|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O Allah ki, rüzgârları gönderir, bulutları harekete geçirir.
Sonra o bulutları ölü bir beldeye sevk eder ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra tekrar diriltiriz.
Fâtır Sûresi: 9
|
21.08.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ilim öğrenmeye çalışırsa bu onun geçmiş günahlarına keffaret olur.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3690
|
21.08.2006
|
|
Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -4-
—Dünden devam—
Bediüzzaman’ı üsera kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hadise cereyan eder. Şöyle ki:
Birgün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz; kumandan kızar. “Belki tanımamıştır” diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan, tercüman vasıtasıyla der:
“Beni herhalde tanımadılar?”
Bediüzzaman:
“Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”
Kumandan:
“Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus çarına hakaret ediyorlar.” Bediüzzaman:
“Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman alimiyim. Îmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem” der.
Bunun üzerine Bediüzzaman dîvan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.
Fakat Bediüzzaman, “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” deyip, kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.
Nihayet îdamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i dîniyesini îfadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek Bediüzzaman’dan özür dileyip, “O hareketinizin mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz” diyerek, verilen îdam hükmünü geri aldırır.
Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fisebîlillah Kur’ân’a, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da katiyen boşdurmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve irşad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu. Birgün, doksan zabit arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir, “Siyasî ders veriyor” diye, dersine mani olursa da, faaliyetinin dînî, ilmî, içtimaî olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.
Nihayet, esaretten firar ile kurtulup, Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare, Viyana tarîkıyla H. 1334 senesinde İstanbul’a teşrif eder.
Tarihçe-i Hayat, s. 103
Lügatçe:
üsera: Esirler.
dîvan-ı harb: Sıkı yönetim mahkemesi.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
21.08.2006
|
|
İbdâ’ ve inşâ (1)
“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.”1
“Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı. Bundan başka semâya da iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir.”2
“Ne sûretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, O size hayatı verdi. Sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra Ona rücû edip gideceksiniz.”3
Yukarıya aldığım birkaç âyet örneklerinde, Allah’ın sıfatlarından ‘yaratma’ sıfatı söz konusu edilmektedir.
Etrafımıza baktığımızda varlıklarla kuşatılmış olduğumuzu görürüz. Daimî bir Yaratıcının, sürekli yaratma, yaşatma ve öldürme fiilleriyle iç içe olduğumuzu müşahede ederiz.
O halde, muhakkak ki; “her senede dört yüz bin envâı birden zemin yüzünde icad eden; ve semâvat ve arzı altı günde halk eden; ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san’atlı, hikmetli, zîhayat bir kâinatı inşâ eden bir kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelînin dairesinde plânları ve miktarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi, göze göstermeyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misilli, gayet kolay o mâdûmât-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek... ahmakane ve cahilânedir.”4
Evet, yaratma işlemi var ve inkâr edilemeyeceğine göre, nasıl olmaktadır bütün bu yaratma faaliyetleri?
El-cevap: “...Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var: Biri ihtirâ ve ibdâ iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor... Diğeri inşâ ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşâ ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.”5
Yine başka bir yerde aynı konuda Üstad Said Nursî şöyle diyor: “Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri ibdâ ve ihtirâ tabir edilen hiçden icaddır. Diğeri, inşâ ve terkip tâbir edilen, mevcut olan anâsır ve eşyadan toplamak sûretiyle ona vücut vermektir.”6
Yukarıdaki paragraflarda geçen iki çeşit yaratma, lügatlarda şu şekilde açıklanmış:
İBDÂ: Örnek almadan veya bir başkasına uymadan yeni bir şey yapmak. Âlet, madde, zaman ve mekân söz konusu olmadan vücut vermek anlamına gelir ve bu şekilde ancak Allah için kullanılır.
“Bedîü’s-semâvâti ve’l-arz”7 âyetinde olduğu gibi, Mübdi’, yani gökleri ve yeri örneksiz, âletsiz, herhangi bir zaman ve mekânla sınırlı olmadan icat eden, varlık alanına çıkaran anlamındadır. Bu kullanılış Kur’ân’da iki âyette daha geçer. (Bkz. El-En’âm, 6:101).
