"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hz. Süleyman'ın (as) Besmelesi

KORAY ERYURT
26 Şubat 2013, Salı
Onun sahip olduğundan daha büyük, daha ihtişamlı bir hükümdarlık ve zenginlik kimseye nasip olmamıştı. Sadece bir kavme hükmetmiyordu. Hayvanların dili öğretilmiş, rüzgâr ve cinler emrine verilmişti. Ona, dünyada belki de gelmiş geçmiş kimseye nasip olmamış, eşi benzeri olmayan bir zenginlik nasip olmuştu.
Ancak bu durum hayatının her döneminin bu şekilde bolluk ve hükümdarlıkla geçtiği anlamına gelmiyordu. Bir zaman imtihan edilmiş ve hükümranlığı zayıf düşmüştü. Ama o kaybettiklerine üzülmemiş, hatasından dolayı üzülmüştü. Tövbe ile Rabbi’ne yönelmişti. ‘Rabbim, beni bağışla,’ demişti. ‘Ve bana öyle bir saltanat ver ki, benden başka hiç kimseye nasip olmasın. Şüphesiz bütün nimetleri bağışlayan Sensin. (Sad-34-35)’ diye duâ etmişti.
Dünya nimetinin çoğalmasını istiyordu ancak bu nimetlerin kulluğuna mani olmasını istemiyordu. Onun dünya nimeti isteyişi birçoğumuzun isteyişi gibi değildi. Nimeti tefekkür için isteyenlerdendi. “Mala olan sevgim, Rabbimi tefekkür vesilesi olmasındandır” diyordu. (Sad-32).
Her ne kadar nimeti tefekkür için istese de bütün o zenginliği ve hükümdarlığı omuzlarında taşımanın nasıl şükürsüzlüğe neden olabileceğini ve nasıl ihlâslı amele mâni olabileceğini biliyor olmalıydı ki, Rabbi’nin rahmet’inden şükredebilmeyi istiyor ve ihlâslı olabilmeyi iki defa talep ediyordu. “Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni Rahmetinle salih kulların arasına kat.” (Neml-19) diyordu.
Bu duası da kabul olmuş olmalı ki, “Ne güzel bir kuldu o. Daima Allah’a yönelirdi” (Sad-30) şeklinde Rabbinin iltifatına mazhar olmuştu. Varlık içerisinde gerçek Varlığı asla unutmamış, daima Ona yönelmişti. İstediğini Ondan istemiş, şükrünü Ona yöneltmişti. Onun adı ile vermiş, Onun adı ile almış ve Onun adı ile amel etmişti. Asla ve asla Kur’ân’da bahsedilen başka bir zengin gibi “Bu ancak bendeki ilim sayesinde bana verilmiştir” (Kasas-78) dememişti. Günümüz patronları gibi kitap yazıp “Nasıl Zengin Olunur?” dersleri vererek havasını atmamıştı veya kariyer zirvelerine katılıp gençlere zenginleşme yolunda öğütler vermemişti. Nimetlerin gerçek sahibini asla unutmamıştı. Her hareketinde Ona işaret etmiş ve adeta bu nimetler benim değil, gerçek sahibi ben değilim demişti.
Bir gün emrindeki kuşu hüdhüd ona kendisi gibi zenginlik ve hükümdarlık nimetine sahip Belkıs ve güneşe secde eden kavminin haberini getirmişti. (Neml 22-24) Belki de 2000 seneden sonra tüm fen bilgisi derslerinde öğretildiği gibi onlar da dünyadaki tüm canlıların varlığının Allah’a değil de güneşe bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Nimeti verene değil, güneşe şükrediyorlardı.
Şeytan onlara amellerini süslü göstermişti ve doğru yolu bulamıyorlardı. (Neml-24) Şeytanın insan iradesi üzerinde başka bir gücü de yoktu ama Rabbini bulamaması için Ona götüren yollar hariç her yolu süslü gösteriyor, Ona giden her yolda engeller çıkarıyordu. Bazen koca bir topluluk şeytanın süslü yolunu doğru buluyordu. Güneşin dünyadaki hayatın kaynağı olduğu iddia ediliyor, hakiki hayatı verene ve onu devam ettiren Hayy ve Kayyum’a giden yol bulunamıyordu.
