Güleçyüz, Ruşen Çakır’ın Medyascope programında konuştu: Said Nursî’nin bir sözü var; “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez.” Biz de hakkın hatırını yüksek tutma ve devirlere göre eğip bükmeme gibi bir hassasiyet içindeyiz.
-Dünden devam-
Şimdi 15 Temmuz’a gelelim…
15 Temmuz karanlık bir olay. Arka planında neler olduğunu halen bilme imkânımız yok. Ortalıkta birçok bilgi dolaşıyor, yapı ile irtibatlı insanların da bu işin içinde olduğuna dair çok ciddî işaretler, iddialar, itiraflar var ortada. Ama takip ettiğimiz kadarıyla bir koalisyon var. Bir tarafta o yapı ile irtibatlı olduğu söylenen insanlar, diğer tarafta Kemalist ulusalcılar, öbür tarafta çıkarcı bir grup var. İlker Başbuğ’dan tutun da birçok kişi bunu ifade etti. Darbe gecesi TRT’de bir bildiri okutuldu, o bildirinin altında bir imza vardı, Yurtta Sulh Konseyi diye. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bir açıklama yaptı ve “Araştırmalarımızda bu konseyin kimlerden oluştuğunu tesbit edemedik” dedi. Geçen günlerde Bahçeli de bunu ifade etti. Kimdir bunlar? Başta dediler ki bunun başı Akın Öztürk’tür. Daha sonra Genelkurmay açıklama yaptı; “Biz onu isyancıları vazgeçirmesi için görevlendirdik” diye. Buna rağmen tutuklandı. Çok bilmeceler ve soru işaretleri var. Arka planını bilemediğimiz ve bilmemizin de mümkün olmadığı çok noktalar var. Genelkurmay Başkanının konumu nedir? MİT 16:007da haber alıyor, saatlerce bildirmiyor. Cumhurbaşkanı eniştemden, Başbakan eşimden dostumdan öğrendim diyor. Böyle izahı mümkün olmayan çelişkiler söz konusu. Burada adlî süreç devam ediyor. Öbür taraftan çok geniş bir tasfiye dalgası başlatıldı. Esas yapılması gereken şey gerçeklerin ortaya çıkartılıp darbeyi yapanların ve bunu destekleyenlerin çok ağır yaptırımlarla cezalandırılması iken sonra ne oldu? Cemaatle ilgili veya ilgisiz birtakım insanlar kıyama uğratıldı. Cemaatle alâkası olmayan Alevi, solcu vs gibi kesimlerde de kıyımlar yapıldığına dair haberler, feryatlar ve şikâyetler ortaya çıkmaya başladı.
17/25 Aralık’tan itibaren Erdoğan Türkiye’deki cemaatlerin hepsini karşısına alarak ya bendensin ya değilsin şeklinde bir uygulama yaptı. Bir çok yapı da tavırlarını açıkça hükümetten yana tavır koydu. Siz böyle birşey yapmadınız, bunun bedeli oldu mu?
Bunun bedelini değişik şekillerde ödüyoruz. Ama bizim prensiplere ve ilkelere dayalı bir duruşumuz var. Bunu olaylara göre değiştirmemiz mümkün değil. Bunun bedelini, ne çıkarsa öderiz. Said Nursî’nin bir sözü var: “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez.” dolayısıyla hakkın hatırını yüksek tutma ve devirlere göre eğip bükmeme gibi bir hassasiyet içerisindeyiz. Ama zor bir dönemden geçiyoruz. Temennî ediyoruz ki bu sıkıntıları aşalım. Darbe, Allah göstermesin muvaffak olsaydı sıkıyönetim ilân edilecekti; püskürtüldü, OHAL ilân edildi. Şu anda Cumhurbaşkanı bile ‘At izi, it izine karıştı. Yaftalamalar yanlıştır, gereksiz mağduriyetlere sebep olur” dedi ve kriz masaları oluşturma ihtiyacı duyuldu. Kurunun yanında yaş da yanmayacak deniyordu, ama süreç başlayınca iş kontrolden çıktı. İhbarlar, şahsî husûmetlerle yapılan jurnallemeler gırla gidiyor. Çok canı yanan insan var. Bayramdan çıktık; işsiz, buruk bir halet i ruhiye içinde gelecek kaygısı yaşayan bir sürü insan var. Gerçi hükümetten bazı kişiler “Bunların oranı binde biri geçmiyor” dese de ben öyle olduğu kanaatinde değilim. Bu mağduriyet listesinin çok daha kabarık olduğu kanaatindeyim. “Bir kişi de olsa da vebalini” kaldıramayız diyordu Numan Kurtulmuş. Ama bu hassasiyetin uygulamaya da yansıması ve bunun için de bir an önce OHAL’den çıkılıp normale dönülmesi lâzım.
