Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ateşten gömlek

İktidar sözcülerinin mayınlı araziden farksız dış konularda uluorta açıklamaları, sadece kendilerini ve partilerini değil, Dışişleri’ni, hatta Türkiye’yi sıkıntıya sokuyor.

Tıpkı dün AK Parti Grup Başkanvekili Faruk Çelik’in yaptığı gibi.

Dışişleri Bakanı Gül’ün Beyrut’ta “Çokuluslu güce katılma konusunda henüz karar vermedik, kendi içimizde görüşmeye devam ediyoruz” dediği saatlerde, Çelik seçim bölgesi Bursa’nın İnegöl ilçesinde “bomba”yı patlatıverdi: “Mehmetçiğimizi daha önce nasıl Bosna’ya, Kosova’ya göndermişsek, Lübnan’a da aynı amaçla göndereceğiz. Biz oraya barış amaçlı, insani amaçlı asker göndereceğiz.”

Haydi bakalım, ayıkla pirincin taşını...

Çünkü BM Gücü’nün Güney Lübnan’daki görevinin sadece “Ateşkesin sağlanması ve barışın korunmasıyla sınırlı olacağı” kesin değil. Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı öylesine açık kapı bırakıyor ve dolaylı görevler yüklüyor ki, BM Gücü’nün iskeleti olması ve komutasını üstlenmesi beklenen Fransa bile tereddüt etmeye başladı.

Örneğin, kararda Hizbullah’ın silahsızlandırılması öngörülüyor. Bunu kim yapacak? “Lübnan ordusu” yanıtı veriliyor ama kararın 11’inci paragrafının 5’inci fıkrasında “Hizbullah’ın silahsızlandırılmasında BM Gücü’nün Lübnan ordusuna yardım etmesi” öngörülüyor.

Fransa işte bu “yardım”ın tanımının yapılmaması, kapsamının belli olmaması nedeniyle ürkmeye başladı, Lübnan hükümetinden Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına BM Barış Gücü’nün karıştırılmayacağı güvencesi istemeye karar verdi. “Le Monde” gazetesi, Fransız diplomatik çevrelerinde, “Birliklerimizi silahsızlandırma operasyonuna karıştırmak, intihar demek olur” değerlendirmeleri yapıldığını belirtti.

Hizbullah’ın silâhları

Sorun bu kadarla da bitmiyor: Lübnan’da Hizbullah’ı silahsızlandıracak otorite yok. Hükümet böyle bir emri kolay kolay veremez; zira bünyesinde Hizbullah bakanları yer alıyor. Bir an için verdiğini kabul edelim, uygulatamaz; zira Lübnan ordusunun yüzde 60’ı Şii. Hemen tüm Şiiler de Hizbullahçı olduğuna göre, ordudaki Şii askerler de en azından Hizbullah sempatizanı. Hizbullah’ın Hizbullah’ı silahsızlandırması mümkün mü?

Geriye tek çözüm kalıyor: Hizbullah’ın gönüllü olarak silahlarını bırakması. Ama o da kesinlikle sözkonusu değil. “El-Hayat” ve “Haaretz” gazeteleri dün Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora’ya üç koşul ileri sürdüğünü duyurdular: “ 1- Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını gündemden çıkarın. 2- Silahlarımızı vermeyiz sadece açıkça sergilemeyiz. 3- BM Gücü’ne Güney Lübnan’ın tek hakiminin Hizbullah olduğunu, bölgede sadece konuk olarak bulunduğunu kabul ederse izin verebiliriz.”

Bu şartlar kabul edilmezse ne olacak? Hiç. BM kararı Hizbullah’ı bağlamıyor. Çünkü o devlet değil, örgüt veya parti!

Devamı var: BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Barış Gücü’nün tam oluşmasının, yani 15 bin kişiye ulaşmasının aylarca sürebileceğini belirtiyor. İsrail ise Barış Gücü tam oluşmadan Güney Lübnan’dan çekilmeyeceğini, güvenlik için “Önleyici operasyonlar” yapabileceğini söylüyor.

Hizbullah’ın silahsızlandırıl(a)mamasını Güvenlik Konseyi kararının ihlali olarak yorumlayan İsrail “Önleyici operasyon” yaparsa, silahlarını “Sergilemeyen” Hizbullah karşı saldırıyla yanıt verirse, ne olacak? Daha önemlisi, iki ateş arasında kalacak BM Barış Gücü ne yapacak?

Türkiye bu güce asker verme kararından önce yüz kez, bin kez düşünmeli. Zira Lübnan’da savaş yeni başlıyor.

Sabah, 17.8.2006

Erdal ŞAFAK

18.08.2006


 

Yine tezkere tartışıyoruz

Lübnan’da BM çatısı altında oluşturulması düşünülen Barış Gücü’ne asker gönderip göndermeme tartışmasında ortaya çıkan üç ana yaklaşımı şöyle özetleyebiliriz:

1) “Muhakkak asker gönderilsin”: Bu grubun liderliğini “Yeni Ortadoğu” planlarında ABD ile birlikte hareket edilmesini savunanlar ve İsrail’in güvenliğini son derece önemseyenler yapıyor. Onları, düşmanlık derecesinde ABD ve İsrail’e karşı olsalar bile, Türkiye’nin bölgede bu iki güce rağmen bir şey yapamayacağına inananlar izliyor.

2) “Koşullara göre asker gönderilsin”: Hükümet ve Genelkurmay, başından beri, ilan edilen ateşkesin ve kurulacak Barış Gücü’nün netleşmesini istiyor. Doğrudan tarafların (İsrail, Lübnan hükümeti, Hizbulah) ve dolaylı aktörlerin (ABD, İran, Suriye, Mısır...) tümünün onay ve destek vereceği iyi tanımlanmış bir süreçte Türk ordusunun da rol alabileceği resmen açıklandı. Medyanın önemli bir bölümü de bu formülü benimsiyor.

3) “Kesinlikle asker gönderilmesin”: Koşullar ne olursa olsun asker gönderilmesine karşı çıkanlar, İsrail’in yarım bıraktığı (daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığı) bir işin Barış Gücü’ne -dolayısıyla Türk ordusuna- yükleneceğini düşünüyorlar: Hizbullah’ın silahsızlandırılması. Ayrıca Barış Gücü’nün İsrail’e karşı Lübnan halkını savunup savunmayacağı, istese de bunu nasıl yapabileceği belirsiz.

Red cephesi içinde, Türk askerinin Lübnan’da çatışmaya sürüklenmesinden endişelenen sol, muhafazakâr, hümanist vb. öğelere ek olarak katı Türk milliyetçileri de yer alıyor. Hatta içlerinde “Lübnan yerine Kuzey Irak’a girelim; gerekirse ABD ile de çatışalım” diyenler bile var.

George Bush’a jest

Görüldüğü gibi Türkiye, tıpkı 1 Mart 2003 tezkeresi öncesinde olduğu gibi yoğun bir tartışma içerisinde. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bölgedeki ziyaretlerini tamamlamasının ardından devletin tavrı büyük ölçüde belli olacak ve Ankara büyük olasılıkla asker göndermeye yeşil ışık yakacak.

Bu noktada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ekim ayı başında Beyaz Saray’da Başkan George W. Bush’u ziyaret edecek olması çok önemli. Erdoğan geçen yılki Washington ziyaretinden önce, araya bir İsrail ziyareti sıkıştırmış ve Amerikalıların ne zamandır beklediği İncirlik Üssü’ndeki birtakım kolaylıklara vize vermişti. Bu yılki da ziyaret öncesi Bush’a bazı jestler yapmak isteyeceğini, Lübnan’a asker göndermenin de bunlardan biri olacağını kestirebiliriz.

Yeni 1 Mart kaygısı

Ancak 1 Mart deneyimi devletin üst düzeyini çok ürkütüyor. CHP tavrını açıkça red olarak koyduğu için hükümetin hazırlayacağı bir tezkerenin TBMM’de başına ne geleceği meçhul. Çünkü AKP yönetimi içinde bile çatlak sesler var. Yani hükümet, bir kez daha, hem de Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde Meclis’te acı bir sürpriz yaşayabilir. Öte yandan, TBMM’yi by-pass ederek Lübnan’a asker göndermeye kalkışırsa, çok ciddi hukuk ve rejim tartışmalarını göze alması gerekecektir.

Başbakan Erdoğan’ın partisini, tıpkı 1 Mart öncesinde olduğu gibi, muhtemel bir tezkereye hazırlanmak istediği anlaşılıyor. O tarihte milletvekili bile olmayan AKP lideri “tezkere geçmesin” diyenlerin gözünü “O zaman maaşlarınızı alamayın da göreyim” diye korkutmaya çalışmıştı.

1 Mart, görünüşte Erdoğan’ın siyasi kariyerinin en kara günlerinden biriydi.

Ama olaya tam tersinden de bakabiliriz:

1 Mart’ta tezkere geçmiş olsaydı AKP bugün birlik ve beraberlik içinde beşinci yılını kutlayabilir miydi? Erdoğan hem AKP lideri, hem de başbakan olur muydu?

Vatan, 17.8.2006

Ruşen ÇAKIR

18.08.2006


 

Orgeneral Hilmi Özkök’e dair...

Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök veda ziyaretleri yapıyor. Ağustos sonunda Türk askeri ve siyasi hayatından çekilecek. Ne var ki giderayak bile polemik konusu olmaktan kurtulamıyor.

Önce Toroğlu’nun temsil ettiği zihniyetin yüksek sesli saldırısına uğradı.

Şimdi de Devlet Şeref Madalyası’na hak kazanıp kazanmadığı konuşuluyor. Malum, hükümet Hilmi Özkök’e Devlet Şeref Madalyası vermek üzere harekete geçti ve hazırladığı kararnameyi Köşk’e yolladı.

Bundan önceki iki Genelkurmay Başkanı’na, Karadayı ve Kıvrıkoğlu’na da verilmişti bu madalya...

İlginçtir ki o günlerde Karadayı ve Kıvrıkoğlu’nun bu madalyayı hak etmek için ne yaptıkları gündeme hiç gelmedi. O günlerde sorgulamayı akıllarına getirmeyenler bugün kendileri açısından pek cesur yazılar kaleme alıyorlar...

Madalya bir asker için önemlidir...

Asker-sivil ilişkilerine hassas, askeri otoritenin sistem içindeki siyasi rolünden rahatsız, bu konuyu Türkiye’nin temel meselesi olarak gören birisi, ayrıca bir uzman, bir gözlemci ve bir yurttaş olarak şunu gönül rahatlığıyla söylebilirim:

Eğer bu madalyanın verilmesindeki temel kriter haketme ise, bu madalyayı son yıllarda en çok hakeden asker Org. Hilmi Özkök’tür.

2002-2006 arası, Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı yaptığı yıllar Türkiye için tarihi önemde kritik bir dönemi ifade eder.

Üç açıdan...

1. Bu dönemde ülke devasa değişim hamlesine girişmiş, AB sınavından başarıyla geçmiş, bu çerçevede Kıbrıs meselesinden Ortadoğu politikasına değin resmi tutumda bir dizi esneme ve dönüşüm yaşanmış, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sistem içindeki rolü başta olmak üzere ciddi devlet yapısı sivilleşerek elden geçirilmiş, özgürlükler alanı genişletilmiştir.

2. Aynı dönem dünyanın ve bölgenin karıştığı, 11 Eylül saldırısının yaşandığı, Doğu-Batı gerilimin başgösterdiği, Bush iktidarının Ortadoğu’da esip gürlediği, ABD-Türkiye, Pentagon-Türk Genelkurmayı ilişkilerinin ciddi sarsıntılara maruz kaldığı, zaman içinde ülke çıkarlarıyla Batı çıkarları arasındaki mesafenin açıldığı dönemdir...

3. Bu koşullarda 2002-2006 arası doğal olarak sadece değişimin değil değişime yönelik direncin de yılları olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Silahlı Kuvvetler içinde 1970’lerden bu yana yaşanan en kritik ve tehlikeli bölünme yine bu dönemde meydana gelmiş, New York süreci sırasında ülke ciddi bir darbe tehlikesi bile atlatmıştır.

Şu açıktır:

Gerek değişim süreci gerek uluslararası politika ve dengeler gerek ordu içi kırılmalar açısından Türk Silahlı Kuvvetleri bu büyük sürecin doğrudan tarafı ve aktörü olmuştur.

Daha yerinde bir ifadeyle ordu bu dönemin “hem öznesi hem nesnesi” olmuştur.

Bir yandan yaşanan her değişiklik Türk Silahlı Kuvvetleri’nin konumunu, politikalarını, iç yapısını etkilemiştir.

Öte yandan yaşanan her değişiklik Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ya da bir asker grubunun direnciyle karşılaşmıştır.

En nihayet yaşanan her değişiklik Türk Silahlı Kuvvetleri karargahının katkısı ve desteğiyle hatta kendisini bu değişime uyarlamasıyla mümkün olmuştur.

Çelişkili gibi görünse de bu üç yön birlikte yaşamış, onlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen, üçüncüsünün diğerlerine galebe çalmasını sağlayan, iç dengeleri ayarlayan geminin kaptanı, yani Hilmi Özkök olmuştur.

Özkök herşeyden önce “ordu içi çatlakları onarmasını, sesini yükseltmeden gemisine hakim olmasını bilmiş” bir komutandır.

Öte yandan ilk kez “Özkök döneminde demokrasi kavramı ordu içi tartışma ve ayrışmalarda referans kavramlardan birisi haline” gelmiştir. Özkök’ün sadece asker-sivil ilişkileri açısından değil, ordu içinde subayın niteliği, rolü açısından demokrasi kavramına yaptığı vurgu son derece önemli ve hayati bir eşiği ifade eder.

Üçüncü olarak Özkök AB ve “Kopenhag kiriterleri hattındaki değişime karargahıyla destek vermiş ve ordunun siyasi alandan görece çekilmesini içine sindirmiş ve uygulamıştır”.

Dördüncü ve son olarak hükümetle asker arasında yaşanan gerginliklerde, kullandığı üslupla krizlerin önünü almasını bilmiş, bu gerginliklerin sistem içinde kalmasına imkan vermiştir...

Eleştirmek kadar teşekkür etmeyi de bilmek gerek...

Ve unutmamak gerek:

Hiçbir toplumsal yapı ya da kurum, kendi aktörlerinin iradesi ve niyeti olmadan değişemez...

Yeni Şafak, 17.8.2006

Ali BAYRAMOĞLU

18.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004