Dünyaca ünlü tarihçi Halil İnalcık, 25 Temmuz 2016 Pazartesi günü 100 yaşında vefat etti. Cenazesi Bakanlar Kurulu kararıyla Fatih Camii Haziresi'ne defnedildi. Halil İnalcık'ın kabri, geleneksel Osmanlı Ulema Kabri şeklinde dizayn edildi.
'Tarihçilerin Şeyhi' Halil İnalcık: Batı'ya, Osmanlı'yı tanıtan bilge...
Dünyaca ünlü tarihçi İnalcık'ın Yeni Asya'da da çıkan bazı önemli tespitleri
‘Tarihçilerin şeyhi’ 100 yaşında vefat etti
‘Tarihçilerin şeyhi’ olarak anılan Halil İnalcık, tedavi gördüğü Ankara Güven Hastanesi'nde vefat etti. İnalcık 100 yaşındaydı.
HALİL İNALCIK KİMDİR?
Dünyaca ünlü tarihçimiz Halil İnalcık, 26 Mayıs 1916’da İstanbul’da dünyaya geldi. Çocukluğu hep savaş yıllarında geçen İnalcık, 1924 yılında, ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşti ve ilkokulu burada, Gazi İlkokulu’nda bitirdi. Babası Seyit bey ailesini bırakıp Mısır’a yerleştiği için Halil İnalcık’ı annesi büyüttü.
Ortaokulda yatılı olarak Sivas Öğretmen Okulu’na verilen İnalcık, 1932 yılında ise Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu’na nakledildi. Burada, fizik dalında Nusret Kürkçüoğlu, edebiyat dalında ise edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı gibi ünlü hocalardan ders aldı.
İnalcık, üniversite eğitimi sırasında da dönemin önemli isimlerinden ders aldı. Bunlar arasında Fuad Köprülü, Şemsettin Günaltay, Muzaffer Göker, Yusuf Hikmet Bayur gibi isimleri sayabiliriz.
Ortaçağ tarihi derslerini aldığı Köprülü, İnalcık üzerinde büyük bir etki bıraktı ve meslek yaşamı boyunca kendisine örnek oldu. İnalcık, 1940 yılında mezun olduktan sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde kaldı ve Yakınçağ Tarihi Bölümü’nde asistan oldu. Bu arada Şevkiye Hanımla evlendi ve 1948 yılında Günhan adlı çocukları dünyaya geldi.
Dünyaca ünlü tarihçi İnalcık'ın Yeni Asya'da da çıkan bazı önemli tespitleri...
Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz'ün, ‘Tarihçilerin şeyhi’ olarak anılan dünyaca ünlü tarihçi Halil İnalcık'ın bazı önemli tespitlerini değerlendirerek daha önceden kaleme aldığı, güncelliğini koruyan dikkat çekici yazılarını istifadenize sunuyoruz.
Darwinizmden Kemalizme (05 Nisan 2013)
Erhan Afyoncu, Darwinizm-ırkçılık ilişkisini vurguladığı yazısında şöyle diyor: “Nazan Maksudyan ‘Türklüğü Ölçmek’ isimli kitabında Türkiye’de antropoloji çalışmaları ve ırkçılık arasındaki ilişkiyi anlatır. 1869’da Antropoloji Cemiyetinin kurulması ve Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserinin yayınlanması ile birlikte kafatası ölçümleri başladı. Yalnızca kafatası değil, vücudun muhtelif bölgeleri de ölçüldü.
“Irkçılıkta önemli bir adım da Darwin’in kuzeni ve hayranı Francis Galton tarafından atıldı. Galton, ‘Öjenik’ dalını kurdu. ‘Öjenik’ Yunanca ‘doğuştan iyi’ veya ‘soydan asil’ anlamına geliyordu. Galton, 1869’da yayınladığı ilk kitabı Hereditory Genius adlı eserinde 300 asil aileyi inceledi ve (...) asil ailelerin, asil insanlarla yapacakları evliliklerle doğuştan getirdikleri özellikleri korumaları gerektiğini savundu. Galton’un eseri büyük bir popülerlik kazandı. Öjenik dernekler kuruldu. Asil aileden olanlar evlenecekleri asil kişileri bulmak için asil listeleri yayınladılar. Öjenik bilim dalının asıl amacı doğuştan kabiliyetli ırkları bulmak ve onları bozulmadan kurtarmaktı. Öjenik bilimi daha sonra Naziler tarafından kullanıldı.” (Bugün, 3.3.13)
Afyoncu’nun, bunların Türkiye’deki yansımalarını, bilhassa M. Kemal’in himayesine mazhar Afet İnan’ın başını çektiği antrolopoji ve kafatası ölçüm çalışmalarıyla örneklendirdiği ilginç yazısı bize İzzet Akyol’un seneler önce Köprü’de yayınlanan çok önemli bir araştırmasını hatırlattı.
