“Ahirzaman Tarihi” adlı 5 ciltlik çalışmanın sahibi tarihçi-yazar Latif Salihoğlu, “Osmanlı aydınları, 1800’lerin başından beri hep bir arayış içinde oldu. Bu arayışlar, zaman zaman kısmî başarılarla neticelendi ise de, çoğu kez ters teperek, fikir sahibi ve hamiyet ehli kimseleri vurdu, hayatlarını zindana çevirdi. Bütün bunlar, aslında hürriyet ve meşrûtiyet gibi ulvî nimetlerin bedeli idi, külfeti idi” dedi.
RÖPARTAJ: MURAD ERCAN
Tamamı 5 ciltten oluşan “Ahirzaman Tarihi” adlı seriyi yayına hazırlamaya nasıl karar verdiniz?
Tarihçi olmamız hasebiyle, gazete ve dergilerimizde de hep tarih ağırlıklı yazılar yazdık. Gazetedeki köşemizin adı “Bedesten”. Bu da tarihten alınan ve tarihi çağrıştıran bir isim. Eski-yeni kıymetli eşyaların sergilenip satıldığı çarşı manasını taşıyor. Bedesten köşemizde, yaklaşık yirmi üç senedir, aktüalitenin yanı sıra tarih ağırlıklı konuları işliyoruz. Yirmi yılı aşkın tarihle ilgili yazılar, haliyle büyük bir yekûn teşkil etti. Bunların hiç olmazsa bir kısmını kitap formatına dönüştürerek yayına hazırlamayı düşünüyordum. Okuyucularımızdan da bu yönde talepler artınca, kitabî çalışmalarımız ayrı bir önem ve ciddiyet kazanmış oldu. Bir de şu var: Dâvetlere icâbeten, çokça seyahat ediyoruz. Yurtiçi, yurtdışı, gittiğimiz hemen her yerde okuyucularımızdan şu tarz sorulara muhatap oluyorduk: “Yakın tarihimizi hangi kaynaklardan öğrenebiliriz? Bildiğiniz güvenilir kaynak eserler var mı? Hangi kitapları okumamızı tavsiye edersiniz?” İşte, bu meyanda gelen arzu ve talepler, biri yakın tarihi kronolojik şekilde el almaya sevk etti. Biz bu çalışmamızda, özellikle son iki asrı, yani 1800’den sonrasını derinlemesine araştırıp yayına hazırlamaya gayret ettik.
HERKESİN İLGİSİNİ ÇEKECEK
Ahirzaman Tarihi serisi hangi okuyucu kitlesine hitap ediyor?
Çok geniş yelpazeden bir okuyucu kitlemiz var. Tarihe meraklı olan herkesi, potansiyel okuyucumuz sayarız. Özellikle yakın tarihimizi bilmeyen, az-çok bilip de hadiselerin arka plânını merak eden herkesin ilgisini çekecek bir sunum yapmaya gayret ediyoruz. Öte yandan, Âhirzaman Tarihi serisi, lise seviyesinden tutun da üniversite kademelerine kadar hemen bütün öğrenci kardeşlerimize yardımcı ders kitabı niteliği taşıdığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca, tarih öğretmeni olan birçok arkadaşımızdan aldığımız bilgilere göre, sınıfta tarih dersini verirken kitaplarımızdan da istifade ediyorlar. Bu da, haliyle bizi sevindiriyor, moralimizi yükseltiyor. Serinin ikinci kitabı, II. Meşrûtiyet dönemini ihtiva ediyor. Bu dönem, bir yönüyle Osmanlı’nın sonunu da hazırlayan çok çalkantılı, zelzele gibi sarsıcı zincirleme olaylarla dolu. Bir tarafta hürriyet, temel insan hakları, fikir ve basın özgürlüğü, siyasî serbestlik gibi alkışlanacak gelişmeler yaşanıyor. Bir taraftan da, 1911’den itibaren aralıksız şekilde devam eden cephe savaşları vuku buluyor. İttihatçıların tek başına iktidar olduğu bu dönemde, kendilerine muhalif kimselere karşı türlü bahanelerle gizli-açık saldırılar yapılmış, 31 Mart Vak’ası gibi kanlı-zindanlı kumpaslar kurulmuş ve bu millete eskisinden çok daha şiddetli bir istibdat dönemi yaşatılmış. Artıları ve eksileriyle, bu benzersiz dönemi olduğu gibi okuyucuya yansıtmaya çalışıyoruz.
Dünyanın en yaşlı devleti
Serinin ilk kitabı olan “Osmanlı Modernleşmesi” kavramı ne anlama geliyor?
1800’lerde dünyanın en yaşlı devleti olan Osmanlı, haliyle ihtiyarlık sürecini yaşıyordu. Ordu başta olmak üzere, sair bürokratik kurumları yer yer eskimiş, yıpranmış durumdaydı. Dünyadaki emsalleriyle rekabet edemiyordu. Devlet idarecileri ve hamiyetli aydınlar, bu hantallıktan kurtulmak ve dinamik, gelişmeye kabiliyetli bir sistem arayışı içine girdiler. Bu arayışların hemen tamamını “modernleşme çabası” şeklinde özetlemek mümkün. Modernleşme tabirinin o günkü karşılığı “cedit” idi: Nizâm-ı Cedit, Sekbân-ı Cedit, Fünûn-u Cedide, Maarif-i Cedide ve benzeri terkipler, aslında modernleşme arayışlarının birer tezâhürüdür. Bunlara, zamanla Yeni-Genç (Osmanlılar), Jön (Türkler), Ahrarlar, İttihat (Terakki) gibi, yine aynı mânâ ile bağlantılı terim ve terkipler de ilâve olundu. Ayrıca, Sened-i İttifak, Tanzimat, Islâhat, Şurâ-yı Devlet (Danıştay) Meclis-i Ahkâm-ı Adliye (Yargıtay), Encümen-i Dâniş (Akademik Kurul), Mecelle (İslâm Hukuku), Meşrûtiyet (Demokrasi), Meclis-i Umumî (Mebusan-Ayan), Kànun-i Esâsî (Anayasa) gibi tarihî izler taşıyan ve etkileri uzun yıllar devam edip giden gelişmeler de, yine aynı modernleşme gayretlerinin parlak birer levhası mahiyetini taşıyor.
ORDU SİYASETE BULAŞTIRILDI
Tarihin tekerrür ettiği söylenir. Bir tarihçi olarak buna katılıyor musunuz? Şu an hatırladığınız bir örnek var mı?
Merhum Mehmet Âkif, bu hususu hiç unutulmayacak ve tam da hatırda kalacak şekilde mısralara dökmüş. Diyor ki: Tarihi “tekerrür” diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Demek ki, ibret alınmadığı için, tarih tekerrür edebiliyor ve ediyor da maalesef. Tabiî, nehrin akan aynı suyunda iki defa yıkanmak mümkün olmadığı gibi, tarihî olaylar da birbirinin tıpatıp aynısı olması mümkün değil. Arada önemli bazı benzerlikler olabilir. Bu da, daha önce yaşanan benzer olaydan gerekli ibret dersi çıkarılmadığı ve dikkate alınmadığı için, bir nev’î tekerrür olarak değerlendirilmiş oluyor. Meselâ, siyasetin orduya bulaştırılması, asker neferatı arasında adeta zehir etkisi yapar. Hatta ordu nizamını ve hiyerarşisini felce uğratır. Bu husus bilindiği halde, aynı hastalık tarihimizde defalarca orduya bulaştırılmış ve her defasında ciddî zararlar, onarılmaz hasarlar meydana gelmiş. Meselâ, 1911 Trablusgarb (İtalyan) Savaşı, 1912-13 Balkan Savaşları, 1914-18 Harb-i Umumî’de, bu hastalığın ciddî etkileri görülmüş. Bunun çok daha beteri, 1960 İhtilâli, 1971 Muhtırası ve 1980 Darbesinde, ordunun siyasete bulaştırılması ve müdahalesi ile yaşandı.
İşte, yakın tarihimizde defalarca tekerrür eden bu zehirleyici hatalar sebebiyle, ülke ve millet olarak her defasında geri gitmiş veya medeniyet yarışında hep gerilerde kalmaya mecbur, belki de mahkûm olmuşuz.
Osmanlı ırkçı değildi
Fransız İhtilâli, çok milletli bir cihan devleti olan Osmanlı Saltanatını nasıl etkiledi?
Avrupa’da çok büyük dalgalanmalara sebebiyet veren Büyük Fransa İhtilâli, ilk yıllarda Osmanlı’yı hemen hiç etkilemedi. Çünkü, Osmanlı’da ırkçılık manasında bir milliyetçilik anlayışı yoktu. Ümmet anlayışı genele hâkim olmakla birlikte, farklı dinden olanlara da herhangi bir baskı veya yıldırma politikası söz konusu değildi. Asimilasyonun izini dahi bulamazsınız. Ancak, özellikle 1800’lü yılların ortalarından itibaren, Balkanlardaki Sırp, Yunan, Bulgar, Hırvat ve bilâhare Arnavutların milliyetçilik damarları depreşmeye başladı. Böylelikle, Avrupa’daki ayrıştırıcı milliyetçilik cereyanının bu yan etkileri Osmanlı ülkesine sıçramış oldu ve Rumeli’de bitmek-tükenmek bilmeyen isyan hareketleri baş gösterdi. Bu tehlikeli cereyana yine otantik Osmanlılıkla, dolayısıyla İslâmî referanslarla karşılık verilmesi ge-rekirken, ne yazık ki siyaset topuzuyla ya da Türkçülük-Turancılık adına büsbütün ajite edici fikir ve hareketlerle mukabele edilmeye çalışıldı. Neticede, Osmanlı’nın Rumeli ve Balkan topraklarında hem çok büyük trajediler yaşandı, hem de o toprakların hemen tamamı elden çıkmış oldu.
BEDİÜZZAMAN’IN HİZMETLERİ
Yakın tarihimize şahitlik eden en önemli isimlerden biri şüphesiz Bediüzzaman Hazretleri. Acaba, Said Nursî’nin yakın tarihimizdeki rolü nedir? O, yaşadığı bu yakın döneme nasıl bakıyor?
Esasen, yakın tarih üzerinde yapmış olduğumuz bütün bu çalışmaların nirengi noktasını, hatta diye-bilirim ki omurgasını, Bediüzzaman Hazretlerinin tarihe ışık tutan hizmetleri ve görüşleri teşkil ediyor. Öyle ki, kitap serisine isim olarak seçtiğimiz “Âhirzaman” tâbirini bile, onun bu zamana dair tabir ve yorumlarına istinaden alıp koyduk.
Dolayısıyla, şimdilik beş cilt halinde yayına hazırlamış olduğumuz son iki asrın tarihî olaylarının hemen tamamını Üstad Bediüzzaman’dan ve eserleri olan Nur Risâlelerinden azamî derecede istifade ederek tamamladık. Bu sorunuzun geniş bir cevabı ve izahı “Âhirzaman Tarihi” serisinin tamamında yer aldığı için, burada kısa keserek, şimdilik bu kadarlıkla iktifa ediyoruz. Osmanlı aydınları, 1800’lerin başından beri hep bir arayış içinde oldu. Bu arayışlar, zaman zaman kısmî başarılarla neticelendi ise de, çoğu kez ters teperek, fikir sahibi ve hamiyet ehli kimseleri vurdu, hayatlarını zindana çevirdi. Bütün bunlar, aslında hürriyet ve meşrûtiyet gibi ulvî nimetlerin bedeli idi, külfeti idi. Mâlûm, her nimet, külfet mukabilinde gelir.
(28 Mart 2016 tarihli Kitaplık Eki’nden güncellenmiştir.)