|
|
|
Türkçe ezan TSK’yı yıpratmıyor mu? |
Bayrağı rektörlerden kuvvet komutanları devraldı, askerî okulların açılışlarında laiklikten irticaya, Avrupa Birliği’nden bölücü teröre değin uzanan geniş alanda peş peşe görüşlerini dile getiriyorlar, her konuşma da kamuoyunda yankı buluyor.
Son olarak Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu konuştu, devrim-karşı devrim derken konuyu Türkçe ezana getirdi ve ‘Türkçe ezan çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra karşı devrimcilere verilen bir ödün olarak ortadan kaldırıldı.’ dedi.
Bu sözleri görmezden gelmek ve yadırgamamak elde değil. Ramazan’ın manevi ikliminin yaşandığı bir ortamda ezan konusunun şu şekilde gündeme gelmesi çok anlamsız ve yersiz... Artık çok gerilerde kalmış bir tartışma bu. 3 Kasım seçimlerinde milletvekili adayı Yaşar Nuri Öztürk kıyısından köşesinden bu konuya girecek oldu, başta Deniz Baykal olmak üzere CHP yönetiminin sert tepkisiyle karşılaştı. Bazı marjinal gruplar dışında siyasette, toplumda, devlette hiç karşılığı yok…
Doğru, ezan, başbakanlığını Adnan Menderes’in yaptığı Demokrat Parti iktidarının ilk icraatlarından… Düzenleme, durduk yerde devrim aşınsın diye yapılmadı, toplumdan gelen yoğun talep üzerine gerçekleşti. Türkçe ezana çok küçük bir azınlık taraftı, toplumun geneli benimsemedi. Tıpkı bir zamanlar zorunlu olan şapka gibi Türkçe ezan da tarihin arşivine kaldırıldı. Doğrusu da buydu. Kaldı ki Demokrat Parti’nin getirdiği düzenleme öyle zannedildiği gibi Türkçe ezanı yasaklayan, ezanın her yerde Arapça okunmasını zorunlu kılan muhteva taşımıyor. Değişiklikle sadece Arapça ezan yasağı kaldırıldı, ‘kısıtlama yok, isteyen istediği dilde ezan okuyabilir’ dedi. Ezanın Türkçe okunmasına da imkan tanıdı, Arapçaya da… Serbest dönemde 18 yıllık denemeye rağmen Türkçe ezan okuyana rastlanmadı.
(...)
Hal böyleyken bir komutanın Türkçe ezan konusunu gündeme getirmesinin kime ne yararı var? Askerlerin son açıklamalarında sürekli ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma’ çabası içinde olanlardan söz ediliyor. Manevi duyarlılığın zirveye çıktığı oruç ayında bir kuvvet komutanı tarafından Türkçe ezanın dile dolanmasının acaba temsil ettiği kurumu yıpratan etkisi yok mu? Derinlemesine araştırma yapmaksızın sokağa kulak kabartıvermek yeterli bu sorunun cevabını öğrenmek için.
Maalesef yine irtica ve laiklik yanlış noktalarda tartışılıyor. Toplumun doğruları, kutsalları irtica kapsamında yorumlanıyor ve sanki bu değerlerlerin çatışması için tam karşısına getirilip laiklik ilkesi oturtuluveriyor. Ezan gibi kutsallar asla laiklik ilkesiyle çatışmaz, aksine birbirini tamamlar. Tabii belli kalıplar içine alınmadığı ve dar, katı anlayışlarla yorumlanmadığı sürece. Bu toplumun laiklikle de problemi yok, Müslümanlıkla da… Türkiye, bölgede altın sentezi gerçekleştirmiş ülkelerin başında geliyor. Sık sık irtica üzerinden bazı değerlere dokundurmak ve laikliği bir karşı cephe gibi tartışma konusu yapmanın bu ülkeye zararı var… Devlet millet bütünlüğünün tesisi için uğraşan askerlerin daha dikkatli davranması gerekir.
