|
|
|
Hayatın ve hizmetin incelikleri |
Bir dantela gibi incelikle dokunan kâinat kitabı Âlemlerin Rabbi’nin yarattıkları ile iletişiminde kullandığı zarif ve lâtif bir dilin de yansıması. Bu dilin kullanıldığı bir kâinat kitabına muhatap olan ruhlar zaman içerisinde asıllarından uzaklaşmanın getirdiği kabalık ve hoyratlığı yaşamaya başladılar. Dilde ve tavırlardaki kabalık ruhların inceliğini de ortadan kaldırıyor ve hayatın inceliklerini ön plana çıkaran sanatta dahi etkilerini hissettiriyor. Sevginin bile çok tırmalayıcı ve kaba saba ifadelerle ortaya konduğu hayatın her alanında inceliklerin ortadan kalktığı bir tablo ile yüz yüzeyiz. Bu hal trafikteki davranışlardan iş ve ticaret ortamlarına kadar her alanı etkiliyor.
Son zamanlarda herkes hayatta bir şeylerin eksildiğinin farkında ve bunu farklı şekillerde dile getiriyor. Özellikle incelik, nezaket, letafet gibi kavramlar ve tavırlar hayatımızı terk etti gibi. Sadece ortamın gereği olan kurallara uymak şekindeki yapmacık tavırlar ruhlara incelik şeklinde yansımıyor ve ruhları inceltmiyor. İnsanın dünya hayatındaki temel problemi bütün yönleri ile tanımlanmış, başlangıcı ve sonu ile, sonsuz uzay boşluğu içindeki bütün irtibat alanları ile varlığı ve hayatı anlamlandırabilmek olmalıdır. Bu günlük yaşantının her işleyişi ve karşılaşılan her problem için geçerli bir yaklaşım şeklinde ifade edilebilmelidir. Oysa, genellikle varlık ve olaylarla ilgili açıklamalar ya da algılar, sadece olayın cereyan ettiği dar alana yakın çevredeki bağlantılara sınırlı bir şekilde ele alınmaktadır.
Muhteşem bir senfoni şeklinde asırlardır yeryüzünü ve uzay boşluğunu çınlatan avazı ile kâinat aslında incelik ve san’at dolu bir beste gibi. Yaprakların şekillerinden kar tanelerinin kristal yapılarına kadar her şeyde akıl almaz bir estetik ve tarifi mümkün olmayan sonsuz bir inceliğin işaretleri var. Varlığın bütününü ve kâinatı böyle bir beste şeklinde algılayan insanın yeryüzü ile ilişkisi ondaki nimetlerden faydalanması da ayrı bir incelik ve nezaket çerçevesinde gerçekleşiyor. Bu arada varlığın genel işleyiş ritmi ile ferdin varlığa muhatap oluşu arasında bir akord ve sistemle uyum gerektiren bir hayat bestesinin ritimlerini bulma süreci hep devam ediyor.
Yaşantısını mülk âleminin kuralları ile şekillendirmek durumunda olan insanın uygulamaları hayata bilim ve teknoloji şeklinde yansıyan fıtrî şeriata yani eşyanın işleyişi ile bizlere gösterdiği “Neden? Niçin? Nasıl?” sorularının cevaplarına uygun olmak durumundadır. Bu belki de Hazret-i Adem’e öğretilen eşyanın ve talimin bir parçası idi ve asırlardır gelişerek, her geçen gün farklı işleyişlerin ve kuralların keşfi ve hayata aktarılması ile zenginleşerek sürüp gidiyor. Eşyanın işleyiş kurallarına ve bunları sistematik bir şekilde size ulaştırmanın şekli ya da dili olan bilimlere aykırı hareket ettiğinizde tokadı hemen geliyor. Başarısızlık, yıkım ve mağlûbiyet gibi haller bu kurallara uymak şeklinde ortaya koyacağınız fiili duâyı hakkı ile yapmamaktan kaynaklanıyor. Bunun adını teslimiyet olarak koyabilmek mümkün değil. Çünki, gerçek iman sahibinin inancına göre mülk âlemindeki kuralları koyan ve bilimlerin diliyle ifade edilen varlık kanunlarını ikame eden Allah’dır. O’nun koyduğu kurallara uymamak bir teslimiyet değil, bilâkis irade ve kasıt ile olmayan ancak tembellik, umursamazlık gibi sebeplerle ortaya çıkan bir isyan halidir. O’na teslim olan O’nun koyduğu kanunlara daha çok uyar ve bunu bir duâ mahiyetinde, hayatında her işleyişi, her kuralı O’ndan medet uman bir talep ruhu ile yerine getirir.
