"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Statüko, AKP ile birlikte destekçilerini de teslim aldı

14 Haziran 2018, Perşembe 00:13
Artı Tv’deki programda konuşan Genel Yayın Yönetmenimiz Kâzım Güleçyüz, “Bugün AKP’ye bu kadar angaje olan İslâmî cemaatler tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde parti desteğinin ötesinde MİT, MGK, Statüko savunucusu oldular, OHAL’ci oldular” dedi.

O cemaatler de teslim alındı

Artı tv’de İrfan Bozan’ın sunduğu programa Genel Yayın Yönetmenimiz Kâzım Güleçyüz, Saadet Partisi Gaziantep Milletvekili adayı Ahmet Faruk Ünsal, gazeteci İslam Özkan ve araştırmacı yazar Müfid Yüksel katıldı.

İrfan Bozan’ın “Menzil cemaati, Hayrat vakfı, Erenköy cemaati, İsmailağa cemaati peş peşe açıklamalarla Cumhur İttifakı ve Erdoğan’a desteklerini açıkladılar. Sizce neden bu açıklamaları yaptılar?” şeklindeki sorusunu cevaplayan konuklar şunları söyledi;

AKP, statüko tarafından teslim alındı 

Bir de olaya şu açıdan bakmak lazım. AKP iktidarla bütünleştikçe, devlete yerleştikçe statükoya daha çok yanaştı. Statüko tarafından teslim alındı. Onunla beraber, ona destek veren, onunla kendini özleştiren gruplar ve cemaatlerde aynı kaderi paylaştılar. Ve bugün AKP’ye bu kadar angaje olan İslami cemaatler tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde parti desteğinin ötesinde MİT savunucusu oldular, MGK savunucusu oldular, statüko savunucusu oldular, OHAL’ci oldular, OHAL’i savunuyorlar. Sırf tuttukları iktidar öyle bir tutum içerisinde olduğu için. Statüko tarafından teslim alınan, iktidarın bütün hukuk dışı antidemokratik uygulamalarını görmezden gelip destekleyen bir anlayış cemaatleri böyle bir savrulmaya itti ve neticede iktidarın bir takım devlet imkanlarını kullandılar.

Bir çok grup siyasete angaje oldu

“Hayrat Vakfı siyasetin en dışında siyasete en uzak olan gruplardan birisiydi” diyen Kazım Güleçyüz şöyle devam etti; “AKP’nin iktidar olmasıyla bu grup ve diğer bir çok grup siyasete angaje oldu. Adeta iktidarla kendilerini özleştirdiler. Belki de AKP’nin en büyük başarılarından biri dini cemaatleri özelliklede nur cemaatlerini bu derece siyasileştirmiş olmasıdır. Aslında nur cemaatlerinin en önemli vasfı siyasete mesafeli olmalarıdır. Biz Yeni Asya olarak onu yapmaya çalışıyoruz. Kararımızı deklare ediyoruz ancak siyasete ve siyasi tarafgirliğe hiç bu kadar girmedik. 

Kaygan bir zemindir bu

Mesela Hayrat Vakfı. Daha önce hiç görülmemiş bir şekilde sosyalleşti. Milli eğitimle protokoller imzalayarak kendilerine göre hizmet olduğu mülahazasıyla böyle bir zeminin içerisine girdiler. Kaygan bir zemindir bu. Cemaatler ve tarikatlar bu dönemde hiç görmedikleri tarzda imkanlara kavuştular. Örtülü ödenekten imkanlar verildi, binalar verildi, arsalar tahsis edildi, külliyeler tahsis edildi. Böylece Bediüzzaman Said Nursi’nin çok önemli bir hizmet prensibi olan aynı zamanda peygamber prensibi olan “istiğna” yani kimseden bir şey istememe düsturunu çiğnediler. Allah rızası için yapıyorsanız bu işi, kimseden bir şey talep etmemeniz gerekiyor. Çünkü Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in de dediği gibi “para veren emir de verir.” Para aldığınız zaman sizde bağımlı hale geliyorsunuz. Ve bu bağımlılık, siz yola çıkmadan önce hiç hayal edemeyeceğiniz noktalara savurabiliyor. İşte bu destek deklarasyonlarının zorla olduğu söyleniyor. Doğrudur, bende ona iştirak ediyorum. Bu teslim alınmışlığın ve statüko tarafından tamamen kontrol altına alınmışlığın bir neticesidir.

