|
|
|
ABD Büyükanıt’ı bekliyor |
Dikkat ettiyseniz, TSK’nın komuta kademesi, bir süredir göreceli bir sessizliğe büründü.
Her yıl düzenli olarak yapılan ve zaman zaman askerin siyasi mesaj vermek üzere bir araç olarak kullandığı kimi sempozyumlar gerçekleştirilmiyor. Basın mensupları ve askerleri buluşturan Ankara’daki yabancı elçiliklerin düzenlediği milli gün resepsiyonlarına da asker katılımı azalırken, katılanlar da hassas konularda yorum yapmaktan ve demeç vermekten kaçınıyorlar.
Hatta bazı elçilikler, Ordu Günü resepsiyonlarına çağırdıkları TSK mensuplarına, önceden basın ile konuşup konuşmayacaklarını danışıp, ona göre önlem alıyorlar.
Bu günlerde en dikkat çeken sessizlik politikası, sözünü sakınmaz kişiliğiyle bildiğimiz Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan geliyor. Büyükanıt Paşa adeta gizleniyor.
AB’nin TSK bağlantılı eleştirilerine, kısa süre öncesine kadar tepki vermekten çekinmeyen Orgeneral Büyükanıt’ın, birini “iyi tanıdığını” belirterek, şimşekleri üzerine çektiği, iki astsubayın, 19 Haziran tarihinde Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 39 yıla mahkûm edildikleri Şemdinli davasıyla ilgili AB’den gelen yorumlara sessiz kalması da dikkatli gözlerden kaçmadı.
Malum, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Oli Rehn, iki astsubayın ceza almasını yeterli bulmayarak, daha üst rütbeli isimlerin sorumluluklarının olup olmadığının araştırılması gerektiğini söylemişti. Hatırlanacağı üzere, Şemdinli olayıyla ilgili savcılığın hazırladığı iddianameden, Büyükanıt ve diğer bazı üst düzey komutanların adları çıkartıldıktan sonra dava görülmüştü.
Üst düzey komuta kademesinin bu göreceli sessizliğinin arkasında, yaklaşan Yüksek Askeri Şûra toplantısının yattığı, Ankara’daki kulislerde fısıldanıyor.
Bir Batılı diplomat, bu sessizliğe şöyle bir yorum getiriyor;
“Malum, Ağustos başındaki şûra toplantısında Özkök’ün emekli olmasıyla boşalacak Genelkurmay Başkanlığı görevine iki yıl süreyle Orgeneral Büyükanıt’ın gelmesi bekleniyor. Ancak, Büyükanıt’ın isminin gerek Şemdinli davasıyla anılması, gerekse AKP iktidarının, kendisinden, özellikle siyasi demeçler vermesinden dolayı rahatsız olduğu gerçeğiyle, müstakbel Genelkurmay Başkanı sessiz kalmayı tercih ediyor.”
Anlayacağınız, TSK komuta kademesi, Büyükanıt’ı Genelkurmay Başkanlığı’na taşıyacak şûra toplantısı öncesi polemikten uzak kalmayı tercih ediyor.
Türkiye’yi yakından tanıyan Batılı diplomat, “Başbakan Erdoğan askerle çatışmak istemiyor ve Büyükanıt, büyük olasılıkla Genelkurmay Başkanı olacak,” değerlendirmesini de yapıyor.
2003 yılında Irak’ı işgalinde, Türkiye üzerinden ikinci cephe açılmasının TBMM tarafından reddiyle birlikte, geleneksel askerden askere ilişkileri de ciddi yara alan ABD cephesinde ise Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı olumlu karşılanıyor.
Malum, ABD, yüzünü Doğu’ya çevirip, Washington yerine Çin’i ziyaret eden Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ile aynı ekolün temsilcisi Kara Kuvvetleri eski Komutanı emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın, Washington’a ayak basmamış olmalarından ciddi şekilde rahatsızlık duymuştu.