İNŞÂ: Kur’ân-ı Kerîm’de “yaratılış” ve “ba’sü ba’de’l-mevt” (öldükten sonra diriltme) ile ilgili kavram. İnşâ, özellikle bitki ve insanları yerden çıkarıp meydana getirmek, yeni bir topluluk oluşturmak ve ölümden sonra bütün insanları, yeniden hayat verip yerden çıkarmak demektir.
İnşâ, “ne-şe-e” fiil kökünden gelir. “Ne-şe-e”, “çıktı, meydana geldi, yetişti, gelişti, (‘an’ edatıyla kullanıldığında) -den çıktı, bitti” anlamlarında olup, inşâ kelimesinin fiili olan “en-şe-e” ise, “yaptı, meydana getirdi, çıkardı, yetiştirdi” mânâlarındadır.
Kur’ân’da bir “neş’e-i ûlâ” (ilk çıkış), bir de “neş’e-i uhrâ”dan (ikinci çıkış) söz edilir. Neş’e-i ûlâ topraktandır: “Ve sizi daha iyi bilir, sizi yerden neş’et ettirdiği zaman.”8 İnşâ insanlar için kullanıldığı gibi, bitkiler ve toplumlar, kavimler hakkında da kullanılır. “Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, ürünleri, çeşit çeşit hurma, ekin, zeytinleri, narları birbirine benzer ve benzemez biçimde inşâ eden O’dur.”9 “Zalim olan nice şehirleri kırıp geçirdik ve arkalarından başka topluluk inşâ ettik.”10
“İkinci, son inşâ” anlamındaki “neş’e-i uhrâ” ise şöyle açıklanabilir: Nasıl insanlar veya bitkiler yerden bitirilmekte, tohumlarından çıkıp büyüyerek insan veya bitki halini almaktaysa; ölümlerinden sonra yeniden inşâ edilecek, yeni baştan yaratılacak, yani bir “neş’e-i uhrâ”yı yaşayacaklardır.11
—Devamı yarın—
Dipnotlar:
1- Lokman Sûresi, s. 28.
2- Bakara Sûresi, s. 29
3- Bakara, s. 28
4- 23. Lema
5- A.g.y.
6- 30. Lem’a, 4. Nükte, 4. İşaretin 2. Noktası
7- Bakara Sûresi, 2:117
8- Necm Sûresi, 53:32
9- En’am Sûresi, 6:14
10- Enbiyâ Sûresi, 21:11
11- Şamil İslam Ansiklopedisi
|
M. Fahri UTKAN
21.08.2006
|
|
Sabûr
Allah (c.c.), Sabûr’dur, Sabbâr’dır. Yani Cenâb-ı Hak sonsuz sabır sahibidir. Emir, hüküm ve fiillerinde, sabırla, kademeli bir süreç içinde hikmeti gözetir, acele etmez. Kötülüklerin ve kusurların cezâsını dilediği zamana kadar erteler. Tövbe için mühlet verir ve zaman tanır. Cenâb-ı Allah sabreder, sabrı tavsiye eder.
Mübalağa sîgasından olan Sabûr ismi, yine mübalağa sîgasından gelen Sabbâr ismi ile eş anlamlıdır. Her iki ismi de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bildirmiştir. Kur’ân’da bu isimlerin muhtelif fiil ve isim türevleri mevcuttur.
İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Kim ki sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu işlerin büyüğüdür (kabûle şâyândır).”1
“İnsan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak, inanıp sâlih amel yapanlar, hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ.”2
“Ey iman edenler, sabredin! Sabırda ileri geçin!”3
“Allah sabredenlerle beraberdir.”4
Bediüzzaman’a göre, dünyada hikmet tecellîleri ön plândadır. Yani, her tecellîde sebeplerin ve maslahatların teşekkülüne bakılmakta, vâkıalar, zamana bağlı, kademeli ve periyodik bir süreç içinde meydana getirilmekte, yaratılmaktadır. Her şeyde, her zaman “hikmet” sırrı, ön plândadır.
Bedîüzzaman’a göre, insan için sabır ve kanaat ticâretli bir şükrândır. Hırs tehlîkeli bir nankörlüktür. İktisat, nimete güzel ve menfaatli bir hürmettir. İsrâf ise, nîmete çirkin ve zararlı bir hafife almadır. Kanaat ve rızâ akıllı insanın işidir.