Cemaat manevi bir oluşumdur, resmi kalıplara sığmaz 

Zaman zaman gündeme gelir, cemaatleri ve tarikatları devlet kontrolü altına alalım diyorlar. Aslında birçok cemaat ve tarikat açısından baktığımız zaman bu fiilen olmuş bir şey. Ama statüko muhafızları bunu burada bırakmak istemiyorlar. Bunu daha sağlam esaslara bağlamak istiyorlar ve devlet kontrolü dışında bir yapılanmaya izin vermemek suretinde kararlılıkla çalışmalarını sürdürüyorlar. Ama sivil toplum örgütü diyorsak, cemaatlerin kendisini sivil toplum olarak nitelendiremeyiz ama onların kurduğu sivil oluşumlar olabilir. Cemaat manevi bir oluşumdur. Resmi kalıplara sığmaz. Eğer sığdırmaya kalkarsanız orada onu cemaat olmaktan çıkarmış olursunuz.

Demokrasiyi kurallarına göre savunmamız gerekiyor 

“Siz neden millet ittifakına desteğinizi açıkladınız?” sorusunu ise Güleçyüz şöyle cevapladı; “Bizim öteden beri devam edegelen bir çizgimiz var. Demokrasiyi benimsiyoruz. Demokrasinin temellerinin, İslam’ın temel esaslarından çıkarılabileceğini düşünüyoruz. Said Nursi zaten meşrutiyeti tarif ederken üç tane temel kavramdan bahsediyor. Meşrutiyet bugünkü adıyla demokrasidir. Adalet, meşveret ve kanunda inhisarı kuvvet yani kanunun hakimiyeti bir de hürriyet. Bu esaslar açısından baktığımız zaman; demokrasiye farklı bakmak demokrasiyi reddetmek (çünkü öyle anlayışlar var, şu anda çok seslendirilmiyor) İslam adına demokrasiyi reddetmenin yanlış olduğunu düşünüyoruz. Demokrasi diyorsak eğer, demokrasiyi kurallarına göre savunmamız gerekiyor. Demokrasinin işlemsini savunmamız lazım. 

Tek adam sistemine dayalı bir demokrasi olmaz

Tek partili demokrasi olmaz. Tek adam sistemine dayalı bir demokrasi olmaz. Çok partili sistem olacak ve çok partili sistem içinde Said Nursi’nin 1950’den sonra özellikle Emirdağ mektupları içerisinde yazdığı tahliller var. 4 parti tahlili var mesela. Bu vatanda 4 parti var diyor. Ama o tahlilleri sonuna kadar okuduğunuz zaman ve irdelediğiniz zaman ikiye ayırıyor. Bir yanda devlet partisi, bürokrasiye dayanan parti. Öbür tarafta milletin reyleriyle ortaya çıkan ve iktidar olma imkanı bulan parti. Bu 4 parti o günün şartlarında CHP devlet partisi, Demokrat Parti’de gücünü milletten alan parti olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki partiyi bir kefeye koyup, devlet ve bürokrasi partisi olan CHP’yi değil de gücünü halktan ve oylardan alan Demokrat Parti’den yana kullanılması noktasında görüşünü ortaya koymuş. Ve bu çizgi Yeni Asya camiası tarafından devam ettiriliyor. 1980 ihtilaline kadar bütün önde gelen Nur talebeleri bu noktada aynı düşüncedeydi. Bu konuların değerlendirildiği meşveretler, toplantılar, kararın alındığı zeminler hep müşterek olurdu ve ortak karar alınırdı.

Tercihimizi hep ifade ettik

Biz bu tarihi süreklilik içerisinde, Demokrat Parti varken Yeni Asya yok ama Bediüzzaman hayattadır. Görüşünü tercihini ifade etmiş. Yeni Asya 21 Şubat 1970’te yayın hayatına başlıyor. O zaman Adalet Parti’si var. Ondan öncede haftalık İttihad Gazetesi var. Zübeyir Gündüzalp’in bu konuda hayattayken çalışmaları var. Demokrat Parti 27 Mayıs darbesiyle iktidardan düşürülüp, başbakan ve iki bakan asıldıktan ve kapatıldıktan sonra yerine onun devamı mahiyetinde Adalet Parti’si kurulmuş. Demokrat Parti tabanı Adalet Parti’sine yönelmiş. Sonra 12 Eylül. 12 Eylül Adalet Parti’sini de kapatmış ve Doğru Yol Parti’si kurulmuş. Biz bu süreç içerisinde önce Adalet Parti’si sonra Doğru Yol Parti’si tercihimizi ifade ederek bugünlere geldik.

Tek parti CHP’sinin icraatlarından bugünkü CHP’yi sorumlu tutamazsınız 

*CHP’nin içinde olduğu ittifakı desteklediğiniz için çok eleştirildiniz. Bu konu hakkında neler söyleyeceksiniz?

