Klasik Türk müziği sanatçılarımızdan Hakan Talu, kendi kültürümüze yabancı kalışımıza ve kültür değerlerimize Batıda değer verildiğinde değer vermemize karşı itiraz ediyor. Talu, “Düşünsenize, Mevlâna Hazretlerini bile Batılılardan okur hâle geldik. ‘Itrî Yılı’ deniyor, ama buna da ‘Unesco’ karar veriyor. Itrî Yılı’na ‘Unesco’ nasıl karar verebilir ki? Böyle bir şey olabilir mi? Bizde buna karar verecek bir Allah’ın kulu yok mudur?” diye soruyor.
Sizi musikî sanatına bu denli çeken ve bu sanatı besleyen etkenler nelerdir?
Çocukluğumdan beri İstanbul’u ve İstanbul kültürünü çok seviyorum. Yetişme çağlarım Üsküdar ve Fatih’te geçti. Bizim sanatlarımız, zannedildiği gibi, tek başına olmuyor. Musikînin yanı sıra biraz hat, biraz tezhip, biraz edebiyat, biraz eski mimarî ve başka şeyleri de bilmeniz ve sevmeniz gerekiyor. Çünkü bunların hepsi birbirini tamamlayacak unsurlar. Diyelim ki bir eser çalıyorsunuz. Eserin güftesi ise Şeyh Galip’e ait. Ama siz Şeyh Galip’i tanımıyorsunuz! Sırf esere bakarak onu anlamak asla mümkün değildir. Hepsini bir arada bilirseniz, işin lezzeti işte o zaman ortaya çıkıyor. Çocukluğumda bir tanbur sesi, ud sesi duyduğum zaman “Allah’ım ne güzel, keşke bunları ben de çalabilsem!” diyordum. Gönlümde sanatın bir kolu ile ilgilenmek hep vardı ve müzik daha ağır bastı. Yazmayı da severim aslında. Belki de imkânlar onu getirdi bana. Bir edebiyat fakültesine de gitmeyi de çok isterdim açıkçası.
Tanbur sanatçısı olmanızın sizi diğer sanat dallarından da uzak kılmadığını anlıyoruz. Bu noktadan hareketle sanat dallarının birbirine bağlı olduğu ve birbirini zengin kıldığı sonucuna varabilir miyiz?
Çok doğru! Hepsi bizim Türk sanatlarımız, hadi daha da küçültelim ve İstanbul sanatlarımız diyelim. Öyle hocalar var ki kendi icra alanı hat yazısı olmasına rağmen musikîden, ebru sanatından bahsedince bilgisi ile bizi şaşırtıyor. Böyle insanlar az ama var ve maalesef ki bunların isimleri bilinmiyor. Bu sanatların hepsi insanın tekâmülünde birer mihenk taşıdır. İnsan her gün gelişiyor, her gün yeni bir şeye açılıyor. Bugün bir klasik esere baktığınız zaman, bir hat yazısı, bir minyatür çizimi gördüğünüz zaman “Allah Allah bunu nasıl yapmışlar!” diye hayrette kalıyorsunuz. Her insanın kendi kişisel gelişimine bir şeyler katıyor.
Musikî sanatı adına çok daha önceleri başlamış olan batılılaşma hareketinin günümüzdeki yansımaları nasıldır?
