Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

AYET

Siz her şeyi ister açığa vurun, ister gizleyin, şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.

Ahzâb Sûresi: 54

10.06.2006


HADİS

Kim bilgisizce fetvâ verirse, göğün ve yerin melekleri ona lânet okur.

Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3587

10.06.2006


Bu asır, dünya rahatını herkesin gayesi yapmış

Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih etmeye dair yazılan iki parçaya tetimmedir.

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hâcât-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle, tiryaki ve müptelâ etmekle hâcât-ı zaruriye derecesine getirmesiyle hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker, veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.

Ezcümle:

Ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki de ehl-i takvâ bir kısım zatlar bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever, tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hatta tarikatı, keşif ve kerâmet için ister. Demek ahiret arzusunu ve dinî vezâifin uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa, o ameli iptal eder; lâakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâiresine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.

Evet “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler.” (İbrahim Sûresi, 14:3.) işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama da bilerek, severek tercih ettirdi.

Hem 1334 tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslâm içine de sokuldu. Evet “Ale’l-âhireti” cifir ve ebced hesabıyla 1333 veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumîde İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.

Kastamonu Lahikası, s. 77-78

Lügatçe:

hayat-ı uhreviye: Ahirit hayatı.

şerait: Şartlar.

hâcât-ı gayr-ı zaruriye: Zaruri olmayan ihtiyaçlar.

hâcât-ı zaruriye: Zaruri ihtiyaçlar.

uhreviye: Ahirete ait.

varta: Tehlike.

ehl-i diyanet: Dindar olanlar.

ehl-i takvâ: Allah’tan korkan ve günahtan kaçınan insanlar.

vezâif: Vazifeler.

saadet-i uhreviye: Ahiret mutluluğu.

saadet-i dünyeviye: Dünya mutluluğu.

hakaik-i diniye: Dinî hakikatler.

fevâid-i dünyeviye: Dünya faydaları.

illet: Asıl sebep.

lâakal: En azından.

mücerreb: Tecrübe edilmiş.

muahede: Sözleşme, anlaşma.

mebde’: Başlangıç.

Bediüzzaman Said NURSİ

10.06.2006


Risâle-i Nur üzerinde yapılacak çalışmalar

“Risâle-i Nur mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imâniyenin her birine, meselâ Kur’ân’ın Kelâmullah olduğuna ve i’câz nüktelerine dâir, müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cemedilse ve hâkezâ mükemmel bir izâh ve hâşiye ve bir şerh olabilir.”

(Rumuzât-ı Semâniye, s. 193)

Risâle-i Nur, Kur’ân’ın bu zamanda en mükemmel, çağa uygun tefsiridir. Doğrudan doğruya ilhamını Kur’ân’dan alarak Bediüzzaman gibi bir mücahidin dilinden zuhur etmiştir. Bediüzzaman da salâbet-i imaniyesi, sünnet-i seniyyeye bihakkın ittibası, harika zekâsı ve Bediüzzaman unvanına liyâkat kesbetmesi ile Risâle-i Nurların zuhuruna vasıta olmuştur.

Her bir risâle, pek çok hakikat hazinesinin kapısı ve penceresidir. Bediüzzaman eserlerinde ilham eseri olarak, iman hakikatlerinin izahı sadedinde bütün Kur’ân âyetlerini tefsir ederek bir sanat eseri gibi risâlelerini dokumuştur. Her bir risâle o konudaki âyet ve hadislerin birer hülâsası şeklindedir.

İlk nesil Nur Talebeleri “Risâle-i Nur”un te’lifi konusunda hizmetlerini ifa etmişlerdir. Çünkü “dinî bir tek risâlenin yazılmasına müsaade edilmediği” o dönemde Risâle-i Nur Talebeleri hapis ve idam tehditlerine boyun eğmeden en olumsuz şartlarda gizli olarak el yazması 130 adet risâleleri te’lif ederek ve 600 bin nüsha neşrederek çok mükemmel hizmet etmişlerdir. Böylece risâleleri ikinci nesil üniversiteli Nur Talebelerinin ellerine sâlimen ulaştırmışlardır.

İkinci nesil Nur Talebeleri ise, yine müellif Bediüzzaman Said Nursî’nin nezaretinde ve tashihinde matbaalarda yeni harfler ile basıp neşrederek Kur’ân tefsiri ve malı olan bu risâleleri liseli ve üniversiteli mekteplilerin ellerine ulaştırmışlardır. Böylece “gençeleri dinden uzaklaştırmak isteyenlerin” planlarını akamete uğratmış, oyunlarını bozmuş ve milyonların imanlarını kurtarmıştır.

Üçüncü nesil olan üniversite mezunu Nur Talebelerinin görevi ise, “Risâle-i Nurların” neşrinden çok, doğru olarak anlaşılması, doğru yorumlanması ve üzerinde akademik çalışmalar yaparak zamanımızın hastalıklarına/problemleri için üretilen pratik çözümleri, ilim dünyasının, siyaset âleminin, her alanda çalışma yapan akademisyenlerin ellerine hazır reçeteler olarak sunmaktır. Bunun için Nur Talebelerinin akademik çalışmalara yönelmesi gerekmektedir. Bu ise, disiplinli ve prensipli çalışmaları gerekli kılmaktadır. “Yeni Asya” bir marka olarak bu konuda diğer Nur Talebelerine öncülük etmektedir. “Risâle-i Nur Enstitüsü” bünyesinde iki senedir başlatılan “Arama Konferansları”, çeşitli konularda önemli akademik çalışmalara imza atmakta ve gelecekle ilgili ümit vermektedir. Çalışmalarını daha da disipline ederek, geliştirmesine ihtiyaç vardır.

Bediüzzaman’ın talebelerine hedef gösterdiği “Risâle-i Nurların şerh, tanzim ve izahları” sadedinde yapacakları tüm çalışmalar “İman ve Kur’ân Hizmeti”nin önemli basamaklarını oluşturacaktır. Ama ne var ki, nesil çatışmaları her zaman olduğu gibi, bu konuda da olacaktır. Her bir dönemin bir geçiş süreci vardır ve bu, her geçiş dönemi gibi, ister istemez sancılı olacaktır. Bunu da peşinen kabul etmek gerekir.

Peygamberimizin (a.s.m.), Kur’ân’ın tenzili için ilk nesil sahabeleri ile birlikte pek çetin ve mükemmel bir mücadele verdiğini bilmeyenimiz yoktur. Peygamberimizin mümtaz sahabelerinin pek çoğu müşrikler tarafından “işkenceler altında, Bedir’de, Uhud’da ve tuzaklara düşürülerek” şehit edilmiştir. İkinci nesil sahabeler “Hulefa-i Raşidin” ve bilhassa Hz. Ali (r.a.) döneminde “Kur’ân’ın muhafazası, neşri ve te’vili için” mücadele etmişlerdir. “Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn dönemi” ise, Kur’ân ilimlerinin teşekkül ve tekâmül dönemidir. Kur’ân kaynaklı pek çok ilim önce camilerde, sonra medreselerde okutularak İslâm dünyasında Müslümanların dünya ve ahiret hayatlarına hizmet etmeye devam etmiştir. Bu arada pek çok ilmî mücadeleler yapılmıştır. Kur’ân kaynaklı ve eksenli pek çok ilim ortaya çıkmıştır. “Selef-i Sâlihîn” ve “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve tatbiki konusunda nasıl çalışmalar sergilediği de uzmanların bildiği bir konudur.

Aynı süreç, Yirminci Asrın “Küfür ve İnkâr” cereyanları ile “İman ve Kur’ân Hakikatlerini” müdafaa eden, “Kur’ân’ın bir mu’cize-i mâneviyesi” olan “Risâle-i Nurlar” için de söz konusudur. Çünkü Risâleler bu asırda Kur’ân’ın temsilcisidir ve asrımıza Kur’ân’ın bir dersidir. Bediüzzaman Hazretleri de bihakkın Resûlullah’ın (a.s.m.) temsilcisidir. Aynı süreçten geçmeleri “Sünnetullah” ve “Âdetullah” gereğidir.

Bütün bu hakikatlerden dolayıdır ki, bundan böyle “Risâle-i Nur” kaynaklı pek çok çalışmalar yapılacaktır. “Yeni Asya” ekolünün “Risâle-i Nur Enstitüsü” bu çalışmaları başlatmıştır. Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imâniyenin her birine, meselâ Kur’ân’ın Kelâmullah olduğuna ve i’câz nüktelerine dâir, müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cemedilse ve hâkezâ mükemmel bir izâh ve hâşiye ve bir şerh olabilir” buyurarak, bize gösterdiği hedeflere doğru büyük bir gayretle ve sarsılmadan yürümek zamanıdır.

Yürüyüşe çıkanlara ve onları maddî/manevî destekleyenlere ne mutlu!..

M. Ali KAYA

10.06.2006


Mârûf

Allah (c.c.), Mârûf’tur. Yani herkesçe tanınan, bilinen, şuur sahiplerince varlığı idrâk edilen, kıymeti hakkıyla takdir edilen ve mutlak iyi olandır.

Allah Teâlâ, iyiliğin hâkim olmasını ister ve iyiliği emreder. Kâinatta ne varsa Kendisini tanır, varlığına şehâdette bulunur. İyi günde de, kötü günde de Allah bilinir, hatırlanır, anılır, zikredilir.

Zât-ı Mârûf-u Ezelî, muhabbetiyle, mârifetiyle, mehâbetiyle, heybetiyle, korkusuyla her an kullarının kalbindedir. Onun mârifeti kullarının yegâne gayesidir. Bütün varlıklarca ve hayat sahiplerince Onun isimleri bilinir, Kendisine tesbih edilir ve zikredilir.

Mârûf ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîr’de geçer.1

Cenâb-ı Hakkın mevcûdât ile Kendini tanıttırmak ve sevdirmek istediğini, eksiksiz ve kâmilen yaratılan varlıkların bunu ifâde ettiğini beyan eden Bedîüzzaman, her şeyde görünen kerem ve lütuf mânâlarının gerisinde sevdirme ve tanıtma mânâlarının bulunduğunu, bu mânâların da Vedûd ve Mârûf isimlerine işâret ettiğini kaydeder.2

Bedîüzzaman’a göre, yaratıkların her perdesinde Vedûd ve Mârûf isimlerinin izlerini görmek mümkündür.3 Bütün âriflerin hakîkatlı mârifetleri, Mârûf olan Cenâb-ı Hakkı gösterip bildirmektedir.4 Kalbe mârifetullah yerleştiği takdirde öyle bir doyum hâsıl olur ki, artık o ârifin gönlünde dünya nimetleri geri kalacağı gibi, Cennete iştiyak bile gözden düşer.5

“Şu perîşan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz ve hâmîsiz bir sûrette, âciz ve miskîn bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?” diye soran Bediüzzaman Saîd Nursî, sahibini bulan ve mâlikini tanıyan insanın, Onun rahmetine ilticâ edeceğini, kudretine istinat edeceğini, bu vahşetgâh dünyanın ancak Onu tanımakla bir keyif yerine ve bir ticârethâneye döneceğini beyan eder.6

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, insanlığın en yüksek mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı Allah’a îman içindeki mârifetullahtır. Mârifetullahtan sonra Allah’ın muhabbeti kalplere akar. Bu muhabbet cinler ve insanlar için eşsiz ve sâfî bir sevinç ve rûhânî bir huzur kaynağı teşkil eder. Hakîkî saadet, halis sevinç, şirin nîmet ve sâfî lezzet elbette mârifetullahta ve muhabbetullahtadır.7

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 255

2- Sözler, s. 574

3- A.g.e., s. 575

4- A.g.e., s. 603

5- Mesnevî-i Nuriye, s. 89

6- Mektûbât, s. 218

7- A.g.e., s. 218

10.06.2006


‘Allah, Hasan ile barıştıracak!’

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahihle ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki:

“Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu barıştıracaktır.” (Buharî, Fiten: 20)

İşte, kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalâha edip, cedd-i emcedinin mucize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.

Mektûbât, s. 98

nakl-i sahih: İçinde yalan yanlış olmayan doğru nakil, rivayet.

mütevatir: Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun naklettiği haber.

cedd-i emced: Şanlı, yüce ata, dede.

10.06.2006


Cevşenü'l Kebir'den

Ey Allah’ım, ey Rabbimiz! Bizi Cehennem ateşinden halâs eyle, muhafâza et, necat ver!

Allah’ım, bize âfiyet ver, bizi affet, bizi iyilerle birlikte pâk ve temiz diyarın olan Cennet’e koy. Bunu sadece affınla yap, ey kullarını azaptan koruyan Mücîr! Fazl ve kereminle olsun, ey bütün günahları bağışlayan Gafur! Ben, şu kıymetli ve şerefli isimlerinin, şu yüce ve lâtif sıfatlarının hakkı için istiyor ve yalvarıyorum ki, Efendimiz Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâma, onun yaptığı iyilikler sayısınca salât ve selâm eyle!

10.06.2006


En büyük gaflet örneklerinden

En büyük gaflet örneklerinden:

İslâm muaşeret, edep ve terbiyesine riayet etmeden, nefis ve tehevvürüne kapılarak, dahilî hizmet mensuplarına hariçtekilere dahi yapılmayacak bed muameleyi yapmaktır. Bu kötü hissiyât zararlı netice doğurunca, “Ben sebep oldum, özür dilerim” olgunluğunu göstermeyerek, zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki arkadaşına yüklemektir. Taraflar dahi şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir meselede, iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle itham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmalarıdır.

10.06.2006


Oyunla uyutmak yerine ahireti anlatmak

Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa, elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylâz bir hayatla yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki, hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azap ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Şuâlar, s. 203

10.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004