Varlık âleminin sırlarını daha iyi çözebilmemiz için, hayatı daha anlamlı hale getirebilmek için ve yaşadığımız olayların hiçbir zaman sadece maddî boyutun katı kurallarına bağlı cereyan etmediğini görebilmek için zaman zaman işleyişin dışına çıkarak bakmamız gerekiyor. Dar alanlarda anlayabilmemiz mümkün olmayan sırları çözebilmek için ruhen dünyanın hatta kâinatın dışına çıkarak bakıp o noktadan olayların nasıl gözüktüğünü tasavvur etmemiz gerekiyor. Yoksa olayları yalnızca mülke, hatta mülk âleminin yalnızca olayla ilgili olduğunu düşündüğümüz yakın çevresine sınırlı algılamanın sığlığında yaşamaktan kurtulamayız. Varlığın ve her işleyişin, iyi ve kötü her olayın gerisinde gizlenmiş hikmetleri görme imkânı bulamayız. En kötüsü de yaratılışımızın asıl gayesi olan Esma-i İlâhiyye’yi gerçek anlamıyla anlayıp anlamlandıramayız ve hayatımızın bütün anlamı kaybolur.
Evet, belki de kaybettiğimiz en önemli şeylerden biri ince, lâtif ve duygu dolu ruh oluşturacak müzik eserleri ve bunları arayan ruhlar.. Harfî bir bakışın nağmeleri ve harfi olarak algılanan nağmeler, hayata estetik boyut ve incelikler katacak güzellikler ve varlığı daha incelikli ve duygu yüklü algılamamıza vesile olacak değerler olmalı.
Varlık âleminin genelini kuşatan çok lâtif bir ruh var. Adeta oluş halindeki her şey kuşatıcı bir sevginin ve sonsuz sevginin varlıklar şeklinde ifadeye dönüştürülmesinin tezahürü. Birinci basamakta varlığı kuşatan bir ruhun farkında olabilmek, ikinci basamakta o ruhun kaynağı olan sonsuz muhabbete ulaşabilmek eşya ile doğru ve lâtif bir ilişkinin kaynağı ve zemini olmalı. Bu kaynak fark edilebildiğinde ve o letafet zemininde varlığı kuşatan ince ruhtan ferdin ruhuna yansımalar başladığında hayat muhteşem bir besteye dönüşecek ve ruhlarda tarifi imkânsız güzellikte inceliklerin yaşanmasına vesile olacaktır.
Varlık çok lâtif bir esir maddesi zemininde yaratılıyor. Dolayısı ile her tarafımızı kuşatan bir incelik ve letafet var. Rabbimiz incitmeden terbiye ediyor ve rızıklandırıyor. O’nun bu tarzının cisimleşmiş en güzel örneği Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Bu durumun farkında olan iman ehlinin ve hizmet erbabının tavırlarındaki kaba sabalık ve yıkıp dökmeler kâinatın genel ritmine uyumsuz bir tablo sergiliyor ve çoğu zaman da cezası peşinen yaşanıyor. Dar dairede ve İslâm âleminde tarzlar ve tavırların bu bakış açısı ile tekrar gözden geçirilmesini gerektirecek bir tablo ile yüz yüze olduğumuzu düşünüyorum. Kâinat Sultanının üzerine titrediği ve incitmeden şekillendirdiği kırık gönülleri tamir ve muhabbetin tekrar tesisi için ciddî bir seferberlik gerekiyor.
|
15.09.2006
|
|
|
Rahmetullah-i (el-) Hindî ( ?-1888 ) |
Rahmetullah’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Gerçek ismi ve ilk hayatı hakkında da detaylı bilgi elimizde mevcut değildir. Bilindiği gibi on dokuzuncu asır sömürgeleştirme asrı olup, İslâm topraklarının büyük bir kısmı Avrupalı devletler tarafından işgal edilerek sömürge haline getirilmiştir. Bu topraklardan birisi de Hindistan olup İngilizlerin sömürgesi durumunda idi.