Burada iki şey söylemek gerekiyor. Birisi tek parti CHP’si; Bediüzzaman ve talebelerine çok eziyet etmiştir. Üç defa büyük mahkeme olmuştur. Tutuklu yargılanmışlardır. 1935 Eskişehir, 1943 Denizli, 1949 Afyon. Büyük eziyetler olmuştur. Bu mahkemeler sonuçlandıktan sonrada hep sürgün olmuştur. Kastamonu, Emirdağ. Bu eziyetleri yapan bir tek parti CHP’si var. Bir de bugünün CHP’si var. Eski dönemdeki tek parti CHP’sinin icraatlarından bugünkü CHP’yi sorumlu tutamazsınız. Bugünkü CHP’nin çizgisi farklı bir çizgidir. 

Bu iktidar döneminde bandrol engeli geldi

Said Nursi’nin 1946’da dönemin CHP Sekreteri Hilmi Ural’a yazdığı mektup var. Ona diyor ki sizin genel sekreteri olduğunuz Halk Parti’sinin bu millet karşısında ehemmiyetli bir vazifesi var diye başlıyor ve özet olarak şunu söylüyor: İnkılaplar adı altında yapılan tahribatın, dini ve manevi hayata yapılan tahribatın sorumluluğunu , o inkılapları yapan 3-4 kişinin üstüne yıkın. O sorumluluktan ancak öyle kurtulabilirsiniz. Gelmekte olan çok partili sistem ile milletten rey alabilmeniz için milletle barışmanız lazım. Milletin inanç değerleriyle barışık bir siyaset izlemeniz lazım. Bu tavsiyeyi yapmış Bediüzzaman. Gelinen nokta Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü mevzusunda o eski katı laikçiliğini terk etmiş olması, keza çok ilginç bir örnektir; Risale-i Nur Külliyatı tarihte ilk defa bu iktidar döneminde bandrol engeliyle basılamaz oldu. Bandrol yasağından dolayı 666 gün Risale-i Nur basamadık. 

CHP Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı

Peşinden güya bu sorunu çözmek için devlet tekeli çözümünü getirildi. Devlet tekeliyle, bürokratik bir yapı olan diyanet eline verilmişti. Bir hükümet kararnamesiyle, basma yetkisi ve basma yetkisini verme yetkisi diyanete verilmişti. Neticede biz buna karşı bir mücadeleler yürüttük. İşte CHP bu düzenlemenin iptal edilmesi talebiyle anayasa mahkemesine dava açtı. Risale-i Nur’u daha önce yasaklayan, Said Nursi’ye zulmeden CHP, bu dönemde AKP’nin getirmiş olduğu yasağı kaldırmak için anayasa mahkemesine başvurmuştur ve anayasa mahkemesi de o düzenlemeyi iptal edip risalenin özgürce basımının yolunu açmıştır.

Bunun cemaatlerin kararı olduğunu düşünmüyorum 

Programın devamında Müfid Yüksel, şu ifadeleri kullandı; “Eskiden böyle bir şey manifesto yayınlama anlamında yoktu. Daha önceki dönemlerde söylenirdi hatta bu konuda cemaatler içinde bölünmeler de olurdu. Süleymancılar gibi. Ak Parti ve Doğru Yol arasında fikir ayrılığı yaşadılar. Şimdiki durum ilk defa oldu ama sanırım buna mecbur edildiler. Benim bildiğim kadarıyla bu talep onlardan gelmedi. Normal akışı içerisinde cemaatler böyle manifestolar yayınlamaz. Bir de eskisine göre kendi tabanlarını da serbest bırakmışlardı. Evet bir yönlendirme var ama isteyen başkasına da verebilir tarzında durumlar oluyordu. Cemaatler bu yöne doğru evrilmişti. Dediğim gibi bunun cemaatlerin kararı olduğunu düşünmüyorum buna siyasiler tarafından zorlanmışlardır. Bu iş, oba altından sopa gösterilerek de yapılmış olabilir.

Bu bildiriler cemaatlerin içerisinde sıkıntılar oluşturdu 

Yayınlanan bu bildiriler cemaatlerin içerisinde sıkıntılar oluşturdu. Bir kısmı gönülsüzce yaptı bunu. “Yani biz zaten destekliyoruz böyle bir bildiriye ihtiyaç yok, bunu rejit haline getirmeye gerek yok” diye tartışmalar oldu. Bu bize de yansıdı, bizi de gerdi. Bu cemaatlerin içinde bulunan bazı kişiler bu böyle olmaz dediler. Destekliyoruz ama böyle siyasi bir manifesto yayınlamak bize yakışmaz dediler. Burada bir zorlanma var. Herkeste Ak Partinin karşısındakiler gelirse bunun rövanşını alır korkusu var. İşte bazı siyasiler tarafından seçmeni ve bu grupları korkutan, bunun rövanşını alacağız tarzında söylemler var. Bunlar bu tarz manifestolara da zemin hazırlıyor. Böyle bir durumda var. “Erdoğan’ın rakiplerinin söylemlerinde de tehdit mi seziyorsunuz?” sorusunu Yüksel şöyle cevaplıyor; “Evet bir kısmı rövanşını alacağız bunun diyorlar. Bu da tabanları korkutuyor. Bu da onların bu anlamda daha fazla tetiklenmesine sebep oluyor.

İnsanlar dini suçlamaya başlıyor

Nakşibendilik tarikati, Şah-ı Nakşibendi’den beridir hiçbir zaman siyasi bir oluşumun bir parçası olmamıştır. Bu coğrafyanın mayasını oluşturmuştur Nakşibendi tarikatı. Dolayısıyla böyle bir yapının bir siyasi partiye mal edilmesi ya da siyasi partinin ben bu grubu tekelime alıyorum demesi, aynileşme! Yezid bin Muaviye’den beri biz bu problemleri yaşıyoruz. Burada iktidarın dini rehin altına almaya çalışması ve bu özdeşleştirme ciddi bir problem teşkil ediyor. Zaman içerisinde faturanın dine çıkarılması. İktidar yanlışlar yapar. Yaptığı yanlışların, hataların sorumlusu olarak din görülür ve dine fatura edilir. Bunun bazı örneklerini görüyoruz. İnsanlar dini suçluyor. Bunlar dini temsil ediyor, dindar insanlar veya dini kaynaklı bir yapı, din kaynaklı siyasal yapı şunları şunları yapıyor. Bunlardan dolayı dini suçluyorlar. 

Dini kendiyle özdeşleştirme çabası rahatsızlık veriyor

Bu tarihte olan bir şeyde değildi aslında. Yani Emeviler veya Abbasiler bunu böyle yapmak istediler ama uzun süreli başarılı olamadılar. İkinci Mahmud döneminde bile yeniçeriler İkinci Mahmud’a ayaklanırken dini suçlamadılar. Dediler ki “Padişah gavur oldu biz şer’i şerif isteriz.” Dolayısıyla İkinci Mahmud’a aynı zamanda halifelik unvanı taşıyan kimseye karşı bile bu şekilde bir davranış söz konusuydu. Çünkü İslam’ın geleneğinde şöyle bir şey var “Peygamberlerden başka masum kimse yoktur.” Yani bir devlet reisi bir hata yapabilir. Hata yaptığında da bu İslam’a uymamış olur. Hz. Ömer diyor ki “ben adaletten şaşarsam ne yaparsınız?” diyorlar ki “kılıcımızı doğrulturuz.” Biz böyle bir gelenekten geliyoruz. Şu anda böyle bir sıkıntı var. Dini kendiyle özdeşleştirme, dini kendi inhisarı altına alma çabası var ve bu rahatsızlık veriyor. Bir kısım siyasilerin “din benim” demesi çok ciddi bir rahatsızlık uyandırıyor. Ak Parti’nin ısrarla takındığı bu tavırdan kaçınması lazım. Bundan dolayı Ak Parti ve benzer oluşumlar yüzünden fatura dine kesiliyor. Dini suçlayan bir dalga yayılıyor. Özellikle Kürtler arasında yaygınlık göstermeye başladı bu durum. Ak Parti hızla bu sürece gitmeye devam ediyor. Din benim diyor. Din de iman da benim gibi bir dayatmadan vazgeçmesi gerekiyor. Çok açık ve net söylüyorum; bu dayatmadan biz de rahatsızız.

*Menzil cemaati, Hayrat Vakfı, Erenköy cemaati, İsmailağa cemaati peş peşe açıklamalarla Cumhur İttifakı ve Erdoğan’a desteklerini açıkladılar. Sizce neden bu açıklamaları yaptılar?

Eski Mazlumder Başkanı ve Saadet Partisi Milletvekili adayı Ahmet Faruk Ünsal, “Birkaç sebebi var bunun. İlki siyasal iktidarın yaklaşmakta olan seçimde çok ciddi olarak sıkıntıya girmiş olmasından kaynaklı bir durum olmasıdır. Tabii biz AKP iktidarında birçok yerel, genel seçim ve referandumlar yaşadık. 1 Kasım hariç, orada da bir miktar vardı; şimdiye kadar AKP seçim rüşveti denilebilecek seçmene hoş gelecek parasal vaatlerde bulunmamıştı. Oysa asgari ücret, emeklilere maaş, ikramiyeler, öğrenci afları gibi daha önce AKP’li seçim süreçlerinde rastlamadığımız türden seçim rüşvetleri veriliyor. Bu açıkça gösteriyor ki yaklaşmakta olan seçim aslında AKP için sonun başlangıcını oluşturuyor. 

İktidara biat açıkladıklarını görüyoruz 

Bu bakımdan sıkışmış olan iktidar cemaatleri de maalesef kendi siyasal çıkarının bir parçasına dönüştürerek, onlardan destek açıklaması alma ihtiyacı hissetti. AKP’li süreç içerisinde özel alanların, özerk alanların hızla tüketildiğini görüyoruz. Şu anda Devlet içerisindeki Sayıştay, Danıştay, mahkemeler, Yargıtay, Merkez Bankası gibi bağımsız kurumların özerkliğini yitirdiğini, tamamıyla siyasal iktidarın emir ve komutası altında hareket ettiği bir süreç yaşıyoruz. Oysa devletin denge ve denetleme mekanizması olarak mutlaka bağımsızlığını korumamız gereken bu kurumların siyasal iktidarın emri altına girdiğini gördük. Şimdi bir başka özerk olması gereken bir alanın, hele de dinle ilgili olması nedeniyle hepimiz için çok daha fazla özerkliği üzerinde titrememiz gereken bir alana ait kurumların iktidara biat açıkladığını görüyoruz. 

Cezaevine girmeyi göze alarak iktidarın kadısı olmamıştı

Bu son derece tehlikeli bir durum. Nasıl ki özerk basın kalmadı, merkez medya kalmadı, resmi TV ve radyolar bir taraftan iktidarın kontrolü altına girdi. Böyle bir dönemde yine özerk olması gereken bu cemaatlerin de iktidarla kurdukları çıkar ilişkisi bir anlamda memurlaşmaya razı olmaları, iktidarın sağladığı imkanlarla adeta obez hale gelmeleri nedeniyle bu baskılara sessiz kalmaları ve itaat etmeleri durumunu ortaya çıkardı. Oysa İslami pratikte durum çok farklı olmalı. Özellikle bizim toplumumuz kahir ekseriyetiyle Sünni ve Hanefi olan bir topluluk. İmam-ı Azam yani Hanefi mezhebinin kurucusu, cezaevine girmeyi göze alarak iktidarın kadısı olmayı reddetmiştir. 

İktidar karşısında dik duramadılar 

Dışarıda bağımsız durarak, iktidarı denetlemeyi tercih edip kendisine teklif edilen bütün maddi çıkarları, mevki ve makamı elinin tersiyle itme pahasına bunu yapmıştır. Şii ve Alevi dünyasında ise Hz. Ali’nin, Hz. Hüseyin’in dik duruşu, destansı duruşu ve Kerbela ile taçlanan o şehadet duruşu herkesin hafızasında olan konular. O bakımdan bizim topraklarında kendisine ekol olarak bağlı olduğumuz Alevi ve Hanefi yorumlarının hiçbir tanesinde iktidara teslim olmak gibi bir şey söz konusu değil. Bir de biz bu süreçte; iktidardan beslenen bazı iktidar mollalarının, iktidarın şeyhülislamlığına soyunan bazı yaşlı başlı ilahiyat profesörlerinin “yolsuzluk, hırsızlık değildir” vs. gibi neredeyse bu durumları meşrulaştıran açıklamalarını da gördük. Özetle söyleyecek olursak ne basın ne devletin bağımsız olması gereken kurumları ne cemaatler ne de din alimleri iktidarın büyük menfaat sağlayan bu gücü karşısında dik duramadılar, imtihanlarını çok kötü verdiler ve herkes iktidara teslim oldu. Bu süreç adeta Emeviciliğin tekrar hortladığını, gerçek İslami duruşun özerk, dik başlı, onurlu bir duruşun hepimizin ne kadar ihtiyacı olan bir duruş olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oldu.

*İslam Bey sizce cemaatler neden AKP’ye desteğini açıklıyor? Cemaatlerin devletin onay verdiği sürece varlığını sürdüren son derece bağımlı yapılar olduğunu söylüyorsunuz. Bunun bir yansımasıyla mı karşı karşıyayız?

Gazeteci İslam Özkan ise bu soruyu şöyle cevapladı; “Böyle bir beyanatın olması yeni bir şey. Türkiye siyasi tarihinde benzeri olmamış bir hadise. Seçimler açısından bu durum ilk. Daha önce 2013 yılında Gezi olayları patlak verdiğinde, o dönemde başbakanlık yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanlarından birinin özellikle cemaatlerle bağlantılı olan STK’ları ve bu STK’ların çatı kuruluşları olan bazı kurumları telefonla doğrudan arayıp, Gezi olaylarında hükümete destek verilmesi gerektiği noktasında onları zorladıklarına ya da söz aldıklarına dair, onları harekete geçirmek için birtakım ifadeler kullandıklarına dair haberler yayınlanmıştı. Basında bu haberlerin yalanlandığına dair bir şey görmedim. Ve gerçekten de bu baskılar netice verdi. Gezi olayları devam ederken özellikle belli STK’ların gazetelere çarşaf çarşaf beyanat verdiklerini, açıklamalar yayınladıklarını ve bu toplumsal ayaklanma karşısında hükümetin yanında yer aldıklarını gördük. Bu durum doğrudan o cemaatin kendisi tarafından olmadı. O cemaatin sivil toplum düzeyindeki temsilcileri tarafından gerçekleştirildi. Zannedersem son süreçte gerçekleşen beyanatlar da STK’lar üzerinden gerçekleşiyor. Hiçbir cemaat “biz falanca cemaatiz dolayısıyla bu şekilde destekliyoruz” demiyor. STK üzerinden ya da iş adamları grubu üzerinden beyanatta bulunuyor. Ama zaten kamuoyunda bu STK ve grupların o cemaatlere ait olduğu biliniyor.