Orgeneral Büyükanıt’ın, geçen yıl Aralık ayında gittiği ve üst düzeyde hüsnü kabul gördüğü ABD ziyareti, iki ülke arasında askerden askere ilişkilerin raya oturma eğilimi içine girmesinde önemli rol oynadı.
Dolayısıyla, ABD’nin, Büyükanıt komutasındaki TSK ile bir sorun yaşaması beklenmiyor. Yaşanabilecek en büyük sorun, Amerikalı firmaların artan biçimde, milyarlarca dolarlık silah ihalelerinden, şartname koşulları nedeniyle dışlanması. Bu dışlanma sistematik hale gelirse, askerden askere ilişkilerin yeniden yalpalaması kaçınılmaz olacak.
Bugün, 26 Haziran 2006
|
Lale Sarıibrahimoğlu
27.06.2006
|
|
|
Nafile cepheler |
Ankara’da son günlerde yeni bir hayal peşinde koşuluyor. Kim ortaya attıysa, bir “sağın ve solun bir araya geldiği cephe”den söz ediliyor.
Bu fikrin temelinde şu var: Bugünkü siyasal yapıyla seçime gidilmesi durumunda AKP yine birinci parti çıkacak ve Meclis’e üç parti girmesi durumunda da tek başına iktidar olabilecektir; dolayısıyla AKP’nin tek başına iktidar olmasını engellemek için merkez sağ (DYP, ANAP hatta MHP) ile merkez sol (CHP) bir araya getirilmelidir.
Böyle bir cephede yer alacaklarda aranan tek koşul AKP’yi iktidardan uzaklaştırma isteğidir. Eğer bu hayal gerçekleşir ve böyle bir cephe yoluyla AKP iktidardan uzaklaşırsa yerine gelecek olan da üçlü ya da dörtlü bir koalisyondur.
1997-2002 yılları arasında kurulmuş olan zoraki koalisyonlar tekrar ortaya çıkacaktır.
***
AKP hükümetinin birçok konuda, en baştan kendisine tanınan “avansları” bol kepçe harcadığı, hem ekonomide hem dış politikada kendisine sağlanan destekleri kullanmayı beceremediği ortada. AKP’nin üst üste biriken yanlışları hem kendisiyle ilgili kuşkuları arttırdı hem de önemli bir güven kaybına yol açtı. Ancak, AKP iktidarını sona erdirmek için “ilkesiz” ya da anti-AB kokulu cepheler oluşturmanın da Türkiye’ye herhangi bir fayda sağlayacağı oldukça kuşkuludur.
***
CHP’nin sosyal demokrat hatta demokrat politikaları terk ederek milliyetçi-muhafazakâr çizgiye yönelmesi, demokrasinin “sol kanadı”nı tümüyle boşaltmıştır. Bu, demokratik dengelerde büyük aksamalara yol açıyor.
Milliyetçi-muhafazakâr-laik cephede yer almakla, CHP kendi varlık nedenlerini böylece tümüyle ortadan kaldırmış olacaktır.
Bunun sonucunda da siyasi yapı tümüyle merkez sağa kayacak ve sistem, milliyetçi muhafazakâr partilerle (DYP, ANAP, MHP) yine merkez sağdaki muhafazakâr parti (AKP) arasında oynanan bir oyuna dönüşecektir.
***
Ankara yine kendi sisli havalarına uygun karmaşık siyasi yapılar peşinde koşuyor. Oysa siyasi yapıyı makul dengelere sokmak için yapılacak iş basittir.
DYP ile ANAP birleşir ve AKP’ye ödünç verdiği kadroları geri alır.
Merkez solda da CHP içinde ya da “zeytin ittifakı” benzeri bir çözümle birlik sağlanır.
Bunun için gereken fedakârlıkları yapamayan siyasi kadroların iddialı cephe arayışlarına girmelerinin gerçekte hiçbir anlamı yoktur.
Vatan, 26 Haziran 2006
|
Okay Gönensin
27.06.2006
|
|
|
Meczuplardan bir savcı |
22 Haziran günü büyük gazetenin 25. sayfasının alt köşesinde pul kadar bir haber. Bir vesikalığın çeyreği büyüklüğünde bir fotografın altına adı sığmamış.
