|
|
|
Soğutma suçları |
Vicdanî ret konusundaki görüşlerimi iki kez yazdım. Tekrar etmeyeceğim. Bugünkü konum, Perihan Mağden’in yargılandığı madde. Yani “soğutma suçu”...
Türk Ceza Kanunu’muzda “askerlikten soğutma” dışında başka “soğutma suçları” var mı bilmiyorum. Ama varsa da ben uygulandığını, yani başka bir soğutma suçundan herhangi bir kimsenin yargılandığını hatırlamıyorum.
Oysa şöyle bir düşününce, askerlikten soğutmaktan çok daha tehlikeli nice soğutma suçu geliyor aklıma.
Mesela, siyasetten soğutma, demokrasiden soğutma... Hukuktan soğutma... Ya da konumuzla daha doğrudan ilgili olarak barıştan soğutma.
Eğer “demokrasiden soğutma” diye bir suç olsaydı mesela, gün aşırı “evrensel demokrasi kurallarının bizim ülkemiz için lüks olduğunu yazan, en küçücük bir siyasi anlaşmazlıkta askeri çağırıp duranların asliye ceza mahkemelerinin önünde kaç kilometrelik bir kuyruk oluşturacaklarını bir düşünün. Ama böyle bir şey olmadı ve olamazdı. Çünkü kanun koyucularımız, halkın demokrasiden soğumasına hiç aldırmıyor. Yeter ki askerlikten soğumasın.
Ya da hukuktan soğutma suçunu ele alalım. Susurluk Skandalı patlak verip de hukuksuzluk çirkefi devletin derinliklerinden yüzeye fışkırdığında “Devlet rutin dışına çıkabilir” buyuranların, en tehlikeli soğutma suçunu işledikleri, halkı hukuk devletinden buz gibi soğuttukları da hepimizin malumu. Hiç korkmadan, hiç çekinmeden söyleyebildiler bu cümleleri. Çünkü bu ülkede halkı hukuk devletinden soğutmak diye bir suç olmadığını biliyorlardı. Tam da bekledikleri gibi oldu. O “rutin dışı” uygulamaların icraatçıları mahkeme salonu önünde hakarete uğramak ne kelime, kurbanlar kesilerek ve “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratlarıyla kutsandılar.
Gelelim barıştan soğutma suçuna... Eğer Türkiye’de düşünce suçu denen kavramın kökünü kazıyamıyorsak, ille de bazı düşünce suçlarımız olacaksa, ben halkı barıştan soğutmanın en büyük düşünce suçu olarak ceza yasamıza girmesini savunuyorum.
Bir toplumun barıştan soğutulması, yani savaşa kışkırtılmasından daha tehlikeli bir suç olabilir mi? Her türlü bela, her türlü şiddet, her türlü kardeş kavgası, dünyanın yaşadığı en büyük trajediler kitlelerin savaşa kışkırtılmasından kaynaklanmadı mı şimdiye kadar? Ama böyle bir yasa da yok.
Kanun yapıcılarımız askerlikten soğutma dışında soğutma suçu düşünmemişler bile. Bu da onların, Mağden’in mahkemesinde “Her Türk asker doğar” diye slogan atanlarla aynı görüşü paylaştığını ortaya koyuyor. Öyle ya, eğer her Türk asker doğuyorsa, savaş arzusu yaradılıştan genlerine işlemişse, savaşmayı hayatın en temel güdüsü olarak algılıyorsa, savaşmazsa kendini asla gerçekleştiremeyecekse; askerlikten soğutmak, Türk insanının varoluşuna ilişkin temel bir ihtiyaca ters düşer ki, o zaman ne kadar kızsalar haklılar.
Ama etrafıma şöyle bir bakınca hiç de öyle bir tablo görmüyorum doğrusu.
Her Türk asker doğuyorsa, asıl yuvasına, yani asker ocağına gitmek için can atması gerekirken, neden milyonlarca genç bu kadar ayak sürüyor askere gitmemek için?