Tahammülü zor tecellîlerde insan Allah’a sığınmalı, “Yâ Sabûr!” diyerek sabretmeli, sabır istemeli, Cenâb-ı Hakkın takdirine, tayinine ve hak olarak ayırdığına râzı olmalı, şikâyet etmemelidir. Çünkü Allah’ın takdir ve tecellîsinden dolayı, dönüp yine Allah’a şikâyet etmek, tutarlı bir yol değildir. Eğer şikâyet edilecek bir şey varsa, nefsin Cenâb-ı Hakka şikâyet edilmesi gerekmektedir. Çünkü her zaman kusur nefistendir.
Hastalık halinde ısrarla sabrı tavsiye eden Bediüzzaman, hastalığın yaşanılan şu anla ilgili olduğunu kaydeder. Nitekim geçmiş hastalık saatlerinin acısı gitmiş, geriye sevinci ve sevabı kalmıştır. Gelecek günler ise henüz gelmemiştir. Gelmeyen bir elemden, ağlanmamalıdır.
İnsan, Cenâb-ı Hakkın verdiği bütün sabır kuvvetini bulunduğu şu âna vermeli, sağa sola, yani geçmişe ve geleceğe dağıtmamalıdır. Sabır kuvvetiyle sırf bu saatteki eleme karşı “Yâ Sabûr!” denilerek tahammül edilir ve sabredilirse, Allah merhametiyle eleme ve acıya hafiflik verir, devâ ve sevap lütfeder.
“Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir”5 âyetinde geçen, Allah’ın sabredenlerle beraber olmasının keyfiyetini izah eden Bediüzzaman Saîd Nursî, Cenâb-ı Hakkın Hakîm ismi muktezâsınca nîmetlere ulaşmak için bir merdivenin basamakları gibi bir tertip koyduğunu, sabırsız adamın dikkat ile hareket etmediğinden ve hırs gösterdiğinden basamakları ya atladığını, ya düştüğünü veya noksan bıraktığını, neticede hedefine ulaşamadığını; çünkü, hırsın mahrûmiyete sebep olduğunu; oysa sabrın, müşkülâtın ve zorlukların anahtarı olduğunu beyan eder. Nitekim, Allah’ın hikmetle iş yaptığı dünyada eşya bir derece zamana bağlı olarak kademe kademe tertip ve îcat edilmektedir.
Bediüzzaman’a göre, üç türlü sabır vardır:
1. Günahlardan nefsimizi çekip almak hususunda göstermemiz gereken sabır. Bu sabır bizi, “Allah muttakîlerle beraberdir”6 âyetinin sırrına mazhar etmektedir.
2. Musîbetlere karşı göstermemiz gereken sabır. Bu sabır bizi, “Allah tevekkül içinde olanları sever”7 âyeti ile, “Allah sabredenleri sever”8 âyetinin şerefine mazhar kılmaktadır.
3. İbâdet ve taat üstünde göstermemiz gereken sabırdır. Bu sabır da bizi Allah katında sevilenler makâmına çıkarmakta, bizi ibâdetin kemâline erdirmektedir.
İsyanlarımıza ve günahlarımıza karşılık Cenâb-ı Hakkın yaşamamıza müsaade etmesinin ve mühlet vermesinin, başı boş olduğumuz mânâsında olmadığını beyan eden Bedîüzzaman, semâvât ve arzın teklif, tecrübe ve imtihan için açıldığını, verilen süre ve zaman bittikten sonra semâvât ve arzın, teklif ve tecrübeye ait olan eşyayı Allah’ın emri ile bertaraf edeceğini kaydeder.