“Darwinizmden Kemalizme” başlıklı bu yazısında Akyol, M. Kemal’in Darwin kaynaklı “Natür insanları türetti. Onları kendine taptırdı da. Ancak insanların dünyada yaşayabilmeleri için, onların tabiata egemenliğini şart kıldı. Tabiata egemen olmasını bilmeyen yaratıklar varlıklarını koruyamamışlardır” ve “İlk ceddimiz balıktır. İşler ilerledikçe, insanlar primat zümresinden türediler. Biz maymunuz, düşüncelerimiz insandır” gibi sözlerini aktarırken, Prof. Dr. Halil İnalcık’la yaptığı kısa, ancak muhtevalı mülâkatta da, onun “Kemalizmi sosyal Darwinizm içinde bulabiliriz” sözünü bizzat kendisine yorumlatmış.
İşte İnalcık’ın yaptığı ilginç açıklamalar:
“Atatürk, hayatı mücadele olarak görmüştür. Düşüncelerini zorla karşı tarafa kabul ettirmek onun temel inançlarındandır. Yaptığı devrimlerde de ‘Hayat mücadeledir’ felsefesini ifade etmiştir. ‘Hayatta muvaffak olmak, ancak kuvvetli olmakla mümkündür’ der. Bu, tam Darwinizmin ifadesidir. Darwin, cinslerin baki kalmak için birbiriyle rekabet halinde olduklarını söylüyor. En güçlüsü yaşıyor, öbürküler yok oluyor. Bu prensibi sosyologlar sosyolojiye tatbik etmişler. Buna sosyal Darwinizm deniyor. Ben Atatürk’ün esas inancını sosyal Darwinizmde buluyorum.
“Milliyetçilik millî yapının en sağlam, en kuvvetli bir şekle gelmesi için çalışmak demektir. Milliyetçiliğin altında bu manada sosyal Darwinizm vardır. Atatürk de baş milliyetçi olduğuna göre, onun milliyetçiliğinde sosyal Darwinizm büyük bir rol oynamaktadır.” (Mayıs-1988, s. 43)
Kemalistler niye Darwinist? İşte cevap burada.
“Artık gerçeği görelim” (20 Şubat 2013)
Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın ikazı, Atatürk milliyetçiliği adı altında dayatılan ve hâlâ türlü tevillerle savunmaya çalışılan anlayışın Türkiye’yi karşı karşıya getirdiği tehlikeyi gözler önüne seriyordu:
“Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değiliz’ hissiyatı var. Türkiye Cumhuriyeti temelinden sarsılıyor. Büyük bir bunalımın içindeyiz.”
Bu tablo karşısında Osmanlı gibi davranamayacağımızı da şu gerekçeyle izah etmişti İnalcık:
“Biz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Millî bir devletiz. Yeni devletimiz Türk devleti olarak, belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye olarak kuruldu.” (Milliyet, 16.11.09)
“Teröre Said Nursî Çözümü” kitabımızda İnalcık’ın sözlerini yorumlarken şöyle diyoruz (s. 61):
“Türkçülük adına inat ve ısrarla sürdürülen baskı, dayatma ve asimilasyon politikaları, hem evvelce hiç olmayan Kürtçülük hissiyatını tahrik etti, hem de Türklüğü antipatik hale getirdi.
“Eğer çözüm isteniyorsa, herkesi ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demeye zorlayan anlayıştan bir an önce vazgeçilmesi ve ‘Türk milleti’ni üst kimlik olarak dayatan zorlamalı tevillerin terki şart.”
Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suavi Aydın da Akşam’da Şenay Yıldız’a verdiği mülâkatta şunları ifade ediyor:
“Türk milliyetçiliği çok eski tarihi olan bir milliyetçilik değil. Türk Osmanlı için tâbiiyetlerden bir tanesiydi ve Osmanlı imparatorları kendilerini Türk olarak tanımlanmaktan hep kaçındılar.
“Bugün CHP ‘Biz kimlik siyaseti yapmayız’ diyor. Oysa kimlik siyaseti ulus devletin icat ettiği birşey. Tarih tezi, dil kuramı, arkeolojik girişimler, halk evleri... Bunların hepsi yurttaş yaratma girişimi ve kimlik siyasetinin örnekleri. Yani kimlik siyasetinin dik âlâsını Atatürk yaptı ve herkesi kendine Türk dedirtecek bir zemin yaratmaya çalıştı. Atatürk Cumhuriyeti devraldığında, içinde çok sayıda gayrimüslimin yaşadığı, bol etnik gruplu bir ülkeydi Türkiye. Atatürk kimlik tercihini Türklükten yana yaptı.
“Tarihinizi etnik anlamda Türkler üzerinden Orta Asya’dan başlatıp Cumhuriyete getiriyorsanız, Boşnak’ın, Kürt’ün, Arnavut’un tarihi yok orada! O yüzden ‘proto Türk’ palavrasını atmak zorunda kaldılar. Buna göre Türkler Demir Çağında Orta Asya’dan kopup Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’daki medeniyetleri kurmuşlar. Kürtler de onların çocukları. Dolayısıyla aslında Kürtler de Türk. Bu kimlik siyasetidir. Bugün Kara Kuvvetlerinin brövesinde kuruluşu M. Ö. 242 yazıyor. Yani kendini efsanevî bir orduya, Mete Han ordusuna bağlıyor. Bu nedenle kimseyi ‘Türklük bir çatıdır’ diye ikna edemezsiniz. Muş’un bir köyünde çocuklara her gün ‘Türk’üm, doğruyum’ dedirterek onları Türk yapamıyorsunuz. Artık bu gerçeği görmeliyiz.” (18. 2.13)
Evet, bu gerçek görülmeli; ulusalcı dayatmalar terk edilip birleştirici yaklaşımlarda buluşulmalı.