Zaman, 1.10.2006
|
Mustafa ÜNAL
02.10.2006
|
|
|
Demokrasi ve asker |
Türkiye genç bir cumhuriyet. Bu cumhuriyet, yaklaşık ilk çeyreğini tek parti rejimi altında yaşadı. Tek parti diktası demek daha doğru olur. Dünyadaki totaliter rejimlerden etkilenen ülke yönetimi, farklı unsurlardan oluşan halktan bir ulus yaratmak için Türk kimliğine vurgu yaptı.
İstiklal Mahkemeleri, Varlık Vergisi gibi olaylar bu tek parti yönetimine damgasını vurdu.
Ardından 1950-1960 arası çok partili rejime geçiş sürecini yaşadık. CHP-asker işbirliği, son dönemdeki yanlışlarıyla onların ekmeğine yağ süren Menderes yönetimini bir darbeyle devirdi.
Demokratik anayasasına rağmen bundan sonra ordunun bir kurum olarak iç siyasetteki rolünün arttığına tanık olduk.
1971 muhtırası ve faşist rejimi bu rolü iyice ağırlaştırdı, ardından 12 Eylül darbesiyle asker sistem içindeki rolünü iyice pekiştirdi. 28 Şubat bu rolün tam olarak açığa çıktığı dönem oldu.
Diyeceğim 80 küsur yıllık cumhuriyetin önemli bir dönemi sivil iktidarların Kürt meselesi, dinle ilişkiler, din eğitimi gibi kritik konularda ağırlığını ve tavrını koyamadığı bir dönem oldu.
(...)
Özetle, Türkiye bugün dinle ilişkiler ve Kürt sorununda sıkıntı yaşıyorsa, bunda sivil iktidarların günahı silahlı bürokrasiye göre daha azdır.
Demokratik dönemi karanlıklar çağı olarak niteleyenler bu gerçeği sürekli görmezden geliyor.
Menderes geldi kötü denildi devrildi, Demirel iki kere devrildi, Çiller tukaka edildi, Ecevit gençlik yıllarında komünist bulundu, Yılmaz hakkında akla gelmez dedikodular çıkarıldı. Şimdi de Erdoğan hedef oldu.
Onların hayalindeki yönetim, Sezer’in cumhurbaşkanı, CHP’nin iktidar, ordunun strateji çizici olduğu bir model.
Ama yaşamın gerçekleri böyle değil.
Ülke nüfusu, devletin bilinçli politikaları sonucu ağırlıklı olarak müslüman hale getirilmiş, Ermeni, Rum ve Yahudi nüfus çeşitli biçimlerde tasfiye edilmiş.
Şimdi yüzde 99’unun müslüman olduğu vurgulanan bir coğrafyadayız. Halkın inancıyla kavga ederek, baskı altına alarak bir yere varılamıyor. Varılsa, Rusya’nın şimdi dinsiz olması gerekirdi.
Aynı gerçek Kürt meselesinde de karşımızda. Güneydoğu nüfusumuz Kürtler’den oluşuyor ve bu nüfus ağırlıklı olarak devletle yıldızı barışmayan partilere oy veriyor.
Demokrasiyi sorun olarak görüp devreden çıkarmak isterseniz bu sorunlar kar topu gibi büyüyerek önümüzdeki dönemde birlik ve beraberliğinizi ciddi biçimde tehdit edecek şekilde karşınıza çıkacaktır.
Dünya tarihi sorunların baskı yöntemleriyle çözülemediğini, baskı ve şiddetin sadece sorunları ötelemeye yaradığının örnekleriyle dolu.
Her fırsatta demokrasiyi karalayıp bürokrasiyi yağlayarak bir yere varamazsınız.
Anti-demokratik dalganın giderek yükseldiği bu atmosferde bir daha hatırlatayım dedim.
Sabah, 1.10.2006
|
Ergun BABAHAN
02.10.2006
|
|
|
Dış itibar mı, iç iktidar mı? |
Bizdeki siyaset de “kendi yapacağından” çok “başkalarıyla” ilgili. “Ne yapacağını bilmeyince” de hep başkalarının oyununu oynamakta.