Bizde hep bir Batı hayranlığı var biliyorsunuz ki! Benim nedenini anlayamadığım değişim, maalesef ki III. Selim zamanında başlıyor. Bu akış ve değişim bir bütün olarak yaşanmış ve II. Mahmut devrinde daha bir hız kazanmış. Hatta düşünebiliyor musunuz, Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi sarayı terk ediyor! Oysaki Dede Efendi gelmiş geçmiş en büyük bestekârlardan bir tanesidir. Yeni Kapı Mevlevîhanesi dervişlerinden ve sarayın da musikîşinaslarındandır. Durum öyle bir hâl alıyor ki, artık sarayda bando ve Batı eserleri çalınır oluyor. Onlara nazire olarak “İstersem ben de yaparım” düşüncesi ile “Yine bir gül Nihal” adlı eserini yapıyor ki muhteşem bir eserdir. Dede Efendi bu olayların sonrasında da “Artık bu oyunun tadı kaçtı!” diyor ve hacca gidiyor. Dönüşte Mina’da koleradan vefat ediyor ve şu anda Hz. Hatice’nin ayak ucunda yatıyor!.. Bir Kurban Bayramı’nın ilk günü doğuyor ve yine bir Kurban Bayramı’nın-zaten adı da bunun için İsmail’dir-ilk günü Mina’da vefat ediyor. Yanında Dellâlzâde İsmail Efendi ve Mutafzade Ahmed Efendi var. Yolculuk esnasında onlara Nayî Osman Dede’nin eseri olan Miraciye’yi geçiyor. Dede Efendi bile Batılılaşma hareketlerinin başlarında kalkıyor ve hacca gidiyor. Düşünsenize, Mevlâna Hazretlerini bile Batılılardan okur hâle geldik. “Itrî Yılı” deniyor, ama buna da “Unesco” karar veriyor. Itrî Yılı’na “Unesco” nasıl karar verebilir ki? Böyle bir şey olabilir mi? Bizde buna karar verecek bir Allah’ın kulu yok mudur? Parasında değiliz, sırf hizmet için yapalım dediğimiz projelerde dahi “Ağabey çok güzelmiş, ama daha bir yumuşak ve güncel olsa!” gibi cevaplar alıyoruz günümüzde maalesef ki... O zamanlardan başlayan bu anlayış, tâ ki Cumhuriyetin kurulmasına, müziğin yasaklanmasına ve bu arada birçok olayın yaşanmasına, sonrasında konservatuarın, devlet korolarının kurulmasına ve ilk radyo yayınlarının başlamasına kadar devam ediyor. Bizim insanımız türküyü, şarkıyı çok sever. İstediğiniz kadar yasaklayın. Tekkelerimiz ve Mevlevîhanelerimiz vardı ve oralarda da zikir yapılıp musikî icra ediliyordu. Zaten belli bir dönemden sonra o hatadan dönüldü ve musikînin hikâyesi bugüne kadar uzandı. Ama maalesef ki kötü bir müzikle uzandı. Başka türlü de yaşayabilirdi!..
Musikî sanatı adına sıkıntılı süreçlerden geçtik. Çekmiş olduğunuz sıkıntılar bu yola adım atarken duyduğunuz şevk, heyecan, düşünce, hedef ve beklentilerinizde bir değişiklik oluşturdu mu?
Hayır… Bin yıllık bir kültürümüz ve mirasımız var. Bu mirasın kaybolmaması adına birilerinin bu müziği doğru şekilde icra etmesi gerekiyor. Bizim kendimize ait değerlerimiz var. Değerlerini kaybeden toplumlar ve insanlar yaşayamaz, ot gibi kalır! Biz bu yolda gerek yazarak, gerek konser yaparak, gerek icra ederek hizmet etmeye, bu müziği devam ettirmeye gayret ediyoruz. Lâkin bu güne de kapalı değiliz. Bugün de yeni ve oldukça güzel şeyler icra ediliyor. Bazen de bugünü ve dünü birleştirerek bir şeyler yapmaya gayret ediyoruz. Evvelki sene Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda “İstanbul’da iki Avrupalı” konu başlığı ile bir konser verdik. Bunların biri Boğdan Prensi Kantemiroğlu, diğeri ise (Albert Bobowski) idi. Bobowski, esir olarak İstanbul’a saraya geliyor. O dönemler sarayda yabancı lisan talep görüyor. On dokuz sene sarayda kaldıktan sonra çıkıyor ve tekrar geri geliyor. Belli bir süre sonra da azat ediliyor ve baş tercüman oluyor. Uzun ve serüvenli bir hikâyesi var. “Mecmua-i Sâz ü Söz” adlı eserini 1600’lü yıllarda yazmış ve o devirdeki bütün eserleri koymuş. 