DUAYEN TARİHÇİDEN İKAZ: TC TEMELDEN SARSILIYOR (05 Temmuz 2012)
Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık: “Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değiliz’ hissiyatı var. Atatürk zamanında Türk devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti temelinden sarsılıyor.”
Baskı ve ayrımcılıkla “bölünmez bütünlük” sağlamaya çalışan zihniyetin, nüfus sayımlarında etnik köken sorularının da yer almasına karşı çıktığı ve bu yüzden Türkiye nüfusunda hangi unsurların ne nisbette pay sahibi olduğu konusunda sağlıklı bir istatistikî bilgiden mahrum olduğumuz herkesin mâlûmu.
Böyle olunca, Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Araplar, diğer unsurlar ya da Sünnîler, Alevîler... adına herkes ne tutturabilirse, kafadan bir sayı ortaya atıyor ve sonuçta hepsinin toplamının Türkiye nüfusunu kat kat aştığı çok garip, uçuk ve abartılı rakamlar ortaya çıkabiliyor.
Bunu ifade ettikten sonra, sözü, Kürt kavmiyetçiliği üzerinden siyaset yapan 12 Eylül ürünü partinin aldığı oy miktarına getirecek olursak:
Bir defa seçimlerde sandıktan çıkan rakamlar, Kürt nüfusuyla ilgili olarak yapılan en mütevazi tahminlerin dahi çok gerisinde. Yani, bu parti Kürtçülük yapıyor, ama Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun oy desteğini alamıyor. Aynı durum, söylem ve eylemleriyle kendisini hapsettiği ve ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bölge için de geçerli. Hiçbir zaman bölge halkının tamamının veya kahir ekseriyetinin oylarını alabilmiş değil.
Bu yüzden, söz konusu parti hakkında kimse “Kürtlerin temsilcisi” iddiasında bulunamıyor.
Siyasetini Kürtçülük üzerine bina ettiği halde.
Demek ki, Kürt nüfusun büyük çoğunluğu, ırkçı yaklaşımı tasvip etmiyor. “Kürt siyaseti” adı altında ortaya çıkan ve pek sesleri duyulmayan diğer oluşumlara itibar etmeyişi de bu sebepten.
Peki, PKK bağlantılı DTP gibi bir partinin aradan sıyrılıp, zayıf bir destekle de olsa öne çıkması niye? Bunun altında ne gibi sebepler olabilir?
Öncelikle, yıllardır devlet adına uygulanan ve PKK’yı da, onunla irtibatlı sair yapılanmaları da ortaya çıkarıp besleyen yanlış ve haksız politikaların yol açtığı tepki birikimi, böyle bir sonucu doğuran en önemli etkenlerin başında geliyor.
PKK gibi bir terör örgütünün öyle veya böyle bir toplumsal taban bulmasının altında bu var.
DTP türü partilerin aldığı oy desteği, bir ölçüde bu tabana dayanıyor. Ama tek başına bu tabanın, söz konusu partiyi parlamentoda temsil gücüne eriştirip, bölgede çok sayıda belediyeyi kazandıracak çapta olduğunu söylemek de zor.
İşte orada, bu çekirdek tabanı, gerçekte olduğundan çok daha fazla genişleterek büyük gösteren tepki oyları devreye giriyor. Devlet adına ısrarla sürdürülen yanlışlara, BDP türü partileri hedef alıp, hiç yoktan “mağdur” pozisyonuna düşüren yenilerinin eklenmesi, haddizatında bu partileri tasvip etmeyen bazılarını, sırf tepki olsun diye, inadına onlara oy vermeye yöneltiyor.
Oysa o dayatmalar, uğraşmalar, taciz ve takipler, kapatma dâvâları olmasa, olay kendi haline bırakılsa, tepki oyları bu seviyeye hiç ulaşamaz.
Ve demokratik süreç, Türkiye siyasetinin gerçekleriyle hiçbir şekilde örtüşmeyen bu tür sun’î ve güdümlü partileri kendiliğinden tasfiye eder.
Nitekim çok uzak olmayan bir tarihte BDP tarafından tertiplenen bir yürüyüş eylemine katılım o kadar zayıf ve yetersiz olmuştu ki, parti yöneticileri tedirgin olmuş, hayal kırıklıklarını açıkça dile getirmekten kendilerini alamamışlardı.
Esasen yeni mağduriyetler üreten baskı ve dayatmalar kalksa, etnik kimliğe dayalı hassasiyetleri kaşıyan tahrikler son bulsa, normalleşme süreci rayına girebilse, PKK’yı da, BDP türü partileri de besleyen zemin tedricen ortadan kalkar.
Zira normalleşme ortamında, şimdi en önemli mesele olarak görülen ideolojik yaklaşımların, kimlik siyasetlerinin ve bunlara dayalı kısır tartışmaların reel hayatta hiçbir karşılığı olmadığı ve hiçbir sorunu çözmediği görülür ve anlaşılır.