İngilizlerin, esareti altında olan Hindistan’da doğup büyüyen Rahmetullah eğitimini tamamladıktan sonra, Hıristiyanlığa karşı reddiye yazmaya başladı. Bir taraftan maddeten sömürülen topraklar, diğer taraftan da misyonerlerin yoğun faaliyetlerine sahne olmakta ve insanları Hıristiyanlaştırma faaliyeti sistemli bir şekilde yürütülmekteydi. İşte bu faaliyet ve İslam inancına karşı yapılan saldırılara karşı, İslâm âlimleri, eserleriyle mücadele etmeye çalışmaktaydılar. Bu durumdan ötürüdür ki, misyonerlik faaliyetlerine karşı Rahmetullah da reddiye yazmaya başladı.
Rahmetullah, ilk önce “İzalatü’l-Evham” adlı eserini Farsça olarak kaleme aldı. Bu tarihlerde İslam’a yönelik hücumlarıyla ön plana çıkan ve “Mizanü’l-Hak” adıyla bir eser yazan misyoner Karl Gottlieb Pfander ile ilmî tartışmaya girdi. Bu şahısla 1854 yılında yaptığı tartışmayla ismi duyuldu ve önemli bir üne kavuştu. 1857 yılında Hindistan Müslümanları, tarihe “Sipahi Ayaklanması” olarak geçen bir eylemle İngilizlere karşı harekete geçtiler. Ancak, eylem başarılı olamadığı gibi, İngilizler bir çok Müslümanı katlettiler. Bu ayaklanmada rolü olduğu gerekçesiyle Rahmetullah da takibata uğradı. Bu yüzden Mekke’ye gitti (1858) ve burada bir medrese kurdu.
Pfander’i münâzarâya dâvet eden Rahmetullah, bu maksat için kendisine dokuz mektup gönderdi. Tartışma konusu olarak da; Tevrat ve İncil’in tahrifi, bu kitapların hükümsüzlüğü (nesh edilmişlikleri), Teslis İnancı, Kur’ân’ın Allah sözü olduğu, Hazreti Muhammed’in peygamber olduğunun ispatı, konularını teklif etti. 1854 Nisan’ında gönderilen bu mektuplar üzerine Pfander ilk iki konuyu tartışmayı kabul etti. Kendisine French’i yardımcı seçerken, Vezirhan da Rahmetullah’a yardımcı olacaktı.
10-11 Nisan 1854 Ekberabad’ın Abdulmesih mahallesinde başlayan münâzarâ Tevrat ve İncil’in tahrifi ile bunların nesh edilmiş, yani hükümsüz hale gelmiş olmaları üzerinde yapıldı. Münâzarâyı çok sayıda kişi izledi. Bu izleyiciler arasında; Müslüman ve Hindu liderler, İngiliz hakimler, muhtelif kesimlerden yetkililerle muhtelif dinlere mensup kişiler de yer almaktaydı. Münâzarâ yapılırken hazır bulunan üç kişi de konuşulanları zapta geçirmekle görevlendirilmişlerdi. İlk oturumlardan itibaren Pfander ve French tahrif ve hükümsüz hale gelmiş olma durumlarını kabul etmek zorunda kaldılar. Ayrıca, diğer konulara geçip münazarayı sürdürmekten çekindiler. Rahmetullah el-Hindi’nin üstünlüğü ile neticelenen münâzarâ, büyük münazara anlamına gelen “el-Münâzarâtü’l-Kübra” adıyla tarihe geçti.