G. Avcı yazıyor. G.A. olsa gözlerine bir bant da yakışırdı doğrusu. Başlık: ‘Psikolojisi araştırılıyor.’ Haberin bütününü aktarıyorum: “Adalet Bakanlığı, Susurluk Davası, Şemdinli olayları ve Danıştay saldırısını mercek altına alarak ‘Karanlık İlişkiler’ adlı bir kitap yazan ve ilginç görüşleri ile dikkat çeken İzmir-Bayındır Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı hakkında inceleme başlattı. Adalet Bakanlığı müfettişlerinin son normal teftişte, Avcı’nın ‘Psikolojik sorunları olduğu’ iddiasıyla, ‘Emsallerine göre birinci sınıfa terfiye temayüz etmediği’ şeklinde rapor verdiği ortaya çıktı.”
Şimdilik küçük bir sinyal. Ama bizde hazır bekleyen algı uyaranlarını anında harekete geçiriyor. Demek o da meczupmuş.
Bu habere en büyük ilgiyi İşçi Partisi’nin internet sitesinin gösterdiğini de belirtmeli. Meğer ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hedef alan’ savcı, dini broşür dağıtan öğretmen hakkında takipsizlik kararı verirken İşçi Partisi’nin başına bela oluyormuş.
Meczupluk müessesesinin siyasetimizde önemli bir yeri olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Kimi terör suçlularına bir çırpıda teferruatlı bir örgüt geçmişi, azimli bir fanatik portresi çıkarılmasına rağmen kimilerine ısrarla meczup yaftası yapıştırılır. Güçlü olan, kendi inanç şemsiyesini, kendi alameti farikasını kullanarak onun bunun gözünü çıkarmaya çalışırken kıstırılmış ya da kıstırılamamış eylemciyi bir çırpıda meczup ilan eder. O, bizden değil. O, bizim denetimimiz dışında.
O, meczup.
Öte yandan bir devlet memurunun; önemli bir postta oturan hukuk adamının statükoyu sarsabilecek “ilginç” görüşleri de onun ‘psikolojik durumu’nu gündeme getiriverir. Koskoca Cumhuriyet Savcısı, aklını kaçırmış olmasa kalkıp bu lafları eder, bu kitapları yazar mı?
Bu durumda da aklın sınırları, statüko bekçileri tarafından belirlenmekte, sorgulayıcı her yaklaşım delilik ülkesine sürgün edilmekte. (...)
Savcının deliliği
İzmir-Bayındır Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı, ‘Bugün’e verdiği bir söyleşide Şemdinli ve Danıştay olaylarının devlet aygıtını rencide ettiğini söyleyip, “Bunun üzücü bir neticesi olarak ise milletin devletine ve ordusuna olan güveni ciddi derecede sarsılmaktadır. Bu sarsıntının önüne ancak adli mekanizmayı tam ve sonuna kadar işletmekle geçebilirsiniz, sonuna kadar gitmek isteyen savcıları ihraç ederek veya ihraç edilmesini isteyerek değil. İtalya böyle yapmadı. ABD’deki Monica skandalında bile özel savcı ABD Başkanını altı saat sorguladı. Bizde ise ‘Tanrıların çocukları’ vardır. Bu bürokratik seçilmişlerin hiçbir hukuki ve siyasi sorumlulukları yoktur. Onlara dokunmaya çalışan yanar! Ocağından ve mesleğinden olur” diyor. Söyledikleri, devletini milletini seven bir hukuk adamının hiç de “ilginç” olmayan açıklamaları. Öyleyse onu meczupluk mertebesine postalayan nedir?
Bir kere Avcı, “Ülkemizin ‘askeri bir cumhuriyet’ olduğunu kabul etmek fevkalade gerçekçi olacaktır. Ve asker gözetim ve telkinleriyle asla demokratikleşemeyeceğimiz ise herkes tarafından iyice bellenmelidir” diyor. Bir hukuk adamı olarak gözlem ve deneyimlerinden yararlanarak vardığı sonuçları bizimle paylaşıyor. Elbette alışık olduğumuz bir durum değil. Devlet memuru, geleneğimizde devletin sır kutusu, suç ortağıdır.