Hukukun, hak ve özgürlüklerin, demokrasinin önemi en çok bu noktada kendisini gösteriyor.
İRTİCA VE BÖLÜCÜLÜK
Bölücü faaliyetlere yönelik eylem planı-2006 başlıklı MGK direktifini o yılın ilk günlerinde imzalayarak yürürlüğe girme yolunu açan Başbakanın kendisi de uzun yıllar “irticaî bölücülük”le itham edilmemiş miydi?
Zaten devlet adına tekrar edilegelen ve kırmızı çizgiler olarak nitelenen iki şablon ve kalıp, öteden beri Türkiye’de resmî ideolojiyi tahkim edip korumanın iki temel dayanağı olarak kullanılıyor.
Ve bunlar zaman zaman birbirinin yerine ikame edilirken, çoğu zaman da iç içe geçiriliyor.
Meselâ “irtica” ile suçlanan toplum kesimleri bir taraftan cumhuriyet ve laiklik aleyhtarlığı iftirasına hedef yapılırken, diğer taraftan bölücülükle suçlanıyor. “İslâmda şuculuk, buculuk yok” gibi argümanlarla işin dinî kılıfı da uyduruluyor.
Oysa cemaat ve tarikatlar İslâm kardeşliği ortak paydasında birbirini tamamlayan oluşumlar. Ümmetin manevî renk ve zenginlikleri.
Bunları asılsız karalamalarla halkın gözünden düşürmeye çalışmak, müstebit rejimin, farklılıklardan fitne ve çatışma üreterek kendi devamını sağlamayı amaçlayan klâsik ve bayat taktiklerinden biri.
Konunun bir başka ilginç tarafı, cemaatlerde buluşan dindarlara yönelik “irtica ve gericilik” suçlamasında, resmî ideoloji bekçileri ile teröristlerin aynı çizgide yer alıp aynı dili kullanması.
Sıkça dillendirilen Ergenekon-PKK bağlantılarının son derece önemli boyutlarından biri bu.
Görünüşte birbiriyle amansız bir çatışma içinde olan Türk ve Kürt ırkçılıklarının, laikçilik-Kemalizm ortak paydasında bir araya gelmeleri de.
Bu bağlamda, aralarındaki bir diğer ilginç benzerlik, her ikisinin de, hesapları öyle gerektirdiğinde dini ve dindarları kullanma taktiğinden medet ummaları. Bunu “Türkçü” Kemalizm de yapıyor, “Kürtçü” Kemalizm de. “Türkçü” olanı camileri resmî ideoloji propagandası için kullanırken, diğeri “alternatif Cuma, hutbe ve Kürtçe ezan” gibi örneklerde gözlenen ajitasyonlara başvuruyor.
Hal böyle olunca, düne kadar “irtica eksenli bir bölücülük”le suçlanan kadroların, diğer kırmızı çizgi olan “etnik bölücülük” gerekçeli klâsik devlet politikaları için devreye sokulması ve bu politikaların onlar eliyle yürütülmesi manidar.
Buraya mutlaka bir “mim” koymak lâzım.
Her iki alanda da yaşanan sıkıntının asıl kaynağı, resmî ideolojinin devlete uygulattığı baskıcı politikalar.
Bunların laiklik adına sergilenen tezahürleri, dinî ve manevî hayatta çok ciddî sıkıntılara sebebiyet verir ve devletle millet arasında derin uçurumlar meydana getirirken, Türklük adına yapılanlar da diğer etnik kökenlerden gelen insanlar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtı.
Türklük vurgularının yer yer asimilasyon boyutlarına ulaşan aşırılıkları en çok Kürt toplumunu etkiledi ve “Kürt sorunu” böyle ortaya çıktı.
Öyle ki, daha öncesinde Türkler İslâmın bin yıldır bayraktarlığını yapan ve bundan dolayı Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olan kahraman bir kavim olarak görülüp, Türk kelimesinden en küçük bir rahatsızlık hissedilmezken, İslâmdan tecrit edilmiş bir Türkçülüğün ortaya sürülmesiyle birlikte Türklük de sevimsiz hale getirildi.
Ve bu topraklarda asırlarca barış, kardeşlik, huzur ve ahenk içinde beraber olmuş olan bütün farklılıkları yok edip herkesi cebren tek bir potada birleştirmek için yapılan zorlamalar, belki bir süreliğine insanları sindirdi, ama zaman içinde patlamaya hazır tehlikeli birikimlerin oluşmasına yol açtı.
Bu baskıların dindarlara yönelik olanlarının getireceği tepkiler, Said Nursî’nin boyun eğmeyi ve teslim olmayı reddeden, ancak kanlı bir direnişe de geçit vermeyen müsbet hareket prensibinin kitlelere mal olması sayesinde asgarî düzeyde kaldı.
Aynı prensip ve yanı sıra yine Bediüzzaman’ın iman temelli kardeşlik vurguları, “Kürt sorunu”nun da çok daha vahim boyutlara ulaşmasını engelledi, ama Kürt toplumunu ondan uzak tutma çabalarının doğurduğu boşluklar bugünkü ayrılıkçı ve kanlı terör belâ ve fitnesini netice verdi.