Bu haber üzerine Hz. Süleyman (as), Belkıs’a bir mektup göndermeyi uygun buldu. Tüm hükümdarlığının ihtişamıyla saldırıp bütün Sebe kavminin zenginliğini ele geçirmek dururken neden mektup gönderiyordu? Oysa buna çok güzel bir gerekçe de bulunabilirdi. Zaten güneşe secde ediyorlardı, bu yüzden Sebe halkının tamamını katledebilir veya esir ederek mallarının tamamına el koyabilirdi. Niyeti ele geçirmek olan birisi için zaten en kolay yol da bu idi. Ama o her peygamber gibi, kendi gücünü, iktidarını göstermek peşinde değildi. Benim kavmim sizin kavminizden üstün demiyordu. Benim hükümdarlığım yanında sizin zenginliğiniz de neymiş demiyordu. O, gerçek kudret sahibinin gücünü insanlara göstermek istiyordu.
Mektubu alan Belkıs başlangıç cümlesine çok şaşırmış olmalıydı ki, kavminin ileri gelenlerine danışırken “Bana bir mektup bırakıldı. Süleyman’dan geliyor ve Bismillahirrahmanirrahim ile başlıyor” (Neml-30) diyordu. Ayrıca mektupta büyüklük taslamaması konusunda uyarılıyordu. Zengin ve büyük bir kavmin başındaki birisi için oldukça aşağılayıcı bir üslubu vardı mektubun. Muhtemelen o devirdeki birçok hükümdar da herhangi bir savaş öncesi benzer mektuplar alıyordu. Kavminin ileri gelenleri bu tür mektuplara veya saldırılara alışık olmalıydı ki “Biz şiddetli ve zorlu savaşçılarız, emir sana aittir, ne emredeceğine karar ver” (Neml-33) diyorlardı. Ama bu mektubun o ana kadar görülmüş mektuplardan çok önemli bir farkı vardı. Muhtemelen özellikle başlangıç kısmı Belkıs’ı düşündürmüş olmalıydı. Acaba bu kişi gerçekten Rahman ve Rahim olan Allah adına hareket ediyor olabilir miydi?
Bu şüphe nedeniyle olsa gerek güçlü ve çetin bir ordusu olmasına rağmen Belkıs doğrudan savaş kararı alamıyordu. Karşısındakinin gerçek niyetini anlamak istiyordu. Muhtemelen zenginlik sahibi ve zenginliği için savaşan bir hükümdara çok yüklü miktarda hediye gönderirse o hükümdar savaşmak yerine kolay yoldan o malı elde etmeyi tercih edebilirdi. Neden ele geçireceği mallar için kendisinin ve ordusunun canını tehlikeye atsındı ki. Belkıs için karşısındakinin niyetini anlamanın en iyi yolu buydu.
Hediyeler Hz. Süleyman’a (as) ulaşmıştı. Ama o hediyeleri kabul etmiyordu. Bismillah diyerek veren, Bismillah diyerek alan, Allah namına vermeyenlerden almayan birisiydi. “Allah’ın bana verdikleri, sizin getirdiklerinizden, daha da hayırlıdır” (Neml-36) diyordu. Benim zenginliğim sizin gönderdiklerinizden fazla diyerek gurur ve kibir emaresi göstermiyordu. Yine o kelimeyi kullanıyor ve yine “Allah” diyordu. Bütün bunları bana O veriyor diyordu. Karşısındakiler gibi büyüklük taslamıyor, her şeyden daha büyük bir Zata işaret ediyordu. Elçileri de büyüklük tasladıkları için daha sert bir şekilde damarlarına dokundururcasına tehdit ediyordu.
Daha sonrasında, belki de Belkıs’ın hükümdarlığının büyüklüğünü göstermesi için yaptırdığı o büyük tahtı bir mucize eseri olarak yanına gelmişti. Hz. Süleyman (as) mucizenin ne olduğunu çok iyi biliyordu. İnsana, kendini benzerini yapmaktan aciz hissettiren şeydi mucize. Diğer bir deyişle sadece Rabbi’nin fiili olduğu apaçık ortada olandı. Yine Hz. Süleyman (as) bu işi sahiplenmemiş, “Bu Rabbimin bir lütfudur, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan ediyor” (Neml-40) demişti.