Münâzarâdan Rahmetullah’ın üstün çıkmasından rahatsız olan İngilizler, el-Hindi’nin mallarına el koydular. Yukarıda da belirtildiği gibi, Sipahi ayaklanmasında rolü olduğu ileri sürüldüğü gibi, bu münazaranın etkisinden dolayı da memleketini terk etmek zorunda kalan Rahmetullah Mekke’ye göç etti. Bu münâzarâdan sonra, daha önce din değiştirmiş bulunan çok sayıdaki kişi yeniden İslâma döndü.
Mekke’ye giden Rahmetullah’tan, Müslüman ve Hıristiyanlar arasında en çok tartışma konusu olan meseleleri işlediği kitabındaki bazı konuları Arapça’ya tercüme etmesi istendi. Çünkü, kendisi söz konusu eserini Urduca ve Farsça olarak yazmıştı. Diğer taraftan Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz de kendisini İstanbul’a davet etti. Mekke’de başladığı eserini İstanbul’da tamamladı (1864). Rahmetullah’ın “İzharü’l-Hak” adını alan ve Hıristiyanlığa reddiye olan eserin Sultan Abdülaziz tarafından da tavsiye edildiği nakledilmektedir.
Rahmetullah’ın yazmış olduğu eser, İngiliz işgal ve baskısının altında inleyen, maddî bağımsızlığını yitiren, mânevî bağımsızlığı da tehlikede olan ve bu tehlikeyi her yönüyle yaşayan toplumun problemlerinden kurtuluş çaresi olarak ortaya çıktı. Aynı zamanda, bir çok dinî inancın ve farklılıkların birlikte yaşandığı bir coğrafyada vücuda getirildi.
Kutsal kitapların yeni metinlerini, yorumlarını ve muhtelif tercümelerini, bu faaliyeti yürütenlerin yollarında yürüdükleri lider ve bilginlerini kendi değer yargıları içinde değerlendiren Rahmetullah çok yönlü bir çalışmanın neticesi olarak eserini yazdı. Değerlendirmelerini yaparken özellikle İncil’in öğretilerinden hareket etti. Dolayısıyla kutsal kitaplar üzerine yapılan yorumlardan çok direkt kutsal kitapların metinlerini esas alıp çalışmasını ortaya koydu.
Rahmetullah’ın yazdığı “İzharü’l-Hak” eseri, bir çok yazar tarafından birinci kaynak olarak gösterildi. Bazı Hıristiyanlar, kitabın etkisiz hale getirilmesi için, satışa sunulan nüshalarını kendi paralarıyla satın alıp yok etme yoluna gittiler. Bu hareketleriyle eserin daha fazla kişiye ulaştırılıp etkili olmasını önlemeye çalıştılar. Bundan daha da önemlisi, kitabın yayınlandığı zamanlarda ünlü The Times gazetesinin, “Bu kitap, Müslümanlarda bulundukça onlar Hıristiyanlaşmayacaklardır.” (Kutsal Kitaba İlahi Çağrı / İzhâru’l Hakk http://www.dunyabulteni.net/kitap-detay.php?kitap-id=11) şeklinde yazdığı ifade edilmiştir.
Risâle-i Nurda, Şeyh Rahmetullah-ı Hindî olarak ismi zikredilen ve kendisinden allâme-i meşhur olarak söz edilen âlimin çalışmasına atıf yapılmıştır; “Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri, Kur’ân gibi i’câzları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler, içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas edildi. Hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilâve edildi. Şu surette, o kitaplarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hattâ, Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meşhur), kütüb-i sabıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasârâ ulemasına ispat ederek iskât etmiş…” (Said Nursî, Mektubat, 1997, s: 162-63).