Savcının üstüne meczupluk kalkanıyla yaklaşılmasının nedenini anlamaya başladınız mı? Hâlâ kavrayamadıysanız, önerilerinden birkaçına kulak verelim: “Öncelikle askeri yargı kaldırılmalıdır. Askerler de Türk milletinin bağrından çıkan Cumhuriyet savcılarına kendilerini teslim etmelidir. Memurları bir zırh gibi koruyan soruşturma için izin alınması öngörülen düzenlemeler kaldırılmalıdır. YAŞ ve HSYK kararları yargı denetimine açılmalı, HSYK üyeleri Meclis tarafından seçilmelidir.” Büyükanıt’ın Şemdinli raporuna girmemesi üstüne, “Özkök’ün ‘Büyükanıt’tı, şimdi daha büyük oldu’ sözleri demokratik hukuk devletinde adli mekanizmaya meydan okumak ve hukuk devletini adeta hiçe saymak demektir.
Bu sözler hukuki ve idari yaptırıma çarptırılmadığı içindir ki asker kişilerin isimleri hiçbir raporda yer almaz. Genelkurmay’ın ‘Kendimizi savunursak kötü olur’ açıklaması ve Savcı Ferhat Sarıkaya’yı aşağılayıcı beyanatı bir nevi muhtıradır.
Tamamen antidemokratik ve totaliter bir hezeyan olan bu meydan okumalara maalesef Türk demokrasisi ve Türk Parlamentosu gereken cevabı verememiştir. İspanya kadar olamadık!” Sonra da ekliyor: “Bu millet askerlerin melek olduğuna ve onların doğuştan günahsız olduğuna inandırılmaya çalışılmaktadır. Eğer hükümet ‘Bu soruşturmalarda sonuna kadar gidilsin’ diyebiliyorsa, sonuna kadar da savcının arkasında durmalıdır. Hükümetler ordudan korkmadıkları ve orduya hâkim oldukları ölçüde meşru iktidar olabilir. Sivillerin, askerlerin olur olmaz açıklama ve çıkışlarını durdurmalarının zamanı gelmiştir ve hatta geçmektedir.”
Gültekin Avcı, her ne saikle olursa olsun, büyük cesaret sergiliyor. Başına gelecekleri hep birlikte izleyeceğiz.
Mutkili Ali ve hempalarının ‘hızlı’ bir mahkeme süreci sonunda ciddi ceza alması karşısında dehşete kapılan rütbesi—içten—teyelli ‘sözde’ siviller ve onların desteklediği devlet katları bu memlekette orduyu eleştiren, gücünün kısıtlanması gerektiğini söyleyenleri meczup, marjinal, liboş vb. ilan ediverir. Gönüllü güllabici, vatan erbabı zevata karşı Savcı’nın yanında durmak önemli bir demokrasi görevi.
Radikal, 26 Haziran 2006
|
Yıldırım Türker
27.06.2006
|
|
|
Türkiye’nin temel değeri ne? |
Sosyoloji disiplini tüm toplumların esas olarak muhafazakar olduklarını söyler. Çünkü ‘toplum’ olma hali o toplumun bireyleri açısından paylaşılmakta olan değerleri, âdetleri, ritüelleri, en geniş şekliyle alışkanlıkları ifade eder ve insanlar o alışkanlıkları devam ettirmenin verdiği özgüvenden kolayca kopamazlar.
Dolayısıyla her türlü değişim toplumların geneli açısından bir tehdit anlamı taşır. Öte yandan sosyal yapılar aynı zamanda güç ilişkileri ve dengesizlikleri üretmekle kalmaz, bunları kurumsallaştırır ve sahip çıkılan değerlere bağlar. Böylece hiç de demokratik olmayan bir sistem belirli bir toplumun ‘değeri’ olarak sunulabilir... Eğer çevre koşullar sistemi zorlamaktaysa, bir yandan resmi ideolojinin yardımına başvurularak ‘değiştirilemez ilkeler’den söz edilir; bir yandan da her türlü değişimin bir ‘dış tehdit’ ima ettiği öne sürülerek toplumun muhafazakarlığından medet umulur...
