Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Şiştiniz mi?

Mahsus yazmadım, bekledim. Tepkileri görmek istedim. Tam da tahmin ettiğim gibi, tık yok. Dincilerden de yok, Kemalist kesimden de yok. Çünkü gerçek, iki tarafın da işine gelmedi. Ayrıca basınımız ‘baldızını becerirken kaynanasına denk düştü’ türünden konulara daha çok önem verir.

İki gün önce, Murat Bardakçı, ezanın yeniden Arapça okunmasına izin veren kanuna, sanıldığı gibi yalnızca DP milletvekillerinin değil, CHP milletvekillerinin de oy vermiş olduğunu kanıtlarıyla açıkladı. (Türkçe kaldırılıp Arapça’ya dönülmüş değil ayrıca, yalnızca Arapça okunması suç olmaktan çıkarılmış. İsteyen şu anda da bal gibi Türkçe okuyabilir yani! İsteyen Kürtçe okur, isteyen de Arnavutça... Yasak yok!)

Kanıtlarıyla, çünkü hem meclis tutanaklarından alıntı yapmış, hem de ‘kimse ağzını açamasın diye’ haberi veren 17 Haziran 1950 tarihli gazetenin birinci sayfasını yayınlamış. Gazete de anlı şanlı Cumhuriyet ha... Hani şu, başyazarının aynı günlerde ‘işçilere ücretli izin hakkı verilmesin’ diye yazdığı gazete.

Böylece bir efsane de yıkılmış oluyor efendim.

Demek ki neymiş, ezanın Türkçe okunması için CHP aslanlar gibi direnmemiş. Size öğretilenler yalanmış. Demek ki 1950 yılında ‘karşı devrim başladı’ sayacaksak buna CHP de katkıda bulunmuş! ‘Tasvib ettiler’ diyor gazete... Demek ki bu konuda iktidarıyla muhalefetiyle bir ‘konsensüs’ varmış (o zamanlar ‘mutabakat’ denirdi.)

Üstelik, meclis kürsüsünde CHP grubu adına konuşma yapıp ezanın Arapça okunmasını destekleyen de kimmiş bakalım? Cemal Reşit Eyüboğlu... Hani şu, yirmi yıl sonra Doğan Avcıoğlu’nun ‘9 Mart cuntası’ eğilimli Devrim Gazetesi’nin ‘finansörü’ olacak olan Cemal Reşit Eyüboğlu!

Şimdi birilerinin suratlarını görmek isterdim, onlarda yüz surat olsaydı eğer...

İyi. Bu gerçeği öğrendiniz. Zamanla, tek parti diktası altında işçinin grev hakkının nasıl yasaklandığını, köylünün nasıl dayakla inim inim inletildiğini falan da öğreneceksiniz. Biz yıllardır yazıyoruz ama siz yeni öğreneceksiniz.

Fakat gene de papağan gibi yineleyeceksiniz tabii, ‘CHP solcudur’... 1936 yılında İtalya’nın Faşist Konseyi’nden esinlenip ‘TBMM’nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek’ bir konsey kurmayı düşünmüş olsa da, İsmet İnönü solcudur. Stalin’in Lenin’i silmeyi göze alamamış olması gibi onun da Atatürk’ü ‘ebedi şef’, kendini de ‘milli şef’ ilan etmiş olmasına rağmen, solcudur.

(...)

Kafanız çalışıyorsa şunu görürsünüz:

Ezanın Arapça okunması gericilik değildir, Türkçe okunması ilericilik değildir. Birine gelenekçilik ya da dilerseniz tutuculuk, ötekine milliyetçi bağnazlık denebilir en fazla, bunlar da ayrı kavramlardır.

Kimse ‘Tanrı uludur diyorlar, koşayım da Deniz Baykal’a oy vereyim’ demez, ‘Allahüekber ne demek acaba?’ diye de en süzme dallama bile merak etmez.

‘Ey dünyanın fukara-i kasibesi, birleşiniz, ameleyi istismar eden sahib-i sermayeyi mahv-ü perişan ediniz’ deyince sağcı olunmaz, ‘tek halk, tek devlet, tek önder’ deyince solcu olunmaz.

Size solcu gibi kokuyor ama... Ein Volk, ein Reich, ein Führer... Hitler’in sloganıydı!

Akşam, 13.6.2006

Engin ARDIÇ

14.06.2006


 

AB katarı yol alıyor

Avrupa Birliği, kararlarını “konsensüs” ile aldığı ve kararlar “Avrupa siyasi iradesi”ni yansıttığı için. Yani, 12 Haziran 2006 günü, 17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005 ölçüsünde “dramatik” bir karar günü değil. 17 Aralık’ta Türkiye ile “tam üyelik” müzakerelerinin başlaması kararlaştırılmıştı. Müzakerelerin başlama tarihi olarak 3 Ekim 2005’e “randevu” verilmişti. 3 Ekim 2005’te taraflar “randevu”ya geldiler ve “tarama süreci” başladı.