Rahmetullah’ın yaptığı çalışma ve yazdığı eser, bu alanda yapılan çok önemli çalışmalardan biri olduğu gibi, daha sonra yazılan reddiyelere de kaynaklık yapmıştır. İlki Arapça olarak neşredilen eserin diğer dillere çevrilmesi bizzat Sultan Abdülhamid tarafından emredilmiştir. O tarihten itibaren eserin bir çok baskısı yapıldığı gibi, Avrupa dilleri de dahil olmak üzere çok sayıda dile tercümesi yapılmıştır. Rahmetullah el-Hindî 1888 yılında vefat etmiştir.
|
15.09.2006
|
|
|
Risâle-i Nur’da eğitim yaklaşımı |
I. Eğitim nedir? Eğitim, ilk insan Hz. Adem’le başlatılması gereken bir kavramdır. İnsan dışındaki canlılar yeryüzüne tekemmül etmiş bir şekilde gönderilirken, insan acz ve fakrıyla kendi ferdî ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak şekilde yaratılmıştır. Bir hayvan yavrusu doğumunun ilk dakikalarından itibaren kendi ihtiyaçlarını karşılamaya başlarken, bir insanın aynı ölçüde ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için uzun yıllara ihtiyacı vardır. Bu gerçek, insanın yeryüzüne taallümle tekemmül etmek için gönderildiğini gösterir.
İnsan dışındaki canlılar yeryüzüne adımlarını atar atmaz, yaratılış amacına uygun olarak varlığın genel ritmine uyarlar. Dağlar, taşlar, hayvanlar, bitkiler her biri kendilerine mahsus vazifelerini kusursuz yaparlar. Onlara geldikleri yerde her şey öğretilmiş gibidir. Ancak, yaratılmışların içerisinde sadece insan, bir tercihle karşı karşıyadır. Karşısında iki yol vardır. Ya varlığın genel ritmine uyarak yaratılış amacına uygun olarak hareket edecek; yani çalışkan, ahlaklı, sorumluluk sahibi birisi olacak ya da katil, hırsız, ahlâksız bir kişi olarak varlığın genel ritminin dışına çıkacaktır. İşte Risâle-i Nur’un insanlara kazandırmaya çalıştığı Kur’ân eğitimi, insanın varlığın genel ritmine uygun olarak hareket etmesini sağlamaktır.
II. Eğitimin hedefi
Cenâb-ı Hak, eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insana, vazifelerini hatırlatmak üzere peygamberler göndermiştir. Bu önderler insana dünyevî olarak başarılı olmanın yollarını öğrettikleri gibi, kul olduklarını da hatırlatmışlardır. İşte bu çerçeveden bakıldığı zaman, Kur’ân’a göre eğitim, beşerî sistemlerin eğitim anlayışından daha derin bir anlam kazanmıştır. Yani, beşerî eğitim sistemleri “iyi vatandaş” yetiştirmeyi öngörürken; Kur’ân’ın evrensel eğitim anlayışı “iyi insan” yetiştirmeyi hedeflemektedir. Bu da insanın dünyevî olarak iyi yetişmesi yanında Allah’a yakın olmasını, yani yaratılış amacına uygun olarak yaşamasını sonuç vermektedir.
III. Nefisten aileye eğitim
Risâle-i Nur’da eğitimin önemi, dar daireden geniş daireye doğru sıralanmıştır. Bu metot nebevî eğitimin bir yansımasıdır. İlahî vahye mazhar olan Allah Rasülü tebliğe başta kendi nefsi olmak üzere en yakınlarından başlamıştır. Bunun gereği olarak İnsan eğitime kendi nefsinden başlamalı, ailesi ve çevresiyle genişleterek devam etmelidir. Bu anlamda Risâle-i Nur’da; “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez.” denilmektedir. Ayrıca, Bediüzzaman, Risâle-i Nur’da sürekli kendi nefsine dönük telkinlerde bulunarak nefis terbiyesine vurgu yapmıştır.