Riyakârlığı bir yana bırakalım. Bu ülkede her yıl üniversiteye girmek için umutsuzca çırpınan 1.5 milyonluk genç kitlesi içinde yüzbinlercesinin tek amacının askerliği ertelemek olduğunu bilmiyor muyuz? Açık öğretimin neredeyse sadece bu amaçla dolup taştığını inkâr mı edeceğiz? Sırf askerliği ertelemek için hiçbir ilgi duymadıkları fakültelere yazılanlar, hiçbir zaman bitirmeyecekleri masterlara başlayanlar, yurtdışına gidip üç yıl çalışarak bedelli hakkı kazanmak için çırpınanlar Türk değil mi yoksa?
Her hükümete yeni bir bedelli askerlik yasası çıkarması için sürekli baskı yapan bu halk, Türk halkı değil mi? Askere gitmemek için sahte rapor düzenleyen çetelerin müşterileri Türk değil mi? Acaba şu anda kaç bin asker kaçağı yaşıyor bu topraklarda?
Demek ki, Perihan Mağden’in ya da bir başka yazarın halkı askerlikten soğutmaya çalışmasına pek ihtiyaç yok. Halkımız, bütün diğer halklar gibi askerliğe de savaşa da, ölmeye de öldürmeye de zaten soğuk bakıyor.
Üstelik ben bu eğilimi gayet insanî buluyorum. Çünkü savaş ölüm demektir. İnsan, yaradılış olarak ölüme değil, yaşama yönelir.
Bugün, 9 Haziran 2006
|
Gülay GÖKTÜRK
10.06.2006
|
|
|
Zerkavi öldü, şimdi ne olacak? |
Sonunda Ebu Musab Ez Zerkavi öldürüldü. ABD’nin Irak’ta en büyük düşmanı olarak tanıttığı, El Kaide’nin Irak sorumlusu olduğu söylenen, işgalin yanında kanlı iç savaşın yaşandığı ülkede etnik ve mezhep savaşının en önemli müsebbibi olduğu iddia edilen isim öldürüldü.
Günlerdir izlenen Zerkavi ve yedi yardımcısına yönelik hava saldırısından sonra ABD ve Irak otoriteleri, tıpkı Saddam Hüseyin’in yakalandığı zamanki gibi şov yaptılar. (...)
11 Eylül saldırılarından sonra Usame Bin Ladin ve Eymen Ez Zevahiri, ABD’nin küresel savaşında en önemli isimler olarak öne çıktı. Ama Irak işgalinden sonra yeni bir isim öne çıktı. Öyle ki, Bin Ladin ve Zevahiri’den daha meşhur oldu. Irak’la ilgili hemen bütün haberlerde ısrarla bu isimden söz edildi. Bin Ladin ve Zevahiri tanınıyordu, öncesi biliniyordu. Ama Zevahiri ismi, bütün bilinmezlikleriyle öne çıktı. Hakkındaki bilgiler son derece sınırlıydı. Eylemleri her gün gazete köşelerinde ama hayatıyla ilgili ayrıntılar yok denecek kadar azdı. Gizemli bir kişilikti. Kendisi ve eylemleri hakkında bilinmeyenler o kadar çok ki!
Hakkındaki bilgiler hemen hemen şu kadardı: Asıl adı Ahmed Fadıl Nazzal el Halayleh. Bani Hassan aşireti üyesi olarak, 1966 yılında Ürdün’ün Zarka bölgesi yakınlarındaki Cabal Alabiad’da doğdu. 17 yaşına kadar Ürdün’de yaşadı. 1989’da Sovyet güçlerine karşı savaşmak için Afganistan’a gitti. 1992’de Ürdün’de hapsedildi. 7 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. 2003’te Irak’ta olduğu belirlendi. 2004’ün sonlarında ise, Usame Bin Ladin’in El Kaide örgütünün Irak temsilcisi olduğu söylendi.