TARİHÎ İKAZ
Duayen Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın yaptığı uyarı, Atatürk milliyetçiliği adı altında dayatılan ve hâlâ türlü tevillerle savunmaya çalışılan anlayışın Türkiye’yi karşı karşıya getirdiği tehlikeyi olanca açıklığı ile gözler önüne seriyor:
“Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değiliz’ hissiyatı var. Türkiye Cumhuriyeti temelinden sarsılıyor. Büyük bir bunalımın içindeyiz.”
Bu tablo karşısında Osmanlı gibi de davranamayacağımızı şu gerekçeyle izah ediyor İnalcık:
“Biz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Millî bir devletiz. Yeni devletimiz Türk devleti olarak, belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye olarak kuruldu.” (Milliyet, 16.11.09)
Bunun sonucunda üçüncü neslin büyük problemlerle karşı karşıya olduğunu belirten İnalcık, “Bunu nasıl halledeceğiz bilmiyoruz” diye ekliyor.
İnalcık’ın sözleri, “Efendim, Türk milleti tabiri etnik anlam taşımıyor; diğer etnik kökenden gelenleri de içine alan bir üst kimlik olarak kullanılıyor” tevillerini bir çırpıda askıda bıraktırıyor.
Genelkurmay eski Başkanı Başbuğ’un, kimilerince “büyük açılım” diye alkışlanan, M. Kemal’den muktebes “Türkiye halkı” tabirinin de çıkmazdan kurtulabilmek için yetmeyeceğini gösteriyor. Keza, CHP eski lideri Baykal’ın Meclisteki açılım görüşmelerinde bir kez daha tekrarladığı, “Türk olmak üst kimliktir; Kürt, Arap, Laz, Boşnak... Türk milletinin Kürdü, Arabı, Lazı ve Boşnağıdır” şeklindeki tevil çabalarını da boşa çıkarıyor.
Çünkü gerçek son derece yalın ve net.
İnalcık’ın dediği gibi, Cumhuriyet Atatürk zamanında ve onun tarafından Türk adını taşıyan belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Daha sonraki süreçte uygulamaya konulan Türkçü politikalarla, Osmanlı hakimiyetinde asırlarca bir arada yaşamış olan farklı unsurlar dışlandı, yok sayıldı; “Türk” olmaya, kendilerini “Türk” hissetmeye zorlandı. Kürtler için “dağ Türkü” gibi yakıştırmalar yapıldı.
1930’lu yıllarda hazırlanan resmî raporlara da aksettiği üzere, bölgeler arası nüfus kaydırmaları dahil, çok yönlü asimilasyon politikaları gündeme geldi. Bunların bir kısmı uygulandı, bir kısmı uygulanamadı. Ancak bilhassa eğitim yoluyla “Türkleştirme” siyasetleri uygulamaya konuldu.
Osmanlıyı yönetenler de Türklerdi. Ama Türklüklerini değil, İslâm kardeşliğini, adalet ve şefkati esas alan politikalar uyguladıkları için, üç kıt′aya yayılan topraklarda asırlarca hükmettiler. Ne zaman ki, Avrupa’nın Müslümanları parçalayıp birbirine düşürmek için aralarına soktuğu ırkçılık fitnesi işin içine girdi ve Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük... cereyanları öne çıktı, ondan sonra koca cihan devleti dağıldı ve çöktü.
İnalcık’ın “Belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu” dediği Türkiye Cumhuriyeti adına uygulanan politikalarla işin daha ileri boyutlara götürülmesi ise, bugünkü sıkıntıları ortaya çıkardı.
“Türkçülük“ adına inat ve ısrarla sürdürülen baskı, dayatma ve asimilasyon politikaları, hem evvelce hiç olmayan Kürtçülük hissiyatını tahrik etti, hem de Türklüğü antipatik hale getirdi.
Eğer çözüm isteniyorsa, herkesi “Ne mutlu Türküm diyene” demeye zorlayan anlayıştan bir an önce vazgeçilmesi ve “Türk milleti”ni üst kimlik olarak dayatan zorlamalı tevillerin terki şart.
M. KEMAL′İN O TANIMIYLA SORUN ÇÖZÜLMEZ (06 Temmuz 2012)
Bir sorunu çözmek için, önce ona yol açan sebebi İzale etmek gerekirken, tam tersine o sebebi çözüm diye ortaya koymanın mantığı var mı? M. Kemal’in “Türkiye halkı” derken bile Türklük vurgusu yapan millet tanımını sahiplenereK “Kürt sorunu” çözülür mü?
YANLIŞ ORTAK PAYDA
Prof. Dr. Halil İnalcık’ın gündeme getirdiği konuyla ilgili olarak, Genelkurmay’ın 2007’deki cumhurbaşkanı seçim sürecinde yayınladığı meşhur 27 Nisan bildirisinde şöyle bir ifade yer almıştı:
“Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”
Aynı konuda, Kılıçdaroğlu döneminde Önder Sav’la birlikte arkaplana itilen CHP’li Onur Öymen de bu son derece sert ve keskin duruşa şöyle destek vermişti:
“ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devlet düşmanı sayarız.”