Sizin camia içerisinde benimsediğiniz pozisyona itiraz edenler olduğunu duydum, bu olay nedir? Ayrılanlar oldu gibi söylemler var…
Demin bahsettiğim istişare mekanizmalarımız çalışıyor. Oralarda bu konular gündeme geliyor, herkes istediğini ifade etmekte özgür. Çoğunluğun kanaati şu anki çizgimizin devamından yana bir sonuç ortaya koydu. Farklı düşünenler ve iktidara daha yakın duralım diyenler çok çok azınlıkta kaldı. Biz kimseye git demeyiz, Fethullah Hoca’ya da demedik. Kendisi ayrılma tercihini ortaya koydu ve ayrıldı. Şimdi de sizin bahsettiğiniz çok küçük bir azınlık kendi tercihiyle yolunu ayırdı.
Uzun bir süredir İslâmî olarak bilinen siyasî bir iktidar ve İslâmî olarak bilinen bir cemaat arasında savaş var. Bu savaş çok sert bir şekilde devam ediyor. Kapanan binden fazla okul, binlerce insan hapse atılıyor, işsiz kalıyor. Bu savaşı iki taraf yapıyor, ama bu savaş bütün dindarları ve hepimizi ilgilendiriyor. Orta ve uzun vadede bu Türkiye’deki İslâmî coğrafyayı nasıl etkileyecek?
Bu çok önemli bir problem. Bu gerilim tırmanma işaretleri verdiği zaman biz çağrılar yaptık, bu bir fitnedir, bunu tırmandırmayın dedik. Hem iktidarın, hem de cemaatin tabanı bu kavgaların dışında olan masum insanlardır. Bu olay büyürse herkes zarar görür dedik ve “Bu kavganın kazananı olmaz” diye manşet attık. Bir sükûnet ortamına tekrar dönelim diye çok kez çağrı yaptık. Ama maalesef karşılık bulmadı. Kaybeden herkes oldu, kazanan kimse olmadı. Bu konunun iktidara ve cemaatlere bakan tarafları var... Uzun vadede iktidar da kaybedecektir. Çünkü dindar kesimlerin yıpranması, cemaatlerin mağduriyete uğratılması, diğer cemaatlere de sıçraması iktidarın tabanının da erimesi gibi bir netice verecektir.
Cemaatlerin de buradan çıkarması gereken önemli dersler var. Cemaat ne için vardır? İnançlı nesiller yetiştirmek ve manevî hizmetler yapmak için. Ama cemaat bunların dışındaki alanlara yönelirse; futbolda, şikede, siyasette… her taşın altından bir cemaat çıkıyorsa bu cemaate de zarar veriyor. Bu durumdan bir an önce çıkılması lâzım. Cemaatlerin varlık sebebi olan aslî hizmetlerine dönmesi gerekiyor. Ki bu hizmetlere önümüzdeki dönemde daha çok ihtiyaç olacaktır. Dindar imajı çok kirlendi. Eskiden dindar denildiğinde ne geliyordu akla; şimdi ne geliyor? Çalmaz çırpmaz, güvenilir, kul hakkına girmez insan geliyordu akla eskiden… Bu imaj ciddî anlamda yara aldı. Dolayısıyla cemaatlerin kendi kimliklerine dönerek manevî dinamikleri yeniden güçlendirmesi lâzım.
