Hilmi Özkök, 2002 Ağustosu’nda Genelkurmay Başkanlığı’nı üstlendikten iki küsur ay sonra, oyunu kullanıp ABD ziyaretine gitti. AK Parti’nin seçimden tek başına hükümet olarak çıktığı haberini de orada aldı. Deniz Baykal’ın deyişiyle ‘Millet CHP’ye tek başına muhalefet görevini’ vermiş, Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı.
Bu yeni dönem, adı konulmayan yeni bir dengenin kurulmasına yol açtı. Bu dengenin, ya da denklemin üç unsuru vardı. Bunlar, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Türk Silahlı Kuvetleri oldu.
Unsurların birbirine karşı konumlanması, 2002 sonunda hızlanan Avrupa Birliği süreci ve ABD’nin Irak işgali öncesi diplomatik trafik ile hızlandı.
Erdoğan, daha seçim kampanyasında AB sürecini ön plana çıkarmıştı. AB reformlarını en çok üç nedenden istiyordu:
AB reformlarından umulan siyasi ve ekonomik serbestleşme ortamının, hem kozmopolit İstanbul sermayesi, hem muhafazakâr Anadolu sermayesi, hem de ifade özgürlüğünü önemseyen aydınlar ve medya çevrelerinde ona yeni destekler getireceğine inanıyordu. (Bir ölçüde buldu da..)
İkincisi, AB reformlarının, inanç özgürlüğü faslında, türban ve benzeri konulara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi aracılığıyla çare getireceğini düşünüyordu. (Bu olmadı ve AK Parti saflarında derin hayal kırıklığına yol açtı.)
Üçüncüsü, Erdoğan ve ekibi, AB reformlarının askerin siyasete bir daha müdahil olma ihtimalinin AB üzerinden garantiye alınmasını umuyordu. Bu ruh hali, en açık ifadesini TBMM Başkanı Bülent Arınç ‘Beni 28 Şubat AB’ci yaptı’ sözlerinde buldu.
Ancak çelişki de bu ruh halinin içinde gizliydi. Bu amaçlar için AB ve ABD ile üst düzeyde ve kapsamlı işbirliği niyeti Kıbrıs ve daha sonra Türk-ABD ilişkilerini rayından çıkaracak şiddetteki Irak ve ardından PKK kayasına çarptı.
Sezer, bu süreçte giderek AK Parti icraatını tek başına denetleyen bir işlev üstlenmeye başladı. Muhalefetin Meclis’teki sayısal zayıflığı, Sezer’i yalnız ekonomik ve idari konularda değil, Irak ve Lübnan gibi dış konularda da hükümetle karşı karşıya getirdi.
Asker bu ahval ve şerait içinde, siyasi, sosyal ve ekonomik koşulları gözeterek kendisine bir yol haritası belirlendi. Bu yol haritasının dört sınırlaması vardı:
Asker ne yaparsa yapsın, kamuoyu gözünde 1- Türk ekonomisinin yeni bir krize sürüklenmesinden, 2- AB ile ilişkilerin kesilmesinden sorumlu tutulmamalıydı. Bu çerçevede, ne yaparsa yapsın 1- Ülke özellikle de etnik temelde bir çatışma ortamına sürüklenmemeli, 2- TBMM her ne koşulda olursa olsun açık ve işler kalmalıydı.
Türkiye’nin bildik siyaset çerçevesi olan ‘Asker sert durur, hükümetler bildiklerini yapmaya çalışır’ çerçevesi, son dört yılda bu denklemle şekillendi. Hilmi Özkök’ün zaman zaman sert eleştirilere maruz kalan mutedil üslubu, böyle bir çerçevede anlamını buluyordu.
Özkök’ün İkinci Başkanı, Birinci Ordu Komutanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı olarak çalıştıktan sonra Genelkurmay Başkanlığı görevini onun elinden alan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ilk günden itibaren üslup farkını ortaya koymaya başladı. Büyükanıt gibi, Özkök’ün İkinci Başkanı ve Birinci Ordu Komutanı olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un önceki günkü konuşması, AK Parti saflarında da toplumun değişik katmanlarında da yeni (ve aslında eskiyi çağrıştıran) bir dönemin başlangıcı olarak yorumlandı.
Bu dönem, aynı zamanda AB ile ilişkilerin Türkiye’nin (ve askerin) elinde olmayan nedenlerle de soğuduğu, AB’den ve askerden gelen köşeli açıklamaların artık mali piyasalarda sert hareketlere yol açmadığı, dünya çapında siyasi kutuplaşmanın hızlandığı ve renklerin kaybolup siyah-beyaza dönüşmeye başladığı, örneğin Tayland’daki askeri darbenin ABD ve AB tarafından umursamazlıkla karşılandığı bir dönemdir.
Başbuğ’un eski günleri çağrıştıran konuşmasından sonra gözler 2 Ekim’de Harp Akademileri’nde Büyükanıt’ın yapması beklenen konuşmasına çevrildi. Bu konuşma ile, Washington’da Erdoğan’ın Bush ile görüşmesi arasında yedi saat gibi bir fark olacak. Bu fark, Türkiye’deki büyükelçiliklerin ve haber ajanslarının Büyükanıt’ın konuşmasını merkezlerine geçmesine imkân verecek bir süredir. Konuşmanın adresleri arasında Erdoğan kadar, Bush’un da olacağı şimdiden görülmelidir. Bu mesajın yalnızca Irak ve PKK değil, Türkiye’deki laik sistemin önemi konusunu içermesi de kimseyi şaşırtmamalı. (Bu arada Türk-ABD ilişkilerini önümüzdeki günlerde etkileyecek başka iki olayın 18 Ekim’de yapılacak Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısı ve Büyükanıt’ın henüz resmen açıklanmayan, muhtemelen 26 Ekim’deki ABD seyahati olduğu da kayda düşülmeli.)
Tabii Büyükanıt’tan bir gün önce TBMM’nin açılışında Sezer’in yapacağı konuşma da unutulmamalı. Bu, Sezer’in cumhurbaşkanı olarak Meclis’e son hitabı ve Ankara kulisine sızdığı kadarıyla ‘Veda hutbesi sert olacak’.
Neresinden bakarsanız bakın, Türkiye kendisi için pek çok açıdan önem taşıyan, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin yapılacağı 2007 yılına, siyasetin işleyiş denkleminde ciddi değişikliklerle girebilir. Beklenmeyeni beklemenin mevsimi.
Radikal, 27.9.2006
|