1700’lü yılların başlarında ise Kantemiroğlu bir eser yazmış. İkisinin de kitaplarındaki saz eserlerinden örnekler ve o kitaplarda olmayan bazı sözlü eserlerden örnekler olan bir konser düşündük. Avrupa’da yapsak salon dolu olurdu, lakin burada koskoca salonda altmış kişi vardı. Bunun duyurusu yapıldı, kitapçığı basıldı ve biz eşimize, dostumuza söyledik. Yetmezmiş gibi gelenlerin “Çok güzel çaldınız, ama bu üç yüz-dört yüz senelik müzik. Biz bunu pek anlamadık!” yorumları ile karşılaştık. Yahu bu senin müziğin, bunu anlamasan da sahip çıkman gerekiyor. Eğer biz de sahip çıkmazsak, gelecek nesillere bunlar da kalmayacak. “Yenikapı Mevlevîhanesi” diye bir albüm hazırlığına giriştik. Yenikapı’ya uğramış, suyundan içmiş, havasını koklamış, lokmasını yemiş olan bestekârların bazılarının eserlerini seçtik ve albüme koyduk. Kimlere gittik bu proje için, kimler ile görüştük bilemezsiniz. İlgilenilmedi, çünkü maddî bir külfeti vardı ve bizim de bunu karşılayacak gücümüz yoktu. Bir süre sonra ailesi Yenikapı Mevlevîhanesi’nden yetişmiş bir hanım aradı. Projeyi ve masrafını sorarak kendisinin karşılamak istediğini söyledi. Tek ricası adının hiçbir yerde geçmemesi idi. Böyle hizmet ehli insanlarımız da var… Kâni Karaca’nın okuduğu eserlerden oluşan Türkçe ve İngilizce olarak hazırladığımız “Aşk ile” albümümüz var meselâ. Bütün Türk Tasavvuf Müziği formlarını içinde barındırıyor. Küçük iki CD’lik bir çalışma. Kimse ilgilenmedi! İmkânımız olmamasına rağmen, yine kendi olanaklarımızı zorlayarak hazırladık bu projeyi de. Ama şu anda Washington Devlet Kütüphanesi’ne gittiğiniz zaman “Türk Tasavvuf Müziği” diye bir araştırmaya giriştiğinizde karşınıza bir tek bu çalışma çıkıyor. Basımlarını ve birçok şeyi Pan Yayıncılık üstlendi. Ben diğer kısımlarını üstlendim. Yapmak lâzım, bunun başka çaresi yok.
Yaşanılan olay ve örneklerden dolayı kültürel anlamda yapılan çalışmaları yetersiz bulduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Biliyorsunuz, 2010 yılında İstanbul Avrupa Kültür Başkenti oldu. Kültür Başkenti oldu, ama o günden bu güne ne kaldı bilmiyorum. Siz gördünüz mü hiç bir binanın, kütüphanenin, müzenin, konser salonunun üzerinde “Bu bina İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi kapsamında yapılmıştır!” diye bir yazı? Üç tane konser verildi koskoca projede ve Avrupa Kültür Başkenti gitti!.. Macaristan’da yapıldığı zaman koca koca binalar kalıyor geriye. Yurtdışından birileri geldi, bir yerlerde konserler, kokteyller verildi ve bizim sanatkârlarımız hiç birine çağrılmadı. Hem mütevelli heyetinde olduğum, hem de genel sekreterliğini yaptığım Uluslararası Mevlana Vakfı bir teklif götürdü, yoksa kimsenin medeniyet ve kültür anlamında bir teklif yapacağı yoktu. Bu çalışmalar doğrultusunda bin bir türlü zorluk ile Yenikapı Mevlevîhanesi ayarlandı ve biz orada on tane konser yaptık. Merkez Efendi’de bulunan Yenikapı Mevlevîhanesi için bir toplantıda ne yapılacağına dair konuşmalar geçmişti. Buradan Dede Efendi, Itrî, Abdülbâkî Nâsır Dede, Şehy Galip, Ali Nutkî Dede geçmiş. Düşünsenize Dede Efendi ve Şeyh Galip, musikînin ve edebiyatın zirveleri! “Burayı İstanbul müziği veya Mevlevî müziği akademisi yapalım. Böyle bir çalışmadan sonra burası bir dünya merkezi olur!” dedik. Amerika’dan, Avustralya’dan oraya her sene binlerce talebe gelirdi ve bambaşka bir yer olurdu orası. Ama maalesef ki yapılmadı…
Yurtdışında ve yurtiçinde çok sayıda çalışmalarınız oldu. Bu çalışmalar doğrultusunda yabancı kültürlerin Türk müziğine bakışını değerlendirebilir misiniz?