Türkiye’de de bu süreç epeyce banal biçimleriyle yaşanıyor... AB’nin sembolize ettiği global dünyayla bütünleşen, ona adapte olan, giderek onunla bir sentez gerçekleştirebilecek olan Türkiye fikri çoğu insanı, ama tabii ki öncelikle var olan adaletsiz, eşitsiz ve antidemokratik sistemden yararlananları korkutuyor. Değişimden ürkenler, devletçilik üzerinden üretilmiş ideolojik ve kurumsal hiyerarşinin devam etmesi için çırpınıyorlar... Bu çoklu ancak derinliksiz koalisyonun sözcüleri medyadan siyasi partilere, silahlı kuvvetlerden yargıya kadar uzanmakta. Amaç AB sürecini durdurmak ve ülkedeki otoriter siyasi yapıyı korumak olunca tüm enerji AKP üzerinde kilitleniyor. Çünkü AKP hem AB üyeliğini açıkça desteklemekte, hem de İslami duyarlılığı temsil eden siyasi kimliği nedeniyle resmi ideoloji açısından meşruiyet zaafı taşımakta. Diğer bir deyişle devletçi koalisyonun mesajı, ülkeyi AB’ye taşımakta olan partinin zaten devletin asli değerlerine sahip çıkmayan bir kesime ait olduğudur. Böylece AB’ye ‘emperyalist ve düşman’ bir kimlik yakıştırılarak AKP; AKP’ye ise ‘dinci’ kimliği yapıştırılarak AB süreci yıpratılmaya çalışılıyor.
Ne yazık ki bu pozisyonun arka planında devletçi koalisyonu ele veren, zihinsel kapasitesizliğini açığa çıkaran, ahlaki düzeyini sergileyen bir sıçrama var... Topluma yaptıkları çağrı toplumun değil ‘devletin değerlerine’ sahip çıkılmasına yönelik. Çünkü AB ve AKP karşıtlığının dilinde ne çeşitliliği veya hoşgörüyü, ne de yerel duyarlılıkları veya Türkiye insanının manevi derinliğini vurgulayan bir unsur var. Varsa yoksa ‘milli’ kurumlarımızın korunması kaygısı ve malum 82 Anayasası’nın ‘değiştirilemez’ maddelerinin bir zırh olarak, içeriksiz bir biçimde kullanılması. Yani tartışılmayan, tartışılması istenmeyen, hatta engellenen birtakım ‘değerler’den söz ediyoruz... Oysa bunlardan bir ‘toplumsal değer’, toplumlarda otantik olarak bulunan muhafazakarlığı davet edecek bir fikriyatın çıkmayacağı açık. Çünkü bunlar ancak devletçilikle bütünleşen bir laiklik ve milliyetçiliğin, toplumu totaliter bir cendereye almayı ‘birlik beraberlik’ sanan otoriter zihniyetin uzantısı. Toplumsal değerlerin birer ‘devlet değeri’ haline gelmesinden, ‘devlet değerlerinin’ toplumsal talepler karşısında demokratikleşmesinden korkan arkaik bir direnç hali...
Ordu ve yargı üzerinden kendilerine yer açmaya çalışan, daha devletçi ve milliyetçi olmaktan başka önlerinde hiçbir vizyon bulunmayan birtakım ‘sivil’ oluşumlar... Nihayet bu acıklı manzarayı tahkim edecek, şiddeti meşrulaştırmaktan bile çekinmeyen sığ bir söylem... Toplumdan beslenen bir muhafazakarlık bunların yanında gerçekten de demokrat kalıyor...
Zaman, 26 Haziran 2006
|
Etyen Mahçupyan
27.06.2006
|
|
|
|