AB Parlamentosu’nda bir zırtapoz seçmenine şov yapıyor; hop oturup, hop kalkıyoruz. Talabani garip, anlamsız, muhtemelen psikolojik tepkiler veriyor, gerginleşiyoruz. Fransa’nın sığ siyaseti, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri için Ermeni oylara yatırım sinyali yakıyor, öfkemiz doruğa çıkıyor. Hollanda aynı ve ucuz yerel yatırımı yapıyor, dehşetle irkiliyoruz.
Dışardan gelen tepkilerin bu kadar çabuk güdümüne girmek ve bu kadar enerjiyi “dış uyaranlara” ayırmak yerine, sorunları çözecek formül üretip kararlı bir şekilde onların peşinden gitsek, büyük bir olasılıkla zaten bu kadar çok abuk sabukluğun hedefi olmayacağız.
“AB ile en geç 5 yılda müzakereleri bitirip, 2014’te tam üyelik” için ne yapmamız ve nasıl bir strateji izlememiz gerektiği gündemde değil. Ermeni diasporasının varlık nedeni haline gelen “soykırım iddiası” için geliştirilecek siyaset de ortalıkta yok.
“Terörün durma” ihtimaliyle yeniden çıkan “sorunu çözme” imkânını nasıl kullanacağız, o soru da askıda. Meselelerini çözmek konusunda bu kadar aldırmaz duran bir toplumsal irade olabilir mi? Biz sadece sinirlenmek, öfkelenmek, tepki vermek ve sorunlarımızı asla çözmemeye yeminli miyiz acaba?
*
Galiba öyle. Sanıyorum bu gariplik bize İttihat ve Terakki’den intikal etmiş. Osmanlı’nın batmasında başrollerden birini oynayan İttihat ve Terakki için asıl olan “sorunu çözmek” değil, “iktidarı bırakmamak”tı. Örneğin ilk bildirisi “çakıl taşı bile vermeyiz” mealindeydi. İmparatorluğu batırdılar, milyonlarca kilometrekare toprak kaybettiler. “Çakıl taşı bile vermeyeceklerdi” ama buna uygun politikaları yoktu. Tutarlı bir dış politika yerine içerde rakiplerini vurdurmayı tercih etmişlerdi. Bir kısım vatandaşlarını bile düşman görmüşlerdi.
Durum değişmedi. Gerçek sorunlar, koltuk kavgası yapanların umurunda olmaz buralarda. Büyük laflar edilir, içerde rakiplerle itişilir, kalıcı çözümlerle ilgilenilmez, sorunlar büyür gider. Önemli olan iktidarın sahibi olmaktır.
Hükümete karşı askeriyenin muhalefet yaptığı, yasamanın hiçe sayıldığı, içinde aşiret yapılanması benzeri iktidar odakları oluşan bir devlet gördünüz mü hiç? Devlet, toplumsal aklın belirlediği çıkarın icra organıdır. Kararları vatandaşın zenginlik ve özgürlüğünü artırır. Böyle bir şey var mı burada? Türkçülük kervanına katılan neo-faşistler “vatandaşının Avrupa’nın en fakiri” kalmasından gocunmuyor ama edebi metinler kanını kaynatıyor.
Mukayesesiz “tatava milliyetçiliği” bu. Vatandaşının durumunu diğer ülkelerin vatandaşlarıyla kıyaslayarak, buradaki insanların hayat standartlarını da o düzeye çıkarmaya uğraşmak yerine hamasete abanmak. Projesi, öngörüsü, araştırması olmayan boş lafları da milliyetçilik diye yutturmak. Amaç Türkiye değil çünkü, amaç iç siyasette iktidar kapmak.
Bir yaşına gelmeden ölen bebekleri konu edinmeden “Türklük” konuşulmakta. Türklerin ölen bebeklerine aldırmayan bir Türkçülük... 41 milyon seçmen var ama sadece beş milyonu vergi veriyor. Vergi almayan bir devletle vergi vermeyen bir vatandaş topluluğu. Bunlara devlet ve vatandaş denebilirse tabii.