Belkıs’ın onu ziyaretinde gördüğü sarayı gibi adeta şeffaf bir insandı Hz. Süleyman (as). Hükümdarlığı bütün ihtişamıyla ortada olan ama hiçbir zaman gerçek hükümdarlık sahibinin varlığına perde olmayan birisiydi. Sebe melikesi Belkıs, o billur zeminli sarayı gördüğünde Müslümanlığı kabul ettiğini söylemişti. Ama neden bir insan çok güzel bir saray gördüğünde dinini değiştiriyordu ki? Neden birçoğumuzun vereceği tepkiyi vermiyordu? Neden sarayı övücü sözler söylemiyordu? Hz. Süleyman’a (ra) “Ne muhteşem bir sarayın var” veya “Sen ne büyük bir hükümdarsın” demiyordu. Aksine “Rabbim, muhakkak ki ben, nefsime zulmettim ve Süleyman’la (as) beraber Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” (Neml-44) diyordu. Bu söz her yönüyle ancak ve ancak bir pişmanlık eseri olabilirdi. Muhteşem bir saray görmekle insan neden pişmanlık duyardı ki? Bu soruların tek bir cevabı olabilirdi ancak. Bütün bunlar sarayın kendisini veya Hz. Süleyman’ı (as) işaret etmiyordu. Kendisine gelen mektubun başında yazdığı gibi her şey Rahman ve Rahim olan Allah’ı gösteriyordu.
Belkıs’ın Hz. Süleyman’dan (as) aldığı mektubun başlangıcı olan âyetin geçtiği Risale olan 14. Lem’a’nın 2. Makam’ı da çok alışılmamış bir üslup ile başlıyordu. Hemen her kitap yazarının eserinin başında yazdığı gibi kişilere teşekkür ile başlamıyordu bu risale. Kendisine Kur’ân ilminin verildiği apaçık belli olan birisi için çok mütevazı bir üslubu vardı.
“Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan göründü...”
“‘Ey insan!’ dediğim vakit nefsimi murâd ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyâr zâtlara belki medâr-ı istifade olur niyetiyle, Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı olarak müdakkik kardeşlerimin tasviblerine havale ediyorum” diyordu.
Acaba neydi Hz. Süleyman’ı (as) bu kadar şeffaf yapan, acaba neydi Bediüzzaman’ı bu kadar mütevazı yapan? Birisine eşi benzeri olmayan bir hükümdarlık, diğerine eşine az rastlanır bir ilim verilmişti ama her ikisi de Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla hareket ediyordu. Her ikisi de asla gücüyle, kudretiyle veya ilmiyle Rabbi’ne perde olmuyordu.
Hemen her tebliğ edicinin muhatap olduğu menfaat imtihanıyla imtihan edilmişlerdi. Nasıl Peygamber Efendimize (asm) kavminin ileri gelenlerinin hükümdarlık, mal, mülk teklifleri olduysa, nasıl Bediüzzaman’a şark umumî vaizliği ve yüksek maaş teklifi yapıldıysa aynen onun gibi Hz. Süleyman’ın da Allah’a kulluk etmeleri için uyarıda bulunduğu insanlar onun gerçekte neyin peşinde olduğunu ilk seferinde anlayamamışlardı. Özellikle hayatı boyunca sadece kendi hedefleri, ihtiyaçları için çalışan insanlar için birisinin Allah adına ondan bir şey istemesi çok anlaşılmaz bir talepti. Muhtemelen şu soruyu uzun süre kendilerine sormuşlardı: “Benim Allah’a kulluk etmemin bu kişiye ne faydası var, nasıl bir menfaat bu kişiyi bu yola sevk ediyor acaba?” demişlerdi.
Salih kullar hariç her tebliğ edici bu imtihanı başarıyla geçemiyordu maalesef. “Gözümde ne cennet sevdası, ne cehennem korkusu var” diyemiyorduk birçoğumuz. Ufak bir zarar görme ihtimalinde veya ufak bir menfaat kaybı söz konusu olduğunda sükûnetimizi koruyamıyor, asıl noktadan uzaklaşmaya başlıyorduk. Ne sözümüz, ne fiilimiz tesirli oluyordu. Ne Hz. Süleyman kadar şeffaf, ne Bediüzzaman kadar mütevazı idik. Bizi öyle görmeyenler ise ya sarayda takılıp kalıyor, ya hükmetmekte ya da ilimde. Hz. Süleyman (as) gibi başlamadığımız için tebliğimize, onun gibi göstermediğimiz için hakikî nimet vereni karşımızdakinin şüphelerini ortadan kaldıramıyorduk.
Belki tarihi 2000 seneden eskilere dayanan bir peygamber kıssası ile az sözle çok şey ifade eden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân ve onun tefsiri olan Risale-i Nur bir tek “Bismillahirrahmanirrahim” ile bütün bu şüpheleri ortadan kaldırmanın yolunu bize gösteriyor. Bu dersi hakkıyla alıp hayatımıza tatbik edebilmek duâsıyla...
Okunma Sayısı: 32141
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı