“Bedevilikte beşer, üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedârik etmeyen, on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp mediniyet-i zâlime-i hazırası, sû-i istimalat ve isrâfât ve hevesat-ı tehyic ve havayic-i gayr-i zarûriyeyi, zarûrî hâcâtlar hükmüne getirip; görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor.”
Bediüzzaman Said Nursî
1980’li yıllar, dünyadaki bildik ideolojik kodları temelden sarsan bir süreci içerdi. Modernleşmenin sunduğu hayat tarzı, “tartışılmaz, kutsal” niteliklerini yitirerek, yeni insan için yaptırım gücünü kaybetti. Yeni dönemlerin ideolojisi olarak ifade edilen “postmodernizm” de henüz tartışmadan uzak olabilecek berraklıkta tanımlanamadı. Üretim eski değerini kaybetti. Tüketim olabildiğince hoyratlaştı. “Değer”in yerini imaj aldı. İhtiyaçlar reklâm ve imajla belirlenmeye başlandı. Önce “ihtiyaç” üretiliyor, sonra alıcısı hazırlanan meta pazara sunuluyordu. Her şey metalaştı. Gündelik hayatın standartlaştırılan ihtiyaçları kültür endüstrisi tarafından giderilmeye çalışılıyordu. Günümüz insanına “standart paketler”de yiyecek-içecek, giysi, bilgi, hayal, sevgi-nefret, ev, gündelik araç-gereçler, otomobil, tasarım, eğlence ve boş zaman meşguliyetleri pazarlanıyordu.
“Yeni çağ”ın (new age) yeni hayat tarzı, sınır tanımadan bütün dünyaya yayıldı. Büyük ulusaşırı sermayeler, başta ulus-devlet olmak üzere, bütün bürokratik unsurları ve kültürel değerleri önüne alıp süpürdü.
Bu fırtına karşısında, değerleri felce uğrayan toplumlar, genellikle ulusaşırı sermayelerin öngördükleri hayat tarzlarına alıştılar. Bu hayat tarzını taklitten kaçınanlar da toplumdan dışlanma yoluna gidildi.
İnsanlığın tamamı “ehl-i tahkik” (araştırıcı-seçici) değildir. Bundan dolayı, nüfusun yarısından çoğunun taklide temayülü vardır. Taklidin her dönemde önemli sosyolojik sonuçları olmakla beraber, kitle iletişim araçlarının bu zamanda kazandığı boyutlar, taklidi daha da önemli kılmaktadır. Ferdi her taraftan kuşatan popüler kültür ürünleri, hayatın taklit üzerine kurulması için çok ciddî baskılar yapmaktadır. George Ritzer’in (1998, 255) ifadesi ile, insanı “demir bir kafese” almaya yönelmiştir. İnsanlar kitleler halinde, bilerek veya bilmeyerek kendi kafeslerinin demir çubuklarını inşa etmeye başlamışlar. Fakat yaptıkları işler zamanla onları esir alır boyutlara ulaşmıştır.
Türkiye’de bu süreç, 80’li yıllardan itibarın ivme kazanmaya başlamıştır. O yıllarda Türkiye’deki hayat tarzı anlayışlarında önemli kırılmaların yaşandığı bir vakıadır. İnsanlar, düşünce, değer gibi kavramları bir kenara bırakarak spor, cinsellik ve imaj çerçevesinde şekillenen yeni hayat tarzına alıştırılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, modernist etkilerle, “Lüks Hayat” simgesi altında içselleştirilen “hayat tarzı”, günümüzde kıyafet, kadın-erkek ilişkileri ve eğlence tercihleri gibi görünümlerde sık sık gündeme gelmektedir.
Bugünün şartları, ferde hayat tarzını seçmek için iki alternatif sunuyor: Bunlardan birisi, insanın başkaları tarafından güdülüp-yönetilebilen bir konuma getirilmesidir. Bu süreç, “standartlaşmış hayat kodları”nı kendisine hayat tarzı haline getirmiş, “ehl-i taklit” insanların hayatıdır. İkincisi ise, “ehl-i tahkik” insanların hayatıdır. Bu insanlar, hayatı daha anlamlı kılabilmek için, seçicidirler. İnsanı sadece “tüketen bir varlık” olarak gören, çeşitli kitle iletişim araçlarının baskılarına karşı, “mütenebbih” olurlar.