Burada da, Dersim tartışmalarının alevlenmesi üzerine “Cesaretiniz varsa Atatürk dönemini eleştirin” diye meydan okurken, tabuların ve yasal zırhların ardına gizlenerek sergilenen “rahatlık ve pervasızlık” tavrının bir örneği gözleniyor.
Öymen orada önce anayasaya, sonra Atatürk’ü Koruma Kanununa sığınarak meydan okurken, burada altıoktan birinin milliyetçilik olmasına, yine anayasaya ve meşhur TCK’nın dillere destan 301. maddesine yaslanıyor.
Yürürlükteki anayasanın “Siyasî haklar ve ödevler” başlıklı dördüncü bölümünde, “Türk vatandaşlığı” ara başlığı altında yer alan 66. maddenin ilk fıkrası, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” buyuruyor.
Aynı anayasanın, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleriyle atıf yapılan başlangıç kısmında da “hiçbir faaliyetin Atatürk milliyetçiliği ile Atatürk ilke ve inkılâpları karşısında koruma göremeyeceği” belirtiliyor.
Türk Ceza Kanununun yıllardır tartışılan ve defalarca değiştirildiği halde bir türlü düzeltilemeyen 301. (eski 159.) maddesinde “Türk milletini alenen aşağılamak” hapisle cezalandırılıyor.
Maddenin eski şeklinde “Türklük” ifadesi vardı, değişiklikle “Türk milleti” yapıldı; gerekçesi de şöyle ifade edildi: “Türklük deyişinden (kavramından) maksat, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık anlaşılır. Türk Milleti kavramı bu varlıktan geniştir; Türklük ve Türk ırkıyla ilgili tüm konu ve kavramları kapsar...”
İşte, gerek CHP’nin, gerekse MHP’nin “Türk milleti” vurguları, aynı ideolojik kaynaktan besleniyor olmalarının yanı sıra, böyle bir anayasal ve yasal arkaplana dayanıyor. AKP’nin 301’de aktardığımız gerekçeyle yaptığı değişiklik ise, bu yasal zemine daha geniş bir yorum alanı açıyor.
Sonuçta, Kemalizmin altı okundan yola çıkan devrimci ve milliyetçi çizgilerin kimi zaman vuruşup çoğu zaman örtüştüğü ve özellikle resmî ideoloji ve statüko muhafızlığında tam bir dayanışma içine girdiği bir tabloda CHP-MHP ikilisinin aynı telden çalmaları yadırganmazken, onların hedef almış göründüğü AKP’nin de statükonun temel kabullerinde çok farklı bir duruşa sahip olmadığını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Üç partinin, hattâ tersinden dahi olsa DTP’nin de, açıkça telâffuz etmeseler dahi, fiiliyatta Kemalizmle ifade edilen resmî ideolojinin temel ilkelerini ortak payda olarak paylaştığı görülüyor.
AKP’nin bu noktada farklı bir düşüncesi ve itirazı olsaydı, 2005’te kabul ederek uygulamaya koyduğu Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde yer alan “Türkiye’nin bütünlüğünü korumanın temel yolu Atatürk milliyetçiliğidir. Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü temel bir ilkedir. Atatürk’ün ‘Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasî ve sosyal bir birliktir’ sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır” gibi ifadelere “evet” demezdi...
Ama “Milyonları bulan azınlıklar kendi millî bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değilim’ hissiyatı doğdu” diyen İnalcık’ın tesbit ve uyarıları, seksen küsur yıllık bir mazisi olan bütün bu tarif ve tevil çabalarını ve bunlara bina edilen tahkimatın dayandığı temeli bir anda berhava edip yalın ve acı gerçeği önümüze koyuyor.
Bu temelle birlikte devlet de sarsılıyor...
Atatürk milliyetçiliğinin, kendi eseri olan bu vahim durumu düzeltip tamir ve telâfi etmek, devleti bu sarsıntıdan çıkarıp kurtarmak için önerebileceği yeni ve yapıcı bir formül var mı?
M. KEMAL′İN O TANIMIYLA SORUN ÇÖZÜLMEZ
Başbakan bir Meclis konuşmasında CHP’lilerle tartışırken “Millet kavramını lütfen Atatürk’e sorun, onun millet tanımı ne ise o tanımı alın, onunla beraber yola devam edelim” demişti (Radikal, 13.7.11).
Erdoğan bu sözüyle ne demek istiyor ve neyi kastediyor?
“Kürt sorunu” olarak ifade edilen problemin ve bugünkü sıkıntılı noktaya ulaşmasının kaynağında, “Atatürk milliyetçiliği” adı altında uygulanan asimilasyon ve dayatma politikalarının yattığı, artık yaygın kabul gören bir değerlendirme.
Kemalizmin altı okundan biri olan milliyetçiliğin Türkçülük şeklinde dayatılması ve bunun özellikle Kürtler üzerindeki yansımaları, yıllardır başımıza belâ olan terörün ve onunla irtibatlı bilumum sorunların ortaya çıkmasında rol oynayan en önemli etkenlerden biri. Devlet eliyle yapılan Türkçülük, o cenahta Kürtçülüğü tetikledi.