Kabilelerin yerel iktidar için birbirlerinin gözünü oyduğu bir yer Türkiye. “Başkalarını” bu kadar ciddiye almak yerine sorunları çözmeye yönelik çareler aramaya da kimse aldırmıyor bu yüzden. Biz sorunlarımıza kalıcı çözümler üretmedikçe de her geçenin bir vole patlattığı patlak topa dönüyoruz.
“Onlara böyle davranma cesaretini verecek ne yapıyoruz” diye de sormuyoruz.
Sadece bağırıyor ve içerdeki rakiplerimizle hukuka aldırmadan itişiyoruz. Böyle yapınca da ne devlet düzeni kalıyor, ne toplum refahı. Bir gün gerçek bir devlet olabilecek miyiz, vallahi bilemiyorum.
Sabah, 30.9.2006
|
Mehmet ALTAN
02.10.2006
|
|
|
Millî Mücadele’de tarikatlar |
Siyasi ideolojilerin ortak özelliklerinden birisi, gerçeğin bir bölümünü kesip ayırmalarıdır. Kimi kişi ve olaylar görmezden gelinirken, kimileri ( olumlu ya da olumsuz biçimde) öne çıkarılır.
Bunun son örneğini Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu’nun konuşmasında gördük. Deniz Harp Okulu öğrencilerine konuşan Karahanoğlu, tarih boyunca tüm devrimcilerin din ve gerçek dindarlarla değil; cemaatler, tarikatlar ve dincilerle karşı karşıya geldiklerini belirttikten sonra örnek verdi:
“ Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in idam fermanını çıkaran ve işgalci güçlerle işbirliği yapanlar Sait Molla gibi dinciler olmuştur.”
Karahanoğlu’nun anlatısına göre tarikatlar Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmıştır. Dolayısıyla Milli Mücadele, sadece işgal güçlerine karşı değil, onlara karşı da yapılmıştır.
Halbuki bu anlatının gerçeği yansıtmadığını artık biliyoruz.
Bana inanmıyorsanız, Hülya Küçük’ün “ Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler “ (Kitap Yayınevi) başlıklı doktora tezini okuyun.
İşte size oradan birkaç ilginç veri:
*Mustafa Kemal 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde muhteşem bir Seymen Alayı ile karşılandı. Alayın arka kısmında hususi elbiseleri ve ayinleriyle Nakşibendiler, Sadiler, Rifailer, Kadiriler, Mevleviler, Bayramiler, Bektaşiler yer aldı.
*Alayın düzenlenme sebebi halk tarafından iyi tanınmayan Mustafa Kemal’e bir meşruiyet zemini yaratmak; onun bir ‘asi’ değil, saygın bir lider olduğunu göstermektir.
*Bu alayı düzenleyen kişi ise, Ankara Vali Yardımsısı, defterdarı ve Ümmi Sinan Dergahı şeyh adayı ve bu dergahın tarikatların kapatılmasından önceki şeyhi Yahya Galip ( Kargı ) idi.
*1920’de toplanarak, Mustafa Kemal önderliğinde Milli Mücadele’yi yürüten ilk Meclis’te 403 milletvekili yer aldı. Bunların 85’i din eğitimi almış kişiler veya bilfiil din adamı olarak görev yapan kişilerdi. Meclis’te 10 kadı, 7 dava vekili, 17 müftü, 42 müderris ve 9 şeyh vardı.
*Milli Mücadeleciler, İstanbul hükümetinin fetvalarına, 100 müftünün onayıyla hazırlanmış fetvalarla cevap verdiler. Şevket Süreyya Aydemir bu kapışmayı ‘ Fetvalar Harbi’ diye adlandırır.
*Ankara Hükümeti, yandaşı olan tekkelere ‘ yemek ve et parası’ veriyordu.
Hülya Küçük’ün 400 küsur sayfalık kitabı daha nice örnekle dolu. Olayı özeti ise şudur: O dönemde toplum bölünmüştü. Tarikatlar da bu devasa karmaşadan etkilendi. Kimi Ankara Hükümeti’ni destekledi, kimi İstanbul’u.
Hatta en ilginç nokta şu: Hiçbir tarikat Milli Mücadele’ye topluca destek vermedi ya da topluca köstek olmadı. Halbuki müritler şeyhlerine bağlı oldukları için, kolayca bir tarafa doğru seferber edilebilirlerdi.
Üstelik bölünme ve kararsızlık sadece onlara özgü de değildi. Mesela Erzurum Kongresi toplandığında, geleceğin mareşali Fevzi ( Çakmak ) Paşa, Mustafa Kemal’i tutuklamak üzere gelmemiş miydi? Kazım (Karabekir ) Paşa onu ikna edince İstanbul’a dönmemiş miydi?
İsmet (İnönü) Paşa da Ankara’ya gelmiş, geri dönmüş, sonra tekrar gelmemiş miydi?
Yani bırakın sokaktaki insanı, vatanseverliğinden kuşku duymayacağız komutanların dahi kararsız kalabildiği bir dönemdi o.
Milli Mücadele’ye karşı çıktığı için Sait Molla’yı yeriyorsak, bir kısım müridiyle Kurtuluş Savaşı’na katılan Şeyh Şerafeddin Dağıstani’yi de övmemiz gerekmez mi?
Bunları yazıyorum ama bugünün kapışan kesimlerinden nesnel ve soğukkanlı bir yaklaşım beklemiyorum. Çünkü biliyorum ki asıl amaçları tarihi anlamak değil, onu ideolojik üretimlerinin hammaddesi yapmak.
Sabah, 1.10.2006
|
Emre AKÖZ
02.10.2006
|
|
|
Cezayı CHP ödeyecekmiş... |
Fethi Dede’yi (Fethi Dördüncü) izlemişsinizdir. Hani Selanik’te Atatürk’ün evindeki ziyaretçi defterine yazdıklarıyla AK Parti’yi ve Başbakan’ı kızdıran, biraz da yasalar önünde çarpışmak üzere çeşitli otoritelerle ters düşmeyi sevdiği anlaşılan emekli mühendis.
82 yaşındaki Dede’nin yaptığı işe gülüp geçmek lazım. İktidar olmak, lider olmak, bazen böyle şeyleri görmezden gelmeyi gerektirir. Nasıl Bahçeli’nin saldırısına bir eskiv atıp yoluna devam ettin? Dede ne ki... Sen tut Dede’yi dava et...
Mahkeme de Dede’yi suçlu bulmuş mu?.. 10 bin YTL’ye mahkum etmiş mi?.. Türkiye’nin gündemine bakın sizin... Sonra ne olmuş...
Sonra CHP kalkmış bir açıklama yapmış. Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen demiş ki: ‘Eğer Dede’nin parası yoksa, ödemeye yardımcı oluruz!’... Tercümesi: ‘Boş ver sen Dedeciğim. Suç işle! Hakaret et, biz öderiz!...’ Bir tür azmettirme durumu yani... Merak etmemek elde değil: AK Parti ve Erdoğan’a hakaret eden herkesin cezasını ödemeye hazırlar mı acaba?
Dede sempatik olabilir. Senin görüşlerini de temsil ediyor olabilir... İçten içe istersen destekleyebilirsin söylediklerini, yazdıklarını. Çaktırmadan cezasını da öde istersen. Bunun internetteki teşne ortamlarda yayılmasını da sağla. Ama kalkıp alenen böyle bir açıklama yapılır mı?
Bir çift söz de basındaki dostlara: Deniz Baykal’a ya da CHP’ye hakaret eden birinin cezasını AK Parti ödeseydi ne tepki gösterecekdilerse, aynısını şimdi gösterirlerse, inandırıcılıklarını artırırlar...
Akşam, 30.9.2006
|
Ali SAYDAM
02.10.2006
|
|
|
|