır.

“Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kur’ân’ın gösterdiği yollarla, onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Söz’de, Kur’ân’ın şu ihbârât-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir; ona müracaat et.”

(Sözler, s. 370-371)

Fatma ÖZER

04.10.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Şükretmek borcumuz

İbrahim bin Ethem Hazretleri hükümdarlığını, tacını ve tüm varlığını terk ederek kulluk tacını giyip Horasan’dan ayrılınca, Belh’e Şakik Belhî’nin eşiğine kemale ermeye gitti. Şakik Belhî sordu:

“Ülkenin fakirlerini ne halde bıraktın?”

İbrahim bin Ethem:

“Olduğu zaman şükrederler, olmadığı zaman sabrederler; dilencilik etmezler.” dedi.

Şakik Belhi dedi ki:

“Bizim Belh’in köpekleri de böyle yaparlar.”

İbrahim bin Ethem:

“Sizin fakirleriniz nasıl yaparlar?” diye sordu.

Şakik Belhi:

“Bizim fakirlerimiz olmadığında şükrederler, olduğunda daha muhtaçlara verirler.” dedi.

İbrahim bin Ethem:

“Doğru söylüyorsun. Böyle olmalı.” dedi ve Şakik’in başından öptü.

Süleyman KÖSMENE

04.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004