Eğitimde ailenin yeri, özellikle vurgulanması gereken bir konudur. İnsanın ailesinden aldığı eğitim, hayatı boyunca onu etkiler. Burada annenin eğitimdeki yeri öne çıkar. Özellikle 0-6 yaş grubu içerisinde en belirleyici kişi hiç kuşkusuz annedir. Bediüzzaman bu konuda, “Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu mânâyı beyân ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o dersler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.” diyerek annenin eğitimdeki rolünü veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Risâle-i Nur’da, aile kurumu, toplumun sağlıklı ve insanın mutlu olabilmesi için önemsenirken, aile içinde uyulması gereken temel kriterlere de değinilmiştir. Sağlıklı bir aile hayatı ve sağlıklı çocuklar için aile içinde istişarenin temel kılınması, aile fertlerinin birbirlerine karşı empatik yaklaşarak birbirlerini dinleyebilmeleri, kavli leyyin ile davranmaları, tutarlı davranışlarda bulunmaları tavsiye edilmiştir. Ayrıca, ebeveynlerin çocuklarına karşı, iyi örnek olmaları, kırıcı eleştirilerden kaçınarak motive edici olmaları, olumlu davranışlara dikkat çekmeleri, kişiye değil davranışa eleştiri getirmeleri vurgulanmıştır.
Çocuklar, ebeveynlerin üzerlerinde tahakküm kurabilecekleri zayıf yaratıklar değil, Allah’ın emaneti olan fertler hükmündedir. Cenâb-ı Hakkın sonradan gönderdiği bu küçük ev arkadaşlarına karşı baskı ve tahakkümle değil, sevgi ve haklarına saygıyla yaklaşılması gerektiği vurgulanmıştır.
IV. Eğitimde toplum, çevre ve kitle iletişim araçları
Risâle-i Nur’da eğitimde ailenin temel fonksiyonu yanında çevrenin ve kitle iletişim araçlarının da etkisinden bahsedilmiştir. Bugün, günahların binlerce yoldan geldiği belirtilerek bu duruma karşı uyanık olunması tavsiye olunmuştur. Teknolojinin getirdiği radyo—bugün televizyon ve interneti de bu çerçevede değerlendirebiliriz—nimetinin müsbet hizmetlerde istihdam edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Risâle-i Nur’u okuyan ve dinleyen bu zamanın insanları, Bediüzzaman’ın mektupla başlattığı eğitim sürecini bugün gazete, radyo, televizyon ve internet yoluyla devam ettirmeleri gerekmektedir.
Günahlara karşı direncin zorlaştığı günümüzde, Risâle-i Nur’un sunduğu hakikatler, “müfritane irtibat” tavsiyesi esas alınarak hayata geçirilmeye çalışılmalıdır. Beşerî zaaflar cemaat ruhuyla ve teşrik-i mesaî düsturuyla giderilmelidir. Çocuk eğitiminde anne babanın zaafları üçüncü şahıslar devreye sokularak telâfi edilmelidir. Özellikle, 6-12 yaş grubundaki çocuklara anne baba dışında müsbet örnekler gösterilerek, çocukların iyi yetişmesi sağlanmalıdır. Daha ileri yaşlarda ise, model olabilecek arkadaş çevresine çocukları yakın tutmanın önemi ortadadır. Bu tür çalışmalar, çocuklarımızın küresel hegemonya içerisinde erimelerini önleyecek, imanlı ve günahlara karşı dirençli nesillerin yetişmesini sağlayacaktır.
V. Eğitim tek yönlü olmamalı
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’ân’ın eğitim anlayışı, dünya ve ahireti kapsayan bütüncül bir yaklaşımı öğütlemektedir. Eğitim hem dünyevî huzur ve başarıyı hem de uhrevî kazançları hedeflemelidir. Allaha yakın olmayı hedefleyen bir eğitimin, zaten dünyevi huzuru da içerdiği bir vakıadır. Allah Rasülü’nün, “Baba evlâdına güzel terbiyeden daha güzel bir hediye veremez.”, “Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini güzel yapın,” “İnsanın öldükten sonra geride bıraktığı en hayırlı şeylerden birinin, yetiştirdiği salih evlâttır” sözleri bize bunu tavsiye ediyor.