Üstelik bu Türkçülüğün, asırlar içinde oluşan Müslüman Türk kimliğiyle de hiçbir ilgisi yok. Bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan bir kavmin bu özelliğini yok sayıp, dahası Türkleri bu kimlikten uzaklaştırmaya çalışan bir Türkçülük.
Kürt kimliğini reddeden, “Kürt diye bir kavim yok” diyen, Kürt lâfının karda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden türediğini iddia eden ve bu “son derece orijinal tez”i askerî okullardaki ders kitaplarında talebelere de okutan bir Türkçülük.
Kara Kuvvetleri eski Komutanlarından emekli Org. Aytaç Yalman, bu konuda “Askerî okullarda meğer bize yanlış öğretilmiş” itirafında bulunmuştu.
12 Eylül darbesini yapan cuntanın başı Kenan Evren’in yıllar sonra “Yanlış yapmışız” itirafına konu olan Kürtçe yasağı da, mazisi çok öncelere, 30’lu yıllara uzanıyor olmakla birlikte, yine Atatürkçülüğü ihya iddiasıyla yapılıp Atatürk milliyetçiliğini darbe anayasasının değiştirilemez maddeleri arasına sokuşturan 12 Eylül’ün tekrar gündeme getirdiği saçmalıklardan biriydi.
Keza Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde dağları taşları “Ne mutlu Türküm diyene” sloganıyla donatan da 12 Eylül’dü.
Şimdi hâlâ bunların yol açtığı sorunların içinde debelenip duruyoruz. Ve “Hiçbir faaliyet Atatürk milliyetçiliği karşısında korunma görmez” diye başlayıp, ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” olduğunu ilân eden, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” buyuran anayasa bu haliyle yürürlükte kalmaya devam ettiği sürece bunlardan kurtulmamız mümkün değil. Durum bu iken Başbakanın CHP ile paslaşarak “Atatürk’ün millet tanımı ile yola devam edelim” çağrısında bulunması ne anlama geliyor?
Ama bu yol çıkmaz. Ne yaparsanız yapın, oradaki Türklük vurgularının etnik anlam taşımadığına kimseyi ikna edemezsiniz. Hiçbir bilimsel ve hukukî dayanağı ve izahı olmayan Atatürk milliyetçiliği lâfını anayasa başta olmak üzere literatürden ve kullanımdan kaldırmadığınız sürece de açılım söylemleriniz inandırıcı olamaz.
Ve onlara dokunmadan, tam tersine M. Kemal’in “Türkiye halkı” derken bile yine Türklük vurgusu yapan millet tanımını sahiplenerek ne Kürt sorunu çözülür, ne de asimilasyon bitirilir.
Erdoğan âcil eylemi planına dönüştüreceklerini söylediği hükümet programındaki demokratikleşme bölümünde öncelikli hedefler arasında yer alan “Kürt meselesine eşitlik temelinde çözüm” taahhüdünü bu yaklaşımla gerçekleştireceğini düşünüyorsa, burada çok derin bir çelişki var.
Bir sorunu çözmek için, önce ona yol açan sebebi izale etmek gerekirken, tam tersine o sebebi çözüm diye ortaya koymanın mantığı var mı?
Bu itibarla, temelleri M. Kemal döneminde atılan uygulamalarla ortaya çıkıp bugünkü boyutlara erişmiş kronik sorunları çözme iddiasına sahip bir demokratik açılım projesinin yine Atatürk’e dayandırılması çok derin bir çelişki. Bu çelişkiye rağmen gerek Erdoğan’ın, gerekse hükümet üyeleri ile AKP sözcülerinin, terörü ve “Kürt sorunu” olarak anılan meseleyi bitirmek iddiasıyla ortaya attıkları demokratik açılım projesini ısrarla “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak nitelemeleri tuhaftı.
Erdoğan “Atatürk’ün en büyük başarısı, farklılıkları önce Meclis çatısı altında, sonra TC vatandaşlığında birleştirebilmiş olmasıydı” diyordu.
Eğer öyle olsaydı, Selahattin Duman’ın kendisine has üslûbuyla hatırlattığı gibi (Vatan, 15.11. 09), en başta İstiklâl Savaşında çok önemli görevler üstlenmiş olan komutanların—bir-iki istisna dışında—neredeyse tamamı, zafer sonrası tasfiye edilir miydi? Bu mu “birleştirme başarısı?”
Bütün kesimlerini temsil ettiği milletin gücünü arkasına alıp büyük zafere imza atmış olan Birinci Meclisi daha sonra ilk fırsatta dağıtarak mı farklılıkları birleştirme başarısına imza atıldı, yoksa bu yolla, o farklılıkları yok sayma ve imha etme operasyonlarının düğmesine mi basılmış oldu?
AKP M. Kemal’i samimiyetle sahipleniyorsa, bu çelişkilerin de izahını yapmak durumunda. Yok, taktik icabı ve takiyye gereği öyle görünme ihtiyacı duyuyorsa, yine aynı açmazla karşı karşıya.
Açılımın bir türlü açılamayıp, tam tersine kısa sürede tıkanmasının asıl sebebi de bu.
KÜRT KEMALİZMİNE DE SAİD NURSÎ REÇETESİ
Doğu-Batı Kardeşlik Platformunun bir toplantısında “Kürt sorunu” tabirinin en çok Kürtleri rahatsız etmesi ve en başta Kürtlerin “Biz sorun muyuz?” diyerek bu ifadeye itiraz etmeleri gerektiğini söylemiştik.
Evet, ortada bir sıkıntı var. Kaynağı müstebit zihniyet ve kurduğu sistem, mağduru ise herkes.
Bu “herkes”in içinde Kürtler de var, Türkler de, etnik aidiyetleri farklı olan diğer insanlar da.
Baskı ve dayatmaların “Türkçülük” adına yapılıyor olması bu gerçeği değiştirmiyor. Hattâ yer yer Türkler Kürtlerden daha fazla eziliyor.
Tek parti ve darbe devirlerindeki ceberut uygulamalarda bunun çok sayıda örneği mevcut.
Özellikle din, vicdan, fikir ve ifade özgürlüklerine yönelik ihlâller, Türk-Kürt-Arap-Çerkes-Arnavut-Boşnak-Gürcü... ayrımı gözetmiyor.
Ve resmî ideolojiye itiraz edip boyun eğmeyen herkese, bir şekilde bunun bedeli ödetiliyor.
Meselâ başörtüsü yasağı uygulanırken etnik köken tasnifi yapıldı mı!?
Onun için, meseleyi Türkçülüğe karşı Kürtçülük şeklinde formülize eden yaklaşımlar, temelde aynı kısır şablonu farklı versiyonları ile devam ettirmekten başka bir netice vermiyor.
“Türkçü Kemalizm”in yol açtığı derin tahribat “Kürtçü Kemalizm”le telâfi ve tamir edilemez.
Tam tersine, yine ırkçı temeldeki reaksiyonlar, yaşanan sorunu daha da kronik hale getirir.
Çözüm için, bilumum ırkçı yaklaşımların terk edilip onların üzerine çıkan İslâmî ve insanî bir duyarlılığın geliştirilmesine şiddetle ihtiyaç var.
Ama bakıyoruz, oradaki sıkıntıyı terörle katmerlendirilmiş bir “Kürt sorunu” haline getirenler, işin Türkiye ayağında “Kürt Kemalizmi” olarak nitelenebilecek bir çizgi takip ediyorlar.
Kuzey Irak boyutunda, 60’lı yıllardan beri oraya “yatırım” yapan İsrail’in belirleyip şekillendirdiği strateji paralelinde devam eden bir yapılanmadan söz ediliyor. Bunu Filistin’den Mezopotamya’ya ve Dicle-Fırat havzalarına uzanan “Büyük İsrail” projesiyle irtibatlandıranlar var. Günümüz bölge ve dünya şartları buna izin verir mi, ayrı. Ama bu yorumu yapanlar mevcut.
Son gelişmelerle gündeme gelen Suriye ve İran Kürtleri de yine aynı projenin diğer tamamlayıcı parçaları olarak düşünülüyor olabilir mi?
Eğer öyle ise, Kemalizm-siyonizm-emperyalizm üçgeninin kesiştiği bir durum söz konusu.
Burada önemli olan, üç komşu İslâm ülkesine dağılmış olan Müslüman Kürtlerin böylesi karanlık projelerde kendilerini kullandırmayacak ve alet ettirmeyecek bir şuura sahip kılınmaları.
Ve Risale-i Nur’un önemi bu noktada da bir defa daha bütün açıklığıyla kendisini gösteriyor.
Said Nursî eserlerinde ırkçı-kavmiyetçi yaklaşımları kesinlikle reddediyor ve bunların Müslümanları birbirine düşürmek için ortaya atıldığına dikkat çekip İslâm kardeşliğini vurguluyor.
Ve özelde, Türklerle Kürtlerin tarih boyunca birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu ve yola öyle devam etmeleri gerektiğini ifade ediyor.
Araplar için de aynı mânâları seslendiriyor.
Bu mesajlar Türkiye’de Türküyle, Kürdüyle ve diğer etnik unsurlarıyla büyük bir çoğunluğa ulaştığı ve mâkes bulduğu içindir ki, “Kürt sorunu” çok daha ileri boyutlarda kitleselleşmedi.
Ama bu mânâlardan uzak tutulan ve bilhassa laikçi-Kürtçü ideolojilerin beyin yıkama operasyonlarına maruz kalan kesimde sıkıntı oluştu.
Terör, sokak çatışmaları, taş atma eylemleri, husumete dayalı ayrılıkçı tavırlar bunun ifadesi.
Bunları olabildiği ölçüde izale etmek için yine Said Nursî’nin reçetelerini uygulamak gerekiyor.
Bölge halkı arasında çeşitli sebeplerle önemli ölçüde taban tutmuş olan BDP çizgisini itidal ve sağduyu noktasına çekmek için yine Said Nursî referansına ihtiyaç var.
Çünkü Bediüzzaman o kitlede de muteber.
Kazım Güleçyüz