Bedîüzzaman’a göre, zâlimin çoğu zaman yaptığı kötülüklerin hesabı sorulmadan izzetinde kalarak bu dünyadan çekip gitmesi, çetin bir mahkeme-i kübrânın vâki olacağının işâretidir. Yoksa bu durum, mazlumun hakkına ve hukukuna bakılmadığını aslâ göstermez.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Şûrâ Sûresi: 43; 2- Asr Sûresi: 2-3; 3- Âl-i İmran Sûresi: 200; 4- Bakara Sûresi: 153; 5- A.g.s.; 6- Bakara Sûresi: 194; 7- Âl-i İmran Sûresi: 159; 8- Âl-i İmran Sûresi: 146.
|
21.08.2006
|
|
Delâili'n-Nur
24. Ezel sabahından mahşer gününe kadar Muhammed’in (asm) gönül çekici varlığına salâvat olsun.
25. Milyon salât, milyon selâm sana olsun, ey Allah’ın Resûlü!
26. Dil kılıncım her an bu şekeri kesmekle meşgul olsun. Muhammed’in (asm) eşsiz güzellikteki endâmına salâvat olsun.
|
21.08.2006
|
|
‘Zaman, imânı kurtarmak zamanıdır’
Bediüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müstesnâ birer eser yazabilirdi. Fakat o “Zaman, imânı kurtarmak zamanıdır” demiş ve bütün himmet ve mesâisini ve hayatını ulûm-u imâniyenin telif ve neşrine hasretmiştir. Evet, Hazret-i Üstad, ulûm-u imâniyeyi neşretmekle, âlem-i İslâm ve âlem-i insaniyeti hayattar ve ziyâdar eylemiştir. Cenâb-ı Hak, o büyük Üstaddan ebediyen râzı olsun, uzun ömürler versin. Âmin, âmin, âmin.
|
21.08.2006
|
|
Hayat
Hayat;
• Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en katîsi ve en mükemmeli,
• Hem masnuat-ı İlâhiye içinde en hafîsi ve en zâhiri, en kıymettarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ı san’at-ı Rabbâniyedir.
• Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren, nâzenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmâniyedir.
• Hem şuûnât-ı İlâhiyenin gayet câmi bir aynasıdır.
• Hem Rahmân, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok Esmâ-i Hüsnânın cilvelerini câmi ve rızık, hikmet, inâyet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tâbi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbâniyedir.
• Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine güya hayatın yuvası olan her ceset, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Adeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevî beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.
Lem’alar, 30. Lem’a, 5. Nükte, s. 323
|
21.08.2006
|
|
“Bir tebliğ bir iman kurtarabilir!”
İslâm tebliğinin ilk yıllarından birisinde idi. Hazrecli Ebu Heysem, Eşhel kabilesinden birkaç genç ile birlikte Hazrec ile Kureyş arasında bir yardım anlaşması yapmak üzere Mekke’ye geldiler. Mekke’ye geldiklerini haber alan Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hiç durmadan onları arayıp buldu ve onlara İslâm dinini tebliğ ve teklif etti.
“Ben size geldiğiniz işten daha hayırlı bir iş teklif edeyim mi?” buyurdu.
Onlar:
“Nedir o iş?” dediler.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.): “Ben Allah’ın peygamberiyim! Allah beni kullarına, yalnız Ona ibâdet etsinler ve Ona ortak koşmasınlar diye gönderdi ve bana kitap indirdi,” buyurdu.
Ardından Peygamber Efendimiz (a.s.m.) onlara İslâm dinini tanıttı. Kur’ân’dan âyetler okudu.
Peygamber Efendimizi (a.s.m.) dikkatlice dinleyen içlerinden İyas b. Muâz adında bir genç, “Arkadaşlar! Vallahi bu bizim geldiğimiz işten daha hayırlıdır!” dedi.
Fakat ekibin büyüğü olan Ebu Heysem yerden bir avuç toz, toprak, kum, çakıl avuçlayarak İyas’ın yüzüne çarptı ve onu azarladı:
“Bırak be! Biz bunun için mi geldik?” diye bağırdı.
Bunun üzerine İyas sustu.
Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) kalkıp gitti.
Hazrec ekibi ise Medine’ye döndü.
Günlerden bir gün Evs ile Hazrec kabileleri arasında Buâs olayları patlak verdi. Çok geçmeden İyas bu olaylar sırasında öldü.
İyas’ın ölümünde hazır bulunanlardan birisi dedi ki:
“İyas ölünceye kadar Allah’ın adını anmaktan geri kalmadı. Anladık ki, İyas o gün Peygamber Efendimizin (a.s.m.) söylediklerini dinledi ve Müslüman oldu. Nihayet Müslüman olarak öldü.”
(Heysemî, 7/36.)
|
Süleyman KÖSMENE
21.08.2006
|
|
|
|