Günlük bir gazetenin basım serencamını bilmeyenimiz pek yoktur, ne kadar meşakkatli ve zahmetli olduğunu da...
Manşet bir komisyonca tesbit edilir, ehl-i hakkı incitmeden, hakikatin gür sesini de kısmadan.
Konulacak reklâmlar, meslek ve meşrebimize zıt olmadan.
Yapılacak röportajlar, yazı dizileri titizlikle seçilerek.
Hergün ve hergün toplumun nabzını tutarak, temel meselelere Kur’ânî hal çareleri üreterek.
Okuyucusunun ne kadar müdakkik ve tenkitte ne kadar keskin, iltifatta ne kadar adil olduğu şuuruyla ve hergün yeniden bir köşe yazısıyla okuyucusunun karşısına çıkmak.
İstanbul’un trafik çilesine meydan okurcasına, daha sabah ezanı okunmadan yeni günün gazetesi için neşriyata koşmak.
“Bugün de gazete çıkmayıversin, bir günlük tatilden ne çıkar ki” diyemeden.
Bütün bu maniler bir bir aşılarak günün yorgunluğunu giderircesine son baskıya gönderilen gazetenin arkasından gönül rahatlığıyla bir tebessüm yollayabilmek.
Ve ertesi gün okuyucusuyla buluşmanın hazzıyla kargolarla bütün dünyaya, bütün memleketime, vilayetime, kasabama, köyüme doğru yolculuğa çıkma.
Bugün başyazarımın hangi elmas sütunu baş köşeye konmuş, kimler ölmüş de Fatiha bekler, kimler hastalanmış da duâ ister diye gazetenin içine gömülme arzusu.
Arzuları ve talepleri yüksek bu okuyucu kitlesine arzı bu kadar zor olan gazetem bir gün adresime varmasın ne olur ki demeye kimin hakkı var şimdi?...
Kar yağar, yollar kapanır motosikletli kuryemiz getiremez gazetemizi. Hiç olmazsa ertesi gün dünküyle beraber getir bugünkünü.
Ne malûm belki de o getirilemeyen gazeteki bir köşe yazısı, bir haber, bir yorum, bir ilâna çok muhtacım.
Kısacası; kimsenin beni gazetemden mahrum etmeye hakkı yok. Makinanın çarklarından biri çalışmazsa fabrika durur. Gazetenin çaycısı da, sahibi de, yazarları da, okuyucusu da hep el ele olmak durumunda.