Irak işgali sırasında yapılan hava saldırılarında öldüğü açıklandı. Sonra birden ortaya çıktı. Sayısız kez yaralandığı, yakalandığı ya da öldürüldüğü resmi ağızlardan açıklandı. Bütün bu bilgiler sonradan yalan çıktı. Irak İstihbarat Başkanı General Hüseyin Kemal, 2004 sonlarına doğru Zerkavi’nin Felluce’de yakalandığını ancak bir yanlışlık sonucu serbest bırakıldığını açıkladı. Mayıs 2005’te ise bir internet sitesi, Zerkavi’nin ABD askerleriyle çatışırken yaralandığını ve hastanede tedavi edildiğini açıkladı. 20 Şubat 2005’te ABD askerlerinin Zerkavi’ye çok yaklaştığı, Bağdat’ın batısında aracının takibe alındığı bildirildi. Nisan ve Ocak 2005’te kendisine yönelik iki operasyon da başarısızlıkla sonuçlandı.
Felluce vahşeti Zerkavi gerekçesiyle yapıldı. Kenti kuşatan ABD ordusu, Irak birlikleri, Şii ve Kürt birlikler korkunç bir katliam yaptılar. Dünyaya operasyonun Zerkavi’yi yakalamak için yapıldığı duyuruldu. Kent günlerce dünyaya kapatıldı. Kimyasal silahların da kullanıldığı katliam devam ederken Felluceliler yürüyüşler yapıp BM’yi göreve çağırdılar. Zerkavi’nin bu kentte olmadığını, kendisine karşı olduklarını, BM’nin bu katliama müdahale etmesi gerektiğini açıkladılar. Kofi Annan’a mektup bile gönderdiler. Kimse dikkate almadı ve tarihin en büyük cinayetlerinden birine imza atıldı. Yine Tel Afer ve Irak’taki büyük saldırıların hemen hepsinin sebebi olarak Zerkavi gösterildi. Oysa herkes biliyordu ki, bu operasyonların Zerkavi ile hiçbir ilgisi yoktu.
Ailesi ve taraftarları onun şehit olduğuna inanıyor, ABD ve müttefikleri ise dünyayı büyük bir tehlikeden kurtardıklarına. Bazılarına göre kafa kesen, katliamlar yapan, mezhep savaşı çıkaran, Irak’taki bütün cinayetlerde parmağı olan, Lübnan’dan İsrail’e roket saldırıları düzenleyen, Amman’daki oteli bombalayıp 60 kişiyi öldüren (Mustafa Akad’ın da öldüğü bu saldırıyı Mossad’ın düzenlediğini iddia edenler var), cani, korkunç biriydi.
Ürdün’de binlerce insanı öldürecek kimyasal saldırı planlamaktan, Amman’da otel bombalamaktan, nükleer bombalarla Batı ülkelerine saldırı planlamaktan, Nick Berg’ün kafasını kesmekten, Irak’taki çok ölümlü saldırıları düzenlemekten, yabancıları kaçırmaktan, petrol tesislerini bombalamaktan, Basra’da Şiiler’e yönelen korkunç saldırılardan, El Kaide adına Irak’ta cephe açmaktan, neredeyse Irak’ta meydana gelen her şeyden sorumlu tutuldu.
Böyle diyenler için Irak’ta işgal yok, ABD ve müttefiklerinin vahşetleri yok, işgal yok, her şey güllük gülistanlık. Ortalığı karıştıran tek kişi Zerkavi. Zerkavi olmasa Irak’ta savaş olmayacak, kimse ölmeyecek, iç çatışma olmayacak, direniş olmayacak, her ay Bağdat Morgu’na yüzlerce ceset gelmeyecek, beş ay içinde 6 bin ceset bulunmayacak, çocuklar ölmeyecek, ABD askerleri kapı kapı dolaşıp insanları kurşuna dizmeyecek.
Saddam Hüseyin yakalandığında Irak’ta direnişin biteceği söylendi. Tam tersi oldu. Zerkavi öldüğünde de ABD rahat bir nefes aldı. Ama hiçbir şey değişmeyecek. Zerkavi ve ekibi ile Iraklı direnişçileri birbirinden ayırmak gerekiyor. Direniş daha da devam edecek. Üstelik ABD, Irak gibi Afganistan’da da yeni bir direniş dalgasıyla yüzleşecek. Zerkavi ölse de yerine geçecek yüzlerce insan var. Zerkavileri öldürmekle hiçbir yere varılmayacak, savaş daha da yayılacak. ABD’nin işgalleri, saldırıları, terörle mücadele adı altında yürüttüğü kirli icraatları devam ettikçe nice Zerkaviler göreceğiz.