Dünyevileşmenin had safhaya ulaştığı günümüzde, aile fertlerine bütüncül bir eğitim verilmesi ihtiyacı daha da önem kazanmıştır. İnsana fizik, kimya okurken Allah’ın varlığını görebilen bir şuur verilmelidir. Ayrıca, iman dersi ihmal edilmemelidir. “Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-i Müslim birisinin İslamiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer” diyen Bediüzzaman, çocukların ahirette anne ve babalarından şikâyetçi olmamaları için iman eğitimini ihmal etmemeleri gerektiğini vurgular.
VI. Mektep, medrese, tekke
Risâle-i Nur’da, İslâm toplumlarının üç büyük düşmanı olarak, cehalet, zaruret ve ihtilâf zikredilmektedir. Bu üç büyük düşmana karşı marifet, san’at ve ittifak silâhıyla mücadele edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bediüzzaman, hayatını bu üç düşmana karşı mücadele ile geçirmiştir. İlk hayatından itibaren Osmanlı devletindeki eğitim sisteminin yanlış yanlarını vurgulamış bunun düzeltilmesi için çabalamıştır. Bu çerçevedeki en önemli vurgularından birisi hiç kuşkusuz Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki mektep, medrese, tekke ihtilâfıdır. Bu kurumlardan Batı tarzı okullar yani mekteplerde din ilimlerinin okutulması, medreselerde zamanı geçmiş bilgilerin tasfiyesiyle yerine yeni gelişmeleri anlatan dersler konulması ve tekkelerde ise gerçek ilim adamları bulundurulması gerektiğini belirtmiştir. Bunların gerçekleşmesi halinde bu üç kurumun da ruhu birbirine benzeyecek ve tevhid-i medaris gerçekleşmiş olacaktır. Bu anlamdaki eğitim kurumlarına bugün de şiddetle ihtiyaç vardır.
VII. Eğitim kurumları
Bediüzzaman eğitimle ilgili bu tavsiyeler yanında somut projeler de sunmuştur. Bunlardan birisi, Anadolu’da eğitim kurumlarının yaygınlaştırılmasıdır. Hatta okulları yaygınlaştıran zamanın hükümetlerini de takdir etmiştir. Doğuda kurulacak okulların önemini belirterek, burada çalışacak öğretmenlerin mahallî dillere aşina olmaları gerektiğini ifade etmiştir.
Ayrıca, Risâle-i Nur’da ayrıntılı olarak tanımlanan bir eğitim kurumu/anlayışı olan Medresetüzzehra kavramı vardır. Bediüzzaman bu kavramı sıradan bir okul olmanın ötesinde sosyal, ilmî, ekonomik ve siyasî yönleri olan bir ittihad-ı İslâm projesi olarak yorumlamıştır. Maddî olarak bu kurumu inşa ettirmek amacıyla Sultan Reşat ve I. Meclis dönemlerinde girişimlerde bulunmuş; ancak savaşlar ve ihtilâflar dolayısıyla bu talepler sonuca ulaşamamıştır. Daha sonra, bu proje Risâle-i Nur’un neşri, her evin bir medrese-i Nuriye olması ve bütün yerleşim birimlerinde günlük haftalık dersler yapılmasıyla tahakkuk etmiştir. Maddî suretinin de gelecekte kurulacağı müjdelenmiştir.
Bediüzzaman eğitim kurumlarının diliyle ilgili de tesbitte bulunmuştur. Anadilde eğitim görmenin taş üzerine yazı yazmak gibi kalıcı olacağını belirtmiştir.
VIII. Sonuç
Bütüncül bir eğitimi öngören ve bunu mümkün kılabilecek bir altyapıya sahip Risâle-i Nur’un bu eğitim yaklaşımına sadece ülkemizin değil, bütün insanlığın muhtaç olduğunu düşünüyoruz. Kavgasız, gürültüsüz, adil, insan haklarına saygılı, toplumsal barışın tesis edildiği insanca bir dünya için buna ihtiyaç vardır. Çünkü, bu yaklaşım lokal değil evrenseldir.
|
15.09.2006
|
|
|
KÖPRÜ’nün 95. sayısı çıktı: Ahlâk |
"Ahlâk" olgusu insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli unsurlardan birisidir. "İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünü" olarak tanımlayabileceğimiz "Ahlâk" hem bir duygu, hem de bilinçli bir davranış olarak insana ait bir tutumdur.
İnsanoğlu varoluşuyla birlikte Ahlâkilik kaygısını içinde taşımıştır. İnsan, kendisini iyi ve kötü olana dair sürekli sorgulamalara tabi tutarak, "iyi" ve "kötü"nün ne olduğu sorusunun cevabını aramıştır.
Ahlâk'ın kaynağının ne olduğu konusunda insanlık tarihi boyunca ortaya konan üç temel tezin olduğu görülmektedir. Bu tezlerden ilki, vahiy kaynaklı ilkeler; dinlerin tezleridir. İkincisi, Ahlâkı akıl referanslı olarak ele alan, farklı felsefe doktrinlerinin tezleridir. Üçüncüsü de, Ahlâkın toplumsal yönü üzerine geliştirilen antropolojik ve sosyolojik teorilerdir.
Filozoflar, felsefenin tabiatı gereği iyinin ne olduğunu tartışmakla beraber, somut davranış biçimleri sunmaktan kaçınırken; peygamberler, iyinin ne olduğu üzerinde durarak hayatın her alanını içine alacak şekilde insanlara model davranış biçimleri sunmuşlardır.
Sosyologlara ve antropologlara göre ise, insanlar topluluk olarak, bir arada düzenli olarak yaşayabilmek, birbirleriyle anlaşabilmek, çatışmadan sağlıklı ve mutlu olabilmek için, bazı Ahlâk ilkeleri geliştirmek zorunda kalmışlardır.
Bugün yaşadığımız sosyal hayata ilişkin kavram kargaşası, sübjektif değer yargılarının çokluğu, dünyevileşme, hazcılık, Ahlâksızlığa karşı hoşgörünün yaygınlaşması "Ahlâk" konusunda yeni yaklaşımları belirlemeyi gerektirmektir. Zira; bugün dünyada yaşanan Ahlâk krizi, İslâm toplumlarından bağımsız bir olgu değildir. Bütün insanlık bir Ahlâk krizi ile karşı karşıyadır. İslâm Ahlâk ve akaidinin hayata geçirilmesi hususunda yaşadığımız problemler, sosyal hayatın her alanında "etik kodlar"a ihtiyaç duyduğumuzun bir göstergesidir.
Son Peygamber Hz. Muhammed (asm) "Ben güzel Ahlâkı tamamlamak için gönderildim." buyurarak hayatın tüm alanlarını kuşatan bir değerler sistemi sunmuştur. Ahlâkî duyarlılığın büyük ölçüde aşındığı, değer yargılarının karmaşıklaştığı bir zamanda dikkatlerin Hz. Peygamber'in güzel Ahlâkına çevrilmesinin önemli olduğunu düşünüyoruz.
İslâm dininin temel hedefi, mükemmel bir ahlâk sistemi ortaya koymak ve insanların buna uygun bir hayat yaşanmasını sağlamaktır. Bediüzzaman'ın ifadeleriyle "gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, Ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmektir." Bu amaca uygun olarak da İslâm dininin kaynağı olan Kur'ân'da ve peygamberin davranışlarında mükemmel bir Ahlâk örneği sürekli vurgulanmaktadır.
Bediüzzaman, toplumsal barış ve mutluluğun; ancak, faziletli bir toplumla mümkün olabileceğini sıklıkla vurgulamış ve bunun için de Müslümanların temsil yeteneğine ""Eğer biz Ahlâk-ı İslâmiye'nin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler." diyerek dikkat çekmiştir. Vahiy ve sünnete dönük bir hayat tarzının ve Ahlâk anlayışına insanlığın ne kadar ihtiyacı olduğu gözler önüne serilmesi gereken bir hakikattir.
|
15.09.2006
|
|
|
|