*Siz bu cemaatlerin yukarıdan gelen bir talimatla mı bu açıklamaları yaptığını düşünüyorsunuz? Sizce zorunda mı kalıyorlar?

Zorunda kaldılar, tehdit edilmiş ya da aba altından sopa gösterilmiş olabilir. Ama her halükârda benim bakış açıma göre kesin olan şey; buna zorlandıkları, gönüllü olarak yapmadıkları. Tabi bunun yanında başka toplumsal, sosyolojik faktörleri de göz önünde bulundurmak gerekir. Mesela geçmişte böyle bir şey olsaydı, cemaatler bu şekilde zorlansalardı böyle bir açıklama yaparlar mıydı? Bu sorunun cevabı aslında bahsettiğim sosyolojik faktörü de izah eden bir şey. Geçmişte bunu yapamazlardı. Şu anda iktidara bütünüyle hâkim olan “İslami ya da dindar-muhafazakâr” bir partinin olmasından cesaret alan bir siyasal atmosferin varlığı bu insanları, bu tür bir beyanatta bulunmasına da itmiş olabilir. Bugünkü yaşanan mevcut duruma ve Gezi olaylarına bakıldığında, her ikisinde de AKP’nin ve muhafazakarların kendisini tehdit altında hissettiğini görüyoruz. Gezi olayları, bir toplumsal ayaklanma, sokak hareketliliği üzerinden hükümetin düşürülmesi şeklinde algılandı. Ben şahsen Gezi olaylarının hükümeti devirmeye yönelik bir hareket olduğunu düşünmüyorum. Hükümeti belli şeylere zorlama, hükümetle ilgili belli taleplerde bulunma özellikle çevre ve ağaçlandırma konusunda çok ciddi bir uyarıda bulunma gibi bir içeriği vardı ama devirme yoktu. Fakat muhafazakâr ve dindar kesim hadiseyi böyle algıladı. Dolayısıyla son dönemde dindar kesimin kendisini çok ciddi anlamda bir tehdit altında hissettiğini görüyoruz. Ve bu tehdide karşı da böyle bir yanıt vermiş olma ihtimalleri çok yüksek.

*Bahsettiğiniz tehdit kimden geliyor? Muhalefetin gelirsek rövanş alacağız türünden söylemlerinden mi?

İktidarın kaybedilmesi başlı başına bir tehdit olarak algılanıyor. Seçimi hangi parti kazanırsa kazansın buna CHP de dahil olmak üzere, cemaatlerle iyi geçinecek adımlar atacağını düşünüyorum. Muhafazakâr kesimin kafasındaki tehdit algısı aslında çok abartılmış. Özellikle de AKP elitleri tarafından, AKP yöneticileri tarafından köpürtülmüş bir tehdit. Aslında AKP yöneticileri sayıları belki 10’u, 20’yi geçmeyecek kadar kişi kendi geleceklerini tehdit altında görüyorlar fakat kendi geleceklerini kurtarmak için bütün dindarlar tehdit altındaymış gibi bir intiba uyandırmaya çalışıyorlar. Bunun da maalesef başarılı olduğunu görüyoruz. Dindar kesim içerisinde, AKP tabanı içerisinde kemikleşmiş oy oranı dediğimiz kitleler içerisinde böyle bir algı var. Ama ben bu algının çok doğruya tekabül ettiğini düşünmüyorum. 