Ben yurtdışında çok fazla bulundum. Amerika’ya otuz iki defa gitmişim. Yabancı seyirci güfteli müziği belli bir dakikadan sonra dinlemiyor. Adam İngiliz, güfteyi anlayamıyor. Bu adama âruz ile ya da bugünkü Türkçe ile bir şeyler söylüyorsun. Ses, icra hoşuna gidiyor, ama bir yerden sonra sıkılıyor. Enstrümental müziği daha çok seviyorlar. Eğer bir de araya bazı sürprizler koyabiliyorsan, bir taksim, bir ritm, solo v.s... Tabiî bunlarda da keman istemiyorlar. Kemanın, viyolonselin, klarnetin en iyisi kendisinde var çünkü. “Senin sazlarınla o topraklardan, İstanbul’dan, Üsküdar’dan bana ne söylüyorsun, bana hangi hikâyeyi anlatıyorsun. Tereciye tere satma bana kendi sazlarınla anlat!” diyorlar. En çok, sema törenlerini ve Mevlevî ayinlerini-diğer ismi ile mukabele-izliyorlar. Amerika’da yaptığımız dördüncü turnemizde yüzü geçmişti konser sayımız. Yetkili kişiler bu konserleri iki yüz elli bin kişinin seyrettiğini söyledi bize. Hiçbir müzik bir ‘Mevlevî Ayini’ gibi olamaz. Hele baştaki ney taksiminden sonra devamında Kur’ân-ı Kerîm okunmasına kadar hangi mânâları, hangi şeyleri sembolize ettiğini biliyorsanız, eğer mest olursunuz. Bugün ise gelinen durum vahimdir! Bir tane ney ve yanında başka bir şeyler çalınıyor, iki tane semazen çıkıp gösteri yapıyor. Böyle şey olmaz!!! Bu resmen günahtır... Sema töreninin nasıl yapılacağı bellidir. Zaten tekkeler kapandıktan sonra yapılanların hiç biri gerçek sema değildir. Çünkü ‘meydan görmek’ diye bir tabir vardır. Ve bu işlem Mevlevîhanenin içinde olacaktır. Tekkeler kapandıktan sonra yapılan ayinleri sanat değeri yüksek müzik eserleri diye değerlendiriyorum ben. İki tane semazen, ne çalındığı belli olmayan bir ilahî ve taksim ile de Sema olmaz. Böyle bir şey yok bizim kültürümüzde. Alışveriş merkezinde, düğünde, sünnet merasimlerinde Sema olur mu Allah aşkına? Ve Avrupalı buna gülüyor; Amerikalı diyor ki “Bakın yine kendi kültürünüzü kendiniz mahvediyorsunuz!” Konser dediğiniz zaman, hadi bir nebze anlamaya çalışıyorum. Çünkü bir kültürü diğer tarafa anlatmaya çalışıyorsun, ama hiç olmazsa tamamını yapıyorsun. İki tane semazenin on beş dakika orada görünmesine ben sadece dönmek diyorum, bunun başka açıklaması yok. Hz. Mevlâna 1273 yılında vefat etmiş. Ondan sonra Hüsameddin Çelebi ve sonrasında da Sultan Veled ile başlayan ve 1928 yılına kadar devam eden bir yol bu. Ve bu yoldan nice değerler gelmiş, geçmiş. Bize büyüklerimiz hep “Aman! Bu yoldan ne büyükler geldi geçti. Attığınız her adımı dikkatli atın!” derlerdi. Şimdi ise öyle değil maalesef ki!..
Hakan Talu hocam musikîden gerçek anlamda ne bekliyor?
İnsanda olan üç şey; beden, ruh, akıl. Bedenin işi kolay, bir yerin kesilir, dikiş atarlar, bir süre sonra iyileşir. Aklın da işi kolay, kitaptan, şundan-bundan bilgileri alırsın. Ruh! O çok önemli işte… Hz. Mevlâna’ya göre bu yol “aşk” ile, Cüneyd-i Bağdadî’ye göre “takva” ile, diğerine göre “zühd” ile, bir başkasında başka bir özellik ile… Musikîde ise amaç ruhun yükselmesidir. Özümüze döneceğiz. Özümüze dönmemiz için bunlar birer bahanedir aslında… Yeter ki Allah (cc) karşımıza düzgün insanlar çıkarsın, doğru işler yapalım ve bizi de doğru yoldan ayırmasın. Çünkü son dönemde insanlar doğru yoldan ayrılmaya çok müsait oldular maalesef ki… Bu eksikliklerimiz olduğundan dolayı birçok şeyden mahrumuz bugün...
Bugün sanat olarak gördüğümüz şey aslında medeniyetimizde hayatın tabiî akışının bir parçasıydı belki de. Lâkin bu akış bir süre sonra kesintiye uğradı. Sizce bunun nedeni nedir?