12 Haziran 2006 günü, “tarama süreci”nin tamamlandığı ilk başlığın, “Bilim ve Araştırma” başlığının müzakeresinin başlaması tarihi. Yani, ilk iki tarihe göre ayrıntı sayılır.

Elbette ki, ilk başlık altında müzakerelerin başlamasının, Türkiye’nin AB yolunda mesafe almasının göstergesi olması bakımından, “siyasi ortam” ve piyasalar, daha genel deyimle ekonomi üzerinde tayin edici etkisi var. Başlayamaması ise Türkiye-AB ilişkilerinin “krizli dönem”e girmesi anlamında.

Türkiye ile AB ilişkileri zaten “sıkıntılı” bir dönemde. Bunda, AB’nin 25 üyeye çıkmasıyla yaşadığı “hazım sıkıntıları”nın da rolü var; AK Parti hükümetinin “reformcu atılımı”nda duyduğu yorgunluğun da. Ama, uluslararası dengeler, şu ara “sıkıntılı” bir Türkiye-AB ilişkisini kaldırabilirler ama bir “Türkiye-AB krizi”ne tahammül edecek durumda değiller.

Yani, sırf, Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını Kıbrıs Rum tarafına henüz açmamış olmasından ötürü, Batı dünyası ile Türkiye’nin ilişkilerini “krize sokmak” gibi bir “lüks”e her türlü “uluslararası vizyon zaafı”na rağmen AB bile sahip değil.

Ayrıca, AB, belirli bir “siyasi irade doğrultusu”yla aldığı ve 25 üyenin büyük çoğunluğunun eğilimlerini yansıtan kararlarını Kıbrıs Rum tarafına “rehine” bırakacak kadar da aciz değil.

(...)

AB ile ilişkilerimiz, hep böyle nefes nefese cereyan edecek. Hem AB’den ve hem de özellikle -ilerde daha da net görülebilecek- Türkiye’den kaynaklanan nedenlerden ötürü, inişli-çıkışlı olacak ve belki bir ara müzakereler “askıya” da alınacak. Ama, bugün o noktaya varmış değiliz.

Asıl önemli olan, geçen hafta içinde Financial Times’da bu konuda yayınlanan bir değerlendirmede işaret edilen husus idi; en kolay başlığın taraması ve müzakeresine başlanması noktasına 3 Ekim’den bu yana geçen yaklaşık 10 ay içinde varıldı. FT’nin hesabına göre, işler, bu “ritm ve tempo”da giderse, 35 başlığın müzakeresinin tamamlanması, en iyimser hesaplara göre 20 yıl sürecek.

AB’nin “hazım kapasitesi” gibi “konjonktürel gerekçeleri ve sancıları”nı bir yana bırakarak, bizim Türkiye olarak “ev ödevimiz”i bugüne kadar olduğundan çok daha ciddi olarak yerine getirmemiz gerekiyor.

Bir de, 17 Aralık’tan sonra, 3 Ekim’de ortaya konulan “brinkmanship” yani “uçurum kenarı diplomasisi”nin 12 Haziran’da da tekrarlanarak bir “gelenek” haline gelmesi, “yalama olma” tehlikesini beraberinde getiriyor. Her aşamada, “brinkmanship” yapılmaz. Bu “diplomasi üslubu”nun da değişmesi gerekiyor. Zira, böyle bir diplomasi üslubu, Türkiye’yi Kıbrıs Rum yönetimi ile “eşitliyor”. Hani, Rumlar “veto kullanırım ha” diyorlar ya; bizimkiler de “uçağa binmem, gelmem, uçağı hazırlayın şimdi ayrılıyorum” diyerek, benzeri bir tavrın sahibi haline geliyorlar.

“Merkez ülke”nin kıytırık bir AB üyesiyle, üslup paralelliği pek “estetik” görüntü vermiyor açıkçası.

Her neyse, 17 Aralık 2004, 3 Ekim 2005, 12 Haziran 2006 derken, ağır aksak da olsa Türkiye’nin “AB katarı” yol alıyor...

Bugün, 13.6.2006

Cengiz ÇANDAR

14.06.2006


 

Kopenhag Kriterlerine veda mı ediliyor?

AVRUPA Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn, “Türkiye’nin reformlarda yavaşladığını” söyledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rehn’e “Bunu neye dayanarak söylüyor, anlamakta zorlanıyorum” yanıtını verdi.

Dün Hürriyet’in sürmanşetinde “polisin yetkilerinin artırılacağına ilişkin” bir haber vardı.

Türkiye’yi “polis devletine dönüştürecek” bir kanun taslağı İçişleri Bakanlığı’na gönderilmiş.

Hákim ve savcı kararı olmadan zanlıları “muhafaza altına almaktan” tutun da, “orantısız güç kullanımına” izin vermeye kadar birçok düzenleme var bu taslakta.

Anlaşılıyor ki Kopenhag Kriterleri’nin yerini başka ölçütler alıyor.

Teröristler eylemlerini, yaşam biçimimizi değiştirmek için yapıyorlar.

Demokrasisi gelişmiş, insan haklarına saygılı bir Türkiye’de ihtiyaç duydukları toplumsal zemini bulamayacaklarından endişe ettikleri için de eylemlerini yoğunlaştırdılar.

Terörle mücadele edeceğim derken, demokratik hakları kısıtlamaya yönelik önlemlere başvurmak asıl amaca zarar verir, teröristlerin aradığı ortamı yaratır.

Başbakan her eleştiriye sinirlenerek yanıt vermeye çalışacağına, kendisine bağlı bakanlıklarda AB sürecine ters düşecek nelerin planlandığına bakmaya gayret etmeli.

Hürriyet, 13.6.2006

Mehmet Y. YILMAZ

14.06.2006


 

AB treni yola devam ediyor

Türkiye’nin, Avrupa Birliğine doğru yürüyüşü, kim ne derse desin, kim ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın sürüyor. Son yaşanan gelişmeler, bu “ince uzun yolun” ne kadar güçlüklerle aşılacağını gösteriyor. Ancak, hepimiz çok sabırsızız. Herşeyin bir an önce olup bitmesini istiyoruz. En ufak bir güçlükle karşılaştığımız zaman hemen ümitsizliğe kapılıyoruz. Oysa bu iş çok uzun soluklu. Üstelik, Türkiye’yi durdurabilmek için mücadele verenlen son derece etkinler.

DIŞARDAKİ HAYIR’CILAR:

Türkiye ile müzakerelerin yavaşlatılmasını, sık sık ertelenmesini isteyen ülkelerin başında Kıbrıs var.

Kendileri açısından haklı gerekçelerle, Türkiye’den her aşamada bir dilim kesmeye çalışıyorlar. Tam üye olmanın teknik avantajlarından yararlanma çabasındalar. Salam politikası ile ellerinden geleni arkalarına bırakmıyorlar.

İkinci cepheyi Fransızlar oluşturuyor.

Fransa, Türkiye aleyhtarlığından değil, önümüzdeki yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı ayak sürüyor. Tamamen iç politika nedeniyle, Türkiye ile müzakerelerde “ince eleyip sık dokuyan ülke” konumunda olmak istiyor. Nedeni de, Chirac’ın destekleyeceği adayın “Genişlemeyi hızlandıran Türkiye’yi gizlice arka kapıdan sokmaya çalışan” bir kişi olarak görünmemesi.

Fransa trenine, Avusturya, Almanya ve Hollanda da takılıyorlar. Özetle, dışarda Türkiye oldukça yanlız görünüyor.

İÇERDEKİ HAYIR’CILAR:

Türkiye’deki HAYIR CEPHESİ şu sıralarda çok etkin. İlginçtir, hiç tahmin edemeyeceğiniz kişilerden oluşuyor: Tatlı kardan vazgeçecek olan bazı iş çevreleri ve İktidarda olmamasına rağmen ülke yönetiminde yıllardır etkili rol alan ancak AB nedeniyle bu etkinliklerini yitirecek olan muhafazakar (Üniversiteli, asker ve yargı) çevreler önemli bir direniş gösteriyorlar. AK Partiye muhalefet için AB’ye karşıt ve “vatan elden gidiyor” sloganıyla sert muhalefet yapıyorlar.

Türkiye-AB treni işte böylesine dalgalı sularda yoluna devam ediyor. Bu duruma bakıp paniklememek gerekir. Zor olacak, ancak Türkiye direndikçe ve kendi ev görevlerini yerine getirdiği sürece tren yoluna devam edecektir. Krizler yaşanacak hatta bazen müzakereler askıya alınabilecek. Fakat uzun vadede bu tren ana istasyona girecek.

Posta, 13.6.2006

Mehmet Ali BİRAND

14.06.2006


 

Başbakanları da aldatırlar

Yıllar önce, Başbakanlık yapmış siyasetçilerimizden biriyle sohbet ederken; Bizden daha güçlü ülkeler devletimiz üzerindeki baskılarını nasıl hissettiriyorlar diye sormuştum. Bu değerli siyasetçimiz, görev yaptığı yılların ülkemizin sıcak harbin eşiğine en çok yaklaştığı döneme denk geldiğini söyledikten sonra; Başbakanlık yaptığım süre içinde doğrudan hiçbir baskıyla karşılaşmadım.

Ama çevremdeki kimi insanlarla, bakan veya bürokratlarla kritik konuları istişare ettiğimde ve bir karara varmak gerektiğinde yıllar sonra şunu fark ettim. Aldığımız kararlar, daha çok başkalarının çıkarlarına hizmet edecek bir neticeye varıyor. Bu garip ilişkiyi fark ettiğimde, görev sürem de dolmuştu, dedi.

Bir danışmanın, Başbakan’ı delikten aşağıya süpürmeyin, kullanın dediği haberi ilk basına yansıdığında da, yukarıdaki sözler gelmişti aklıma...

Sadece medya değil, başbakanlar ve devletin ilgili kurumları da bilgi kaynaklarını gözden geçirmeli. Gerçekleri sonradan öğrenmenin faturası çok ağır gelmeye başladı ülkeye.

Tercüman, 13.6.2006

Osman ÖZSOY

14.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004