Zerkavi ile ilgili bütün bilgiler ABD istihbaratı kaynaklı. Resimlerini bile onlar dünyaya dağıttı. ABD’nin Irak operasyonunda en başarılı programı propaganda oldu. Zerkavi ile ilgili dezenformasyon belki de en başarılısı. Çünkü o, Irak işgalini meşrulaştırmanın aracı olarak kullanıldı.
Şimdi ne olacak? ABD bu ülkedeki pisliklerini kimler üzerinden aklayacak? Kimleri gerekçe gösterecek? Katliamların, sokaklarda bulunan cesetlerin, yargısız infazların, iç savaşın, etnik ve mezhep eksenli çatışmaların, Sünni camilere konulan bombaların, Şiilere yönelik kanlı saldırıların sorumlusu kim olacak? Bütün bunlar bitecek mi? Tabiî ki hayır. Belki daha da artacak. Peki ABD ne yapacak? Yeni bir Zerkavi bulacak? Yeni bir isim yavaş yavaş dünya medyasında tanıtılacak. Yeni bir hedef, yeni bir korku abidesi yaratılacak! Bu isim gerekçe gösterilerek belki binlerce insan daha hayatını kaybedecek. Bizler de, Irak’ın içinde bulunduğu kaosun sebebinin Zerkaviler olduğunu sanmaya devam edeceğiz.
Yeni Şafak, 9 Haziran 2006
|
İbrahim KARAGÜL
10.06.2006
|
|
|
|
|
Christo KOMARNİTSKİ
/ SOFYA
10.06.2006
|
|
|
Koruma, kollama |
Aykırı dahi olsa, çok yanlış gelse bile; bir düşüncenin ifadesini mi tercih edersiniz... Yoksa herhangi bir “düşünce,” daha doğrusu “düşüncesizlik” grubunun, fikirlerinize dahi değil, doğrudan size, küfürle, hakaretle, fizikî saldırıda bulunmasını mı?
Meselâ, çocuğunuzu oraya koyun.
Karşısındaki bir fikirle, yazıyla mı tartışması iyidir; yoksa, küfür kıyamet, tehdit şiddet dolu bir kalabalığın hınç ve linçi ile sıkıştırılması mı?
***
Perihan Mağden, bu halkı yazıyla “askerlikten soğutuyor” ise... ölme eşeğim, ölme.
Hem diyorlar ki, “Her Türk asker doğar”...
Hem de Türk’ün askerlikten soğuması bu kadar kolay, bu kadar mümkün! Slogan, şablon, hiddet, nefret, şiddet; “milliyetçilik, ulusalcılık” gibi “fikir, değer, ideoloji, inanç, siyaset” sayılabilecek her şeyi, kimilerinin elinde, dilinde, belinde pespaye bir küfür gerekçesi haline getiriyor.
Bir avukat Danıştay’da cinayet işleyebilirken...
Avukat, hukukçu sıfatlı kimileri de “bağımsız yargı” da sadece sanık olan timi düşünce ve ifade insanlarını, mahkeme kapılarında mahkum edip linç kıyılarına sürüklüyor.
Ve ne tuhaftır ki, olaylar arasında bağ olsun olmasın, birbirleriyle bir şekilde yolu kesişen aynı, benzer kişiler, aynı biçimde gözdağı veren, tehditçi üsluplarla bu nefret filmlerinin hepsinde rol alıyorlar.
Koskoca İstanbul’un kadim barosu ise misal, yargısız infazcı üyelerinden tedirgin olmuyor da, hukuk değil, guguk peşinde laf tüketmeye başlıyor.
Yargının bazen resmî, bazen sokak şiddetiyle kuşatılmasından hiç rahatsız olmadan...
Tam aydınlanmamış, çok yeri karanlık, failinin lafları ile bağlantılarının tuhaf olduğu vahim bir cinayette, üstelik henüz duruşma dahi yapılmamışken, “hüküm” veriyor.
***
İnsanlar, saygı gösterdikleri, değer verdikleri veya öyle yapmaları mecbur tutulan kurumlardan, kişilerden ve aidiyetler ile ideallerden ancak büyük hayal kırıklıkları, derin adaletsizlikler, şiddetli haksızlıklar, zulümler, kuyrukları saklanamayan yalanlar yüzünden soğuyabilir.
Tabii ki...
Demokrasiden de soğuyabilirsiniz...
Hukuktan da...
Milliyetçilikten de, ulusalcılıktan da...
Liberalizmden de, piyasadan da, sosyalizmden de...
(...)
Devletinizden de...
İşinizden, eşinizden, ailenizden, askerlikten... Bir sürü şeyden.
İnsanların bireysel seçimleri, soğumaları, vazgeçmeleri de olabilir; o düşünce ve inançlarla, fikir de beyan edebilir, siyaset de yapabilir.
Bunlarla ilgili her tartışmanın men edilmesi, her tartışanın taşlanması düşünülebilir mi? Makul mu?
Tarihinde ve bugününde ordunun yeri büyük olan bu ülkede, fiilen yüz binlerce kişiyle dünyanın en büyük ordularından biri, nasıl bu derece hassas ve zayıf mütalaa edilebilir ki, bir, iki bireysel vicdanî ret ile veya birkaç yazıyla tehlikeye düşecekmiş gibi kuvvetli bir korumaya alınır bir de.
Ayrıca; devletin ve milletin anayasasında kayda alınmış çok sayıda nitelik ve değer ile hak ve özgürlük var.
Karışmayayım, kendiniz düşünün; hangileri şiddetle korumada iken, hangilerinin şiddetle zedelenmesi, hatta milletin onlardan “soğutulması” pek normal oluyor diye.
Dilerseniz; kimi istisna dışında, o izleri, bazen kendi meslektaşı linç edilirken dahi üç maymun olan biat kuşu, andıç kuşu, devekuşu medyalarında da bulabilirsiniz.
***
Alakasız bir olayla bitireyim:
“Tam bağımsız” ve demokratik-hukuk devleti memleketinize, ABD’liler, askeri ittifak ve üs işbirlikleri ile göz yumanlar sayesinde “işkence uçakları” indirip durmuş.
Hükümet, Genelkurmay, istihbarat örgütleri, devlet erkanı, yargı, medya filan işte hepsi burada mevcutken. Milli, ulusal hassasiyetler de.
Herhangi bir şeyden soğur muydunuz bu yüzden?
Hani biraz utanarak, biraz kızarak, az kızararak!
Sabah, 9 Haziran 2006
|
Umur TALU
10.06.2006
|
|
|
AK Parti, Vural Savaş’ın TMK’sını çıkarıyor! |
Terörle Mücadele Kanunu’nun ihtilaflı bir maddesinde de dün uzlaşma sağlanmış ve AK Partili yöneticiler, Meclis tatile girmeden önce, yasanın mutlaka kabul edileceğini açıklayarak müjdeyi vermişler!
Bunun anlamı şu; AK Parti, bu sene Meclis tatile girmeden önce, kendisini, kendi eliyle vurmaya kararlı!
Kendi kendisini vuracak ve ondan sonraki hızlı tükenişini de seyretmeye başlayacak! Niçin TMK üstünde bu kadar önemle duruyorum?
Çünkü TMK’daki bir madde ile, Türkiye’nin altını üstüne geçirdikleri halde, kimsenin ruhunun duymamasını sağlayacak bir güce sahip olacaklar!
O tek bir madde, diğer maddelerin hepsinin üstünde ve çok daha büyük önemde.
Hiçbir kanunda, hiçbir düzenlemede olmayan bir yetki, TMK ile ilk defa tanınacak!
Bakmayın siz; Adalet Bakanı’nın, “Yeni bir suç ihdas etmiyoruz, sadece mevcut suçlara verilecek cezaların miktarını arttırıyoruz” açıklamalarına..
TMK ile öyle bir değişiklik yapılıyor ki, Türk Ceza Kanununu oturup baştan aşağıya yeniden yazsalar, bu kadar önemli bir değişiklik olamaz!
TMK’daki o madde; bazı suçlar sebebiyle soruşturma başladığında, ilgili yayın kuruluşunun süresiz ka-patılabilmesi ile ilgili madde.. (Mevcut kanunda sadece o günkü yayın topla-nabiliyor. Tasarıda 15 güne kadar yasak öngörülüyordu, alt komisyon iyileştirme yapacağına, kısıtlamayı daha da arttırdı ve yasağı süresiz hale getirdi.)
Biz, bu ülkede 28 Şubat sürecini de yaşadık! Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş'ın, “İngiltere’deki terörle mücadele kanunları ithal edilmeli” söylemini de dinledik. Ama böyle bir maddeyi, ne ANAP, ne DSP, ne de MHP getirmedi, getiremedi!
Vural Savaş’ın istediği madde, şimdi AK Parti’nin tek başına iktidar olduğu bir dönemde getiriliyor!
Vay ki ne vay! AK Partililer diyecekler ki; “Ortamı görüyorsunuz, terörün bu denli arttığı bir dönemde, temel hak ve özgürlüklere aykırı da görsek, bu kanunu değiştirmek zorundayız. Aksi takdirde, terörle mücadelede güvenlik güçlerinin elini kolunu bağladığımız şeklinde bir propaganda ile bizi ezmek isteyecekler!”
Bu propagandayı çok yakınen biliyorum. Ama bu propaganda tehdidi ile her istenilen kanunu çıkarmaya kalkışırsanız, hele hele gerçekleri yazacak basının büyük bölümünü susturmaya yönelik bir kanunu kendi elinizle çıkarmaya kalkışırsanız, sonunda kendi ipinizi çekmiş olursunuz!
Çok küçük bir örnek vereyim.
Hiç bahsetmeye niyetim yoktu.
Konya Milletvekili Halil Ürün, aile içi bir tartışma sonucu, eşinin şikâyeti ile karakolluk olmuştu. Bilahere eşi şikâyetinden vazgeçti. Ama Ankara Başsavcılığında görevli bir savcı, eşler arasındaki bu küçük tartışmayı; çok açık bir şekilde TCK 88. madde kapsamında olduğu, yani basit bir tıbbî müdahale ile zararın giderilebileceği açık iken, TCK 86 kapsamında değerlendirdi. Böylece şikâyet geri alındığında soruşturma yapılmaması gereken TCK 88 yerine, şikâyetsiz takibi gereken 86. maddeye eylem sokuldu ve fezleke düzenlendi.
100 tane hukukçuya gidin Tarafla-rın isimlerini söylemeden, olayı tüm ayrıntıları ile anlatın. “Eylem TCK 88’deki şikâyete tabi suça mı, yoksa şikayet olmasa da takibi gereken TCK 86’daki suça mı girer?” diye sorunuz. Sorduğunuz hukukçuların hepsi, “Suç, şikâyete tabi TCK 88’e girer ve şikâyet olmayınca da soruşturma düşer” diyecektir. Ama olay önünüzde, evrak önünüzde. Savcı, Halil Ürün’ün dokunulmazlığının kaldırılması için fezlekeyi yazdı gönderdi bile!
Siz; olayları böyle önyargılı yorumlayan görevlilerin olduğu bu ülkede, kendi güvenliğinizi, dokunulmazlıkları kaldırmayarak sağlıyorsunuz, ama, gazetelere de adeta yem olarak kullanmış olmuyor musunuz?
Ürün’ü ilgisiz bir madde ile soruşturan savcının, gazeteleri de ilgisiz madde ile kapatmayacağı ne malum?
Vakit, 9 Haziran 2006
|
A. İhsan KARAHASANOĞLU
10.06.2006
|
|
|
|