Yaşadık maalesef ki… Müzik de belli dönemlerde iki defa yasaklandı biliyorsunuz. Osmanlı’da 1600’lü yıllarda Kadızâdeliler zamanında günah sayılarak yasaklanıyor ve akabinde birçok Mevlevî öldürülüyor. Daha sonraları ise Cumhuriyetin başlarında yasaklanıyor. Cumhuriyetin başından bugüne kadar geçen zamanda çok şeyler yaşandı. Düşünebiliyor musunuz eski hattatlar Yalova’ya karşı ayaklarını uzatmazlarmış. Neden? Çünkü Yalova’da kâğıt fabrikası var! İnceliği görebiliyor musunuz? İşte sanat insanı bu hâle getiriyor. Eğer bu hâle gelebiliyorsak, sanat bize verebileceğini vermiş demektir. Eskiden çok önemli insanlar vardı. O insanların konuşmasına bile gerek yoktu. Onlar bakarlardı ve sen anlardın zaten birçok şeyi. Allah’a çok şükür ki böyle insanları tanımak nasip oldu bize. Çok fazla değiller çünkü. Bizim olaya, sokağa, birine bakışımız birinci kattan ise onların ki on beşinci kattandır. Maalesef ki günümüzde o insanlar kalmadı artık. Varsa bile köşelerine çekildiler ve edep gereği de “biz buradayız” demiyorlar. Ancak arayıp bulmak lâzım. Onların yerini başkaları doldurdu artık. Onlardan da uzak durmak gerek. Çok okuyup, kendi çevremizden, kendimiz gibi düşünen, aynı şeylerden zevk alan insanlarla beraber olacağız, muhabbet edeceğiz. Başka çaremiz yok. Tekâmülümüzü kendi kendimize geliştireceğiz. İyi ve kaliteli müzik dinleyeceğiz.
Bu tekâmülün süreci içerisinde sizce neleri okumalı ve neleri dinlemeli?
Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar hayranıyım ben. Müzik tarihiyle ilgili kitapları da bilmekte fayda var. Bestekârların hayatları, birkaç şarkının, ilahînin güftesi de insana birçok şey öğretebiliyor. İstanbul’u okumayı da çok seviyorum. Üsküdar ve Kocamustafapaşa ile ilgili bir hikâyeyi okumak da hoşuma gidiyor. Bunlar hep insanı besleyen şeylerdir. Yaz günü kalkıp şöyle bir Beykoz’u gezip çay içmek de hoşuma gidiyor. Kendinizi, ruhunuzu beslerseniz eğer, tanburdan alacağınız icra çok daha başka olacaktır. Bu bütün sanatlar için geçerlidir. Eğer bu güzellikler ile ruhunuzu beslemezseniz çaldığınız şey tamamen mekanik olur ve içinde ruh taşımaz. Mühim olan ruhumuzun beslenmesidir. İnsanların ileriye gitmesi ve tekâmül etmesi sanatla olacaktır. Bu iş parayla da olmaz. Osmanlı’dan devraldığımız güzel sanatlarımızda amaç insanın tekâmülünün devam etmesidir...
Ruhu besleme gayreti içerisinde iken etkiyi arttırmak anlamında eski mimarîmizden de faydalanmak gerekiyor öyle değil mi?
Şart! Mimarî yapılanmamız son dönemde çok bozuldu. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’ni on dakika seyredin ve sonra da gidin o koca koca gökdelenlere bakın. Nereden nereye gelmişiz! Oradaki her şey estetiğe uygundu ve her şeyin bir anlamı vardı. Bir eski mahallemi düşünüyorum, bir de şimdi oturduğum mahalleyi. Aralarında o kadar büyük fark var ki... Bir anımı anlatayım size. Mahallemizin ayakkabıcı vardı Saim Usta -Allah rahmet eylesin-. On üç, on dört yaşlarımda bana tavla oynamayı öğretiyordu. Baktım yenemiyorum, ben de tuttum tavlayı kapattım. Bana bir tokat attı, ben de ağlayarak eve gittim. Babam “Niye ağlıyorsun?” dediğinde, “Saim Usta bana tokat attı!” dedim. Aldığım cevap aynen şu idi “Demek ki sen Saim Bey’e bir terbiyesizlik yaptın!” Eskiden böyleydi... Şimdi hoca okulda bir öğrenciye dokunacak... İmkânı yok! Ben çok dayak yedim okulda. İyi ki de yemişim diyorum şimdi. İnsanoğlu “Ben bu dünyaya neden geldim!” diye düşünmeli. Gezmeye mi? Yemeye mi? Hizmet etmeye mi? Hepimiz bir hizmet için geldik, asıl amaç hizmet etmektir! Bunu güzel bir şekilde yapmak nasip olsun ve Allah (cc) bizi bu yoldan ayırmasın inşallah. Küçüğümüzü sevelim, büyüğümüzü sayalım. Ailemizi çok sevelim. Bunlar çok önemli şeyler. Kalp kırmayalım ve en önemlisi kendi kültürümüze sahip çıkalım ve dik duralım her zaman. Bu yolda gücenmek yok. Doğruluğunu bildiğimiz yoldan başımız dik bir şekilde yürümeye devam edelim...
Melek Şafak
[email protected]