İslâm dünyası açısından: Türkiye İslâm ve demokrasiyi birleştiren ve Müslüman kitleleri demokrasi kuralları içerisinde yaşatan bir model olma şansına sahipken bu yanlışlarla o şans tahrip edildi. Türkiye artık model ülke olarak gösterilmekten çıktı ve tam tersine kötü bir örnek olarak gösterilmeye başlandı. Hem Batıda, hem İslâm âleminde... Halbuki bizim ısrarla savunduğumuz şeylerden biri Türkiye’nin Müslüman kimliğiyle AB’ye üye olmasıydı. AB kriterlerinde ifadesini bulan hukuk devleti ve demokrasi standartlarını yakalamasıydı. Ama orada da ciddî kayıplar oldu. AKP iktidarının ilk döneminde yapılan reformlarla biraz yol almıştık, ama gelinen noktada o kazanımlarımızı da kaybettik. Bugün hukuk devletinin neredeyse kalmadığı, yargının bağımsız olmaktan çıkarıldığı bir raddeye geldik.
Öyle ki, hâkimler inanmadıkları kararları almak zorunda bırakılıyor. Geçen gün Ahmet Taşgetiren de köşesinde yazdı. Bir bayan hâkim bir meslektaşı hakkında tutuklama kararı veriyor ve hüngür hüngür ağlıyor… Aksi yönde bir karar alsa HSYK devreye girecek, FETÖ’cü ilân edilecek ve tasfiye listelerine dahil edilecek. Böyle çok kötü bir tablo var, çok kötü bir resim veriyoruz.
Peki, bu durumdan çıkma şansımız var mı?
Umutsuz olmamak lâzım. Türkiye, çok farklı sıkıntıları aşarak bugünlere geldi. Gerçi böylesini hiç yaşamamıştık, hem de siviller eliyle hak ihlâllerinin yaşandığı, medyanın tek sesli olduğu, bağımsız medyanın safdışı edildiği, bağımsız yargının ve bağımsız sivil toplum kuruluşlarının kalmadığı bir tablo söz konusu. Bu tablodan çıkılması için sür’atli bir uyanışa ihtiyaç var. Gerçek anlamda bağımsız bir sivil toplum yapılanması, bağımsız bir yargı, bağımsız bir basın, bağımsız bir üniversite gerekli. Yüzlerce akademisyen içeride ve binlercesinin geleceği belirsiz. Hiçbir kurum, hiçbir kesim bağımsız değil, iş dünyası aynı şekilde. Bütün kesimler durumun farkına varıp bu gidişe dur demedikçe düzelmez. Eyvallah ederek, dalkavukluk yaparak, biat ederek, teslim olarak, yaltaklanarak olmaz. Demokrasi aynı zamanda bir ahlâk, samimiyet, kararlılık, irade ve dirayet işidir. Bu cesareti gösterebilmek lâzım ki bu sıkıntılardan çıkalım. Yine Said Nursî’nin bir sözü var: “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.” Yani bir millet cehaletle kendi hukukunun peşine düşüp sahip çıkmazsa tepedeki adam ehl-i hamiyet de olsa bir yerden sonra müstebit olmak mecburiyetinde kalacaktır. Buna karşı toplumun bilinçlenmesi, özellikle kanaat önderlerinin bu gidişatın iyi bir gidişat olmadığının farkına varıp, gerçek anlamda bir uyanış içine girmeleri lâzım, buna gayret etmek lâzım. Bu bir sabır ve mücadele işidir, ümit olmadan da bu mücadele yürütülemez.
N. Nur Ener / İstanbul