Bizdeki siyaset de “kendi yapacağından” çok “başkalarıyla” ilgili. “Ne yapacağını bilmeyince” de hep başkalarının oyununu oynamakta.
AB Parlamentosu’nda bir zırtapoz seçmenine şov yapıyor; hop oturup, hop kalkıyoruz. Talabani garip, anlamsız, muhtemelen psikolojik tepkiler veriyor, gerginleşiyoruz. Fransa’nın sığ siyaseti, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri için Ermeni oylara yatırım sinyali yakıyor, öfkemiz doruğa çıkıyor. Hollanda aynı ve ucuz yerel yatırımı yapıyor, dehşetle irkiliyoruz.
Dışardan gelen tepkilerin bu kadar çabuk güdümüne girmek ve bu kadar enerjiyi “dış uyaranlara” ayırmak yerine, sorunları çözecek formül üretip kararlı bir şekilde onların peşinden gitsek, büyük bir olasılıkla zaten bu kadar çok abuk sabukluğun hedefi olmayacağız.
“AB ile en geç 5 yılda müzakereleri bitirip, 2014’te tam üyelik” için ne yapmamız ve nasıl bir strateji izlememiz gerektiği gündemde değil. Ermeni diasporasının varlık nedeni haline gelen “soykırım iddiası” için geliştirilecek siyaset de ortalıkta yok.
“Terörün durma” ihtimaliyle yeniden çıkan “sorunu çözme” imkânını nasıl kullanacağız, o soru da askıda. Meselelerini çözmek konusunda bu kadar aldırmaz duran bir toplumsal irade olabilir mi? Biz sadece sinirlenmek, öfkelenmek, tepki vermek ve sorunlarımızı asla çözmemeye yeminli miyiz acaba?
*
Galiba öyle. Sanıyorum bu gariplik bize İttihat ve Terakki’den intikal etmiş. Osmanlı’nın batmasında başrollerden birini oynayan İttihat ve Terakki için asıl olan “sorunu çözmek” değil, “iktidarı bırakmamak”tı. Örneğin ilk bildirisi “çakıl taşı bile vermeyiz” mealindeydi. İmparatorluğu batırdılar, milyonlarca kilometrekare toprak kaybettiler. “Çakıl taşı bile vermeyeceklerdi” ama buna uygun politikaları yoktu. Tutarlı bir dış politika yerine içerde rakiplerini vurdurmayı tercih etmişlerdi. Bir kısım vatandaşlarını bile düşman görmüşlerdi.
Durum değişmedi. Gerçek sorunlar, koltuk kavgası yapanların umurunda olmaz buralarda. Büyük laflar edilir, içerde rakiplerle itişilir, kalıcı çözümlerle ilgilenilmez, sorunlar büyür gider. Önemli olan iktidarın sahibi olmaktır.
Hükümete karşı askeriyenin muhalefet yaptığı, yasamanın hiçe sayıldığı, içinde aşiret yapılanması benzeri iktidar odakları oluşan bir devlet gördünüz mü hiç? Devlet, toplumsal aklın belirlediği çıkarın icra organıdır. Kararları vatandaşın zenginlik ve özgürlüğünü artırır. Böyle bir şey var mı burada? Türkçülük kervanına katılan neo-faşistler “vatandaşının Avrupa’nın en fakiri” kalmasından gocunmuyor ama edebi metinler kanını kaynatıyor.
Mukayesesiz “tatava milliyetçiliği” bu. Vatandaşının durumunu diğer ülkelerin vatandaşlarıyla kıyaslayarak, buradaki insanların hayat standartlarını da o düzeye çıkarmaya uğraşmak yerine hamasete abanmak. Projesi, öngörüsü, araştırması olmayan boş lafları da milliyetçilik diye yutturmak. Amaç Türkiye değil çünkü, amaç iç siyasette iktidar kapmak.
Bir yaşına gelmeden ölen bebekleri konu edinmeden “Türklük” konuşulmakta. Türklerin ölen bebeklerine aldırmayan bir Türkçülük... 41 milyon seçmen var ama sadece beş milyonu vergi veriyor. Vergi almayan bir devletle vergi vermeyen bir vatandaş topluluğu. Bunlara devlet ve vatandaş denebilirse tabii.
Kabilelerin yerel iktidar için birbirlerinin gözünü oyduğu bir yer Türkiye. “Başkalarını” bu kadar ciddiye almak yerine sorunları çözmeye yönelik çareler aramaya da kimse aldırmıyor bu yüzden. Biz sorunlarımıza kalıcı çözümler üretmedikçe de her geçenin bir vole patlattığı patlak topa dönüyoruz.
“Onlara böyle davranma cesaretini verecek ne yapıyoruz” diye de sormuyoruz.
Sadece bağırıyor ve içerdeki rakiplerimizle hukuka aldırmadan itişiyoruz. Böyle yapınca da ne devlet düzeni kalıyor, ne toplum refahı. Bir gün gerçek bir devlet olabilecek miyiz, vallahi bilemiyorum.
Sabah, 30.9.2006
|