Geçtiğimiz günlerde, bir okul çıkışı arkadaşımla almış olduğumuz kadın haklarına dair ders üzerine sohbet ederken kendisinin de memleketi olan Güneydoğu’daki mevcut durumdan ve kadın haklarına yönelik ihlalerden bahsetti ve sonuç itibariyle Güneydoğu’daki kadınların çaresinin az da olsa feminizmden geçmesini gerektiğini söyledi.
Ben de onun bu fikri üzerine bir müddettir düşündüğüm bu konuda birkaç kelime yazmak istedim.
Esasında, mesele Güneydoğu’dan veyahut Türkiye’nin münhasır bir bölgesinden ibaret değil; dünyanın pek çok yerinde mekanlara tasnif etmeksizin hâlen dahi kadın olması gerektiği statüde ve haklara erişimde ideal noktada maalesef konuşlanmış değil. Bu gerçeği bir kenara bıraktığımızda asıl soru ortaya çıkıyor. Peki, bu sorunların çözümü ve noksanlıkların giderilmesinde Müslüman bir kadının reçetesi Feminizm midir? Yahut Müslüman bir toplumun reçetesinin batılı bir ideoloji olması mümkün mü?
Meselenin özü itibariyle, Yirminci Yüzyıl’ın başlarında Batı’da kadınların oy hakkı doğrul-tusundaki hareketleriyle ivme kazanan Feminizm’in ilk dalgası yasal eşitlikten yola çıkarken takip eden yıllarda sahasını genişletti ve kadının rolünü yeniden kurguladı. Başlangıçta Batı’lı kadın üzerinden inşa ettiği ideolojik yapıyı farklı etnik kökenler ve dinlere de genişletirken yapay cinsiyetleri de dahil etmeyi unutmadı, hatta ana odaklarından biri hâline getirdi. Bir hak mücadelesi olarak başlayan Feminizm, misyonun ötesine geçerek süper kadın imajı çizdi ve kadını kaldıramayacağı yükler taşımaya mecbur bıraktı, medya endüstrisinde bir meta haline getirdiği kadını kapitalist sistemin vazgeçilmez bir parçasına dönüştürdü.
Kendini pek çok mecrada hissettiren bu ideolojik baskı, bireysel ve toplumsal bazda pek çok tramvaya yol açıyor ve özellikle Müslüman kadını bir kimlik krizinin ortasına sürüklüyor. Türkiye’deki güncel tartışmalarda ziyadesiyle “sevilen” Feminizm’in giderek dallanıp budak-landığı “İslâmî” Feminizm gibi akımlar toplumsal yaraları olan ve İslâmî ölçütlerin yeterince uygulanamamasından kaynaklı noksanlıklar sebebiyle kimi çevrelerce kolaylık benimsenen ve çareyi bu fikir akımlarında bulanların sayısı bir hayli fazla.
Belki de en büyük yanılgımız özümüzde olan çareyi uzaklarda ararken kendimizde kaybolmak. Oysa, kadını Cahiliye döneminin en dip noktasından alıp, insanlık onurunun zirvesine taşıyan da İslâm’dı, Müslüman kadınlara yüzyıllar öncesinde bile Batı’nın ancak çok sonraları tanıdığı mülk edinme ve Feminizm’in mücadele verdiği oy hakkını “biat”la asırlar öncesinde bahşeden de ve nicesi…
Özgür olmanın yolu “modern çağın” idealize ettiği kadın ve erkek arasındaki rekabete dayalı bir imajdan ziyade Asr-ı Saadet vizyonun üstlenildiği ve İslâm’ın adalet prensipleri çerçevesinde, kadın haklarını koruyacak bir tasavvuru hatıra getiriyor.