Tehdit algısı oluşturuluyor

Böyle bir tehdit algısı neticesinde iktidarın elden gitmesi durumunda 30-40 belki 50 yıl İslami kesimin kendisini toparlayamayacağı, çok büyük bir çöküş, çok büyük bir yıkım, çok büyük bir tahribat yaşayacaklarını zannederek böyle bir tavır içerisine girdiklerini düşünüyorum. Bunun aslında Türkiye sosyolojisiyle çok uyumlu olduğunu zannetmiyorum. Sebebi de şu; İslam dünyasında bu konuda genel olarak konsensüs vardır. Siyasal İslam hareketlerinden tutun, Şii- Sünni bütün siyasal toplumsal hareketlere varana kadar tamamı siyaset üstü kalmayı tercih eder. Yani ulemanın ister Sünni ister Şii olsun bir siyasal hareketi yani seçimlere gelen bir siyasi partiyi doğrudan işaret etme yönünde bir beyanatta bulunması ayıp karşılanır. Bunun tabi istisnaları olmuştur ancak genel teamül bu şekildedir. Çünkü “İslam siyasettir, İslam siyasetle iç içedir, İslam’ın siyasal bir dili vardır” diyenler dahi hiçbir zaman bir siyasal partinin desteklenmesini kastetmiyor. Kaldı ki AKP milli görüş gömleğini çıkardık diyen, İslamcılıktan vazgeçtiğini yıllar önce ilan eden bir parti. Hiçbir zaman İslamcı olduğunu ifade etmedi. 

İslamcı kesimde artık sorguluyor

Ayrıca İslamcılıkla da çok ciddi sorunlarının olduğunu düşünüyorum. Özellikle Gazze’ye gönderilen gemi konusunda “bana mı sordular da gittiler” şeklinde yapılan beyanatın İslami kesimler içerisinde çok ciddi kırılmalara ve hayal kırıklıklarına yol açtığını düşünüyorum. AKP’nin kendisinin bir defa İslamcı olduğuna dair bir iddiası yok. En fazla dindar kitleyi temsil muhafazakâr bir siyasal parti olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla İslamcı kesimin içerisinde de yavaş yavaş bir sorgulamanın ortaya çıktığını ifade etmek lazım.

*İslami analiz yazılarınızdan birinde Türkiye’deki cemaat olgusunu işlemiştiniz. Şu an genel olarak ortaya çıkan olgunun tarikat ve cemaatlerin ciddi bir kısmının AKP’yle ciddi bir angajman içerisine girmeleri olduğu görülüyor. Burada acaba siyasi öznenin bir tavrı mı var, yoksa Türkiye’de zaman içerisinde modernleşme ile birlikte tarikat ve cemaatlerin bir dönüşümünden, bir “dünyevileşme” halinden dolayı bu dinsel alanı geri planda bırakmalarının mı etkisi var?

İslam dünyasında din-devlet ilişkileri çok kompleks bir olgu. Bir açıdan bakıldığında bir süreklilik söz konusu öte yandan da bir kopuş söz konusu. Süreklilik ve devamlılık, İslam dünyasında maalesef dini cemaatler, yapılanmalar büyük ölçüde aslında devletler tarafından, siyasal iktidarlar tarafından tarih boyunca hep domine edilmiş. Kendi coğrafyamıza baktığımız zaman bunun yakın zamana kadar çok daha rafine bir biçimde yapıldığını aslında cemaatlerin, tarikatların görece özerk yapılarını koruduğunu fakat yine de belli ölçülerde devlet tarafından domine edildiğini görüyoruz. Ama özellikle bu son dönemde yani AKP döneminde Türkiye’de yaşanan değişim ve dönüşümün İslam tarihinde benzerinin çok az olduğunu ifade etmek lazım. Bu da yaşanan modern dönüşümle ilgili bir şey aslında. 

Değişime zorlanıyorlar

Geleneksel anlamda bakıldığında devletler cemaatlere karşı belli görevleri olan yapılardır ve belli mesafede dururlar ama her zaman kontrol etmeye çalışırlar. Cemaatler açısından bakıldığında da cemaatler devlete karşı vazifelerini yerine getirirler, belirli ilişkilere girerler ama onunla sınırlı kalırlar. Fakat modern döneme geldiğimizde özellikle Türkiye coğrafyasında bir kopuş olduğunu görüyoruz. Kemalist devrimlerle beraber cemaatlerin bir ölçüde devletten kopuş yaşadığını, yeraltına inmeye başladığını ve devletle ciddi anlamda bir çatışma içerisine girdiğini görüyoruz. Bu zihinsel ve ideolojik çatışma şeklinde ortaya çıkan bir durum. Dolayısıyla bu kopuş aslında cemaatler üzerinde belli bir dejenerasyonu belli bir dönüşümü, belli bir değişimi zorlamış durumda. 

Siyasal tercihlerde bulunmak zorunda kaldılar 

Devlet hiçbir zaman İslam dünyasında dini eğitimi tamamen ortadan kaldırmadı, dini eğitimi tamamen yasaklamadı. Dinle ilgili baskılar, dinler siyasal hareketlere dönüştüğünde yaşandı. Yani cemaat ve tarikatlar sadece dini alan içerisinde kaldıkları sürece devlet onlara çok fazla müdahale etmedi. Bunun İslam dünyasında örnekleri çoktur. Türkiye Cumhuriyeti dönemine gelindiğinde ise tamamen farklı bir yapılanmanın ortaya çıktığını görüyoruz. Cemaatlerin bir dejenerasyon, baskılanma süreci yaşadığını görüyoruz. Devletin baskısı bir anlamda cemaatleri siyasallaşmaya itti. En azından siyasal tercihlerde bulunmak zorunda kaldılar. Ama bu hiçbir zaman kamuoyuna yönelik açık bir deklarasyon şeklinde olmadı. Cemaat liderleri, cemaatin önde gelenleri cemaatin üyelerine belli bir siyasi partiyi desteklemeleri yönünde kamuoyuna açık olmayan, gizli telkinlerle yönlendirmelerde bulundular. Günümüzde bu açıklamaların yapılması da önemli bir kırılma noktası olduğunu gösteriyor. AKP döneminde yaşanan bu durum geçmişte uygulanan geleneğin tamamen bir kenara bırakılması anlamına geliyor. Burada da kendilerini tehdit altında hissetmeleri, bir zorlama ile karşı karşıya oluşları rol oynamaktadır.

*Muhalefetin adaylarına baktığımızda ne Muharrem İnce’den ne Meral Akşener ne de Temel Karamollaoğlu’ndan “biz iktidara geldiğimizde Türkiye’de tarikat ve cemaat faaliyetlerine son vereceğiz, dini hayatı kısıtlayacağız” gibi açıklamalar gelmiyor. Örneğin kamu hizmetinde başörtüsü ile çalışmak konusunda da olumsuz bir açıklama yok, aksine olumlu açıklamalarda bulunuyorlar. Bu ifadeler ikna edici değil mi sizce, hafıza mı ön planda kalıyor?

Türkiye’nin geldiği nokta şu anda tamamen farklı

Tarihsel geçmiş muhafazakarların hafızasını çok ciddi anlamda baskılıyor. Sosyal medyadaki paylaşımlara, kaleme alınan yazılara ve özellikle muhafazakâr kesimin psikolojisine bakıldığında müthiş bir güvensizlik halinin söz konusu olduğu görülmektedir. Muharrem İnce’nin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun son derece demokrat ve nispeten özgürlükçü çıkışlarına bunların takiyye olduğu ve iktidara geldiklerinde tam tersini uygulayacakları şeklinde bir anlayışla karşı çıkıyorlar. Halbuki Türkiye’nin geldiği nokta şu anda tamamen farklı. Ne CHP tek parti dönemindeki CHP, ne Muharrem İnce bundan 20 sene önceki Muharrem İnce. 

Alparslan Kuytul örneği çok çarpıcı 

Mutlaka dinle ilgili AKP’den çok farklı birtakım yorumlamaları, yaklaşımları vardır ama sorunlar açısından bakıldığında AKP’nin dine yaklaşımı konusunda ciddi problemler yok mu? Bugün İslami cemaatler içerisinden Gülen örgütüne mensup insanların yargılanmadan hapse atılması, haklarında iddianame bile hazırlanmadan henüz daha hiçbir şekilde suçlamalar ispat edilmeden içeride tutulmaları, ne zaman yargılanacaklarının belli olmaması gibi çok ciddi mağduriyetler var. Ama bunun dışında da ciddi anlamda mağduriyetler yaşayan İslami cemaatler var. Tehditlere, baskılara maruz kalan birçok cemaat var. Furkan Vakfı ve Alparslan Kuytul örneği çok çarpıcı. Alparslan Kuytul’un avukatıyla görüşen avukat arkadaşlarla konuştuğumda onlara sosyal medyada Alparslan Kuytul’un tutuklanmasıyla ilgili ifade edilen hususun bu insanın El-Kaide üyeliği, zannedersem PKK ile ilgili bir suçlama, DAEŞ ile ilgili bir suçlama şeklinde olduğunu söyledim. Birbiriyle tamamen mütenakız, bütünüyle çelişki içerisinde olan suçlamalar. Yargılama süreci o kadar propagandatif ilerliyor ki hükümete yakın, yandaş medyada birtakım lanse çalışmaları görülüyor. Bunların hiçbirisi inandırıcılığı olan, kanıtlanabilir şeyler değil. Hukuki olarak nihai kararı bizler vermiyoruz fakat benim algım bu yönde. Bu durumda verilen mesaj açıkça; “ey İslami cemaatler, siz de eğer Alparslan Kuytul gibi iktidarın icraatlarını kamuoyuna açık ve net bir şekilde TV’lerde, kameraların önünde, sosyal medyada böylesine sistematik bir biçimde eleştirirseniz sizin de akıbetiniz aynı böyle olacaktır” demektir.

Haber: Fethiye Songül Akay - Nurseza Okur

Okunma Sayısı: 6099
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı