Sosyoloji disiplini tüm toplumların esas olarak muhafazakar olduklarını söyler. Çünkü ‘toplum’ olma hali o toplumun bireyleri açısından paylaşılmakta olan değerleri, âdetleri, ritüelleri, en geniş şekliyle alışkanlıkları ifade eder ve insanlar o alışkanlıkları devam ettirmenin verdiği özgüvenden kolayca kopamazlar.
Dolayısıyla her türlü değişim toplumların geneli açısından bir tehdit anlamı taşır. Öte yandan sosyal yapılar aynı zamanda güç ilişkileri ve dengesizlikleri üretmekle kalmaz, bunları kurumsallaştırır ve sahip çıkılan değerlere bağlar. Böylece hiç de demokratik olmayan bir sistem belirli bir toplumun ‘değeri’ olarak sunulabilir... Eğer çevre koşullar sistemi zorlamaktaysa, bir yandan resmi ideolojinin yardımına başvurularak ‘değiştirilemez ilkeler’den söz edilir; bir yandan da her türlü değişimin bir ‘dış tehdit’ ima ettiği öne sürülerek toplumun muhafazakarlığından medet umulur...
Türkiye’de de bu süreç epeyce banal biçimleriyle yaşanıyor... AB’nin sembolize ettiği global dünyayla bütünleşen, ona adapte olan, giderek onunla bir sentez gerçekleştirebilecek olan Türkiye fikri çoğu insanı, ama tabii ki öncelikle var olan adaletsiz, eşitsiz ve antidemokratik sistemden yararlananları korkutuyor. Değişimden ürkenler, devletçilik üzerinden üretilmiş ideolojik ve kurumsal hiyerarşinin devam etmesi için çırpınıyorlar... Bu çoklu ancak derinliksiz koalisyonun sözcüleri medyadan siyasi partilere, silahlı kuvvetlerden yargıya kadar uzanmakta. Amaç AB sürecini durdurmak ve ülkedeki otoriter siyasi yapıyı korumak olunca tüm enerji AKP üzerinde kilitleniyor. Çünkü AKP hem AB üyeliğini açıkça desteklemekte, hem de İslami duyarlılığı temsil eden siyasi kimliği nedeniyle resmi ideoloji açısından meşruiyet zaafı taşımakta. Diğer bir deyişle devletçi koalisyonun mesajı, ülkeyi AB’ye taşımakta olan partinin zaten devletin asli değerlerine sahip çıkmayan bir kesime ait olduğudur. Böylece AB’ye ‘emperyalist ve düşman’ bir kimlik yakıştırılarak AKP; AKP’ye ise ‘dinci’ kimliği yapıştırılarak AB süreci yıpratılmaya çalışılıyor.
Ne yazık ki bu pozisyonun arka planında devletçi koalisyonu ele veren, zihinsel kapasitesizliğini açığa çıkaran, ahlaki düzeyini sergileyen bir sıçrama var... Topluma yaptıkları çağrı toplumun değil ‘devletin değerlerine’ sahip çıkılmasına yönelik. Çünkü AB ve AKP karşıtlığının dilinde ne çeşitliliği veya hoşgörüyü, ne de yerel duyarlılıkları veya Türkiye insanının manevi derinliğini vurgulayan bir unsur var. Varsa yoksa ‘milli’ kurumlarımızın korunması kaygısı ve malum 82 Anayasası’nın ‘değiştirilemez’ maddelerinin bir zırh olarak, içeriksiz bir biçimde kullanılması. Yani tartışılmayan, tartışılması istenmeyen, hatta engellenen birtakım ‘değerler’den söz ediyoruz... Oysa bunlardan bir ‘toplumsal değer’, toplumlarda otantik olarak bulunan muhafazakarlığı davet edecek bir fikriyatın çıkmayacağı açık. Çünkü bunlar ancak devletçilikle bütünleşen bir laiklik ve milliyetçiliğin, toplumu totaliter bir cendereye almayı ‘birlik beraberlik’ sanan otoriter zihniyetin uzantısı. Toplumsal değerlerin birer ‘devlet değeri’ haline gelmesinden, ‘devlet değerlerinin’ toplumsal talepler karşısında demokratikleşmesinden korkan arkaik bir direnç hali...
Ordu ve yargı üzerinden kendilerine yer açmaya çalışan, daha devletçi ve milliyetçi olmaktan başka önlerinde hiçbir vizyon bulunmayan birtakım ‘sivil’ oluşumlar... Nihayet bu acıklı manzarayı tahkim edecek, şiddeti meşrulaştırmaktan bile çekinmeyen sığ bir söylem... Toplumdan beslenen bir muhafazakarlık bunların yanında gerçekten de demokrat kalıyor...
Zaman, 26 Haziran 2006
|