Postmodernizm: Aykırılık Özentisi
Postmodernizmin kelime anlamı, modernizm sonrası demektir. Modernizm ise, birçok araştırmacı tarafından Rönesans ile başladığı varsayılan, hatta kökleri eski Yunan’a kadar götürülen bir sürec olarak kabul edilir. Berman’ın (1992, 44) sözünü ettiği modernizmin üç aşamasından sonra, modernizmin tutarsızlıkları, ortaya çıkan yeni durumu açıklamak için entellektüelleri yeni argümanlara yöneltmiştir. Postmodernizm, böyle bir ortamda tartışılmaya başlanmıştır.
Bilindiği gibi modernizmin temel kodları “pozitivizm, otoriterlik, sekülerizm, hegomanya, milliyetçilik, ulus-devlet…” gibi kavramlardı. Postmodern yaklaşımlarda modernizmin bu temel ilkelerinden hemen hemen hepsi eleştirilmiştir. Bizim buradaki amacımız modern veya postmodern teorilerin eleştirilerini sunmak veya tartışmak olmadığı için bu konulara girmiyoruz. Postmodernizme, bugünkü hayat tarzını anlamamıza yardımcı olduğu ölçüde değineceğiz.
Postmodernizm üzerine yapılan teorik çalışmalarda, kavramın net tanımının yapılmasından hep kaçınılmıştır. Hatta, Featherstone’ye göre (1996, 18) Postmodernizmi tanımlamak “insanı sinir edecek kadar zor” bir uğraştır. Birçok araştırmacı “Anything goes” (her şey uyar) ifadesini postmodernizme uygun bir deyim olarak kabul ederek tanımlama zorluğundan kurtulmuşlardır. Bütün bunların yanında postmodern yaşantıların genel özelliği, sosyal hayatın “aykırılık” ve “belirsizlik” temelinde analiz edilerek (Arıkan, 1992, 65) mevcut durumun eleştirilmesidir.
Postmodernizm tanımlarında bu kavramın modernizm sonrasını ifade için kullanılan bir kavram olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bunu reddedenlerde olmuştur. Featherstone bu kavramın çağ değişikliğini ifade ettiğini şöyle açıklar: “Kendine özgü örgütleyici ilkelere sahip yeni bir toplumsal totalitenin ortaya çıkışını içeren bir çağ değişikliğidir.” (1996, 22) Bir çağ değişikliğini iddia etmek, modernlikten kopuşu ileri sürmek, ya da yeni bir dönemin başlaması anlamına geliyordu. Baurdrillard, Lyotard ve bir ölçüde de Jameson’nun yazılarında bu düzen değişikliği sezilir. Lyotard, post-endüstriyel bir düzene doğru gidildiğini varsayarak, postmodern toplumdan ya da postmodern çağdan söz eder. Fakat, postmodernin bir dönemleştirme olarak algılanmasına karşı çıkar. Postmodernin, yalnızca bir “ruh halini” ya da “zihinsel durumu” gösterdiğini savunur. Fredric Jameson, postmodernizmi dönemliştirici bir kavram olarak ele alır. Ancak, bunu bir çağ değişmesi olarak düşünmeye gönülsüzdür; postmodernizmi daha ziyade ikinci Dünya Savaşı sonrasından kaynaklanan kapitalizmin, üçüncü büyük aşamasının, geç kapitalizmin kültürel egemeni ya da kültürel mantığı olarak açıklar.
Postmodernist teorisyenlerden Lyotard ve Foucault alternatif bilgi ve söylem tarzları geliştirme çabasına odaklanırken, Baurdrillard, Jameson, ve Harvey gibi öbür teorisyenler; ekonomi, toplum, kültür ve yaşantı şekillerine ağırlık vermişlerdir. (Best ve Kellner,1998, 49) Bunlardan da anlaşılacağı gibi, postmodernizmin somut sınırlarını belirlemek pek mümkün değil; ancak hayatta görülen bazı yansımaları üzerinde durulabilir. Lyotard’ın belirlediği gibi, bir “Postmodern Durum”dan belki de bir süreçden sözedilebilir.
Bu süreç, 1930’lu yıllarda modernizme karşı küçük çapta bir tepkiyi ifade etmesine karşılık, 1960’lı yıllarda Rauschenberg, Cage, Burroughs, Barthelme, Fiedler, Hassan ve Sondag gibi genç sanatçılar, yazarlar ve eleştirmenlerce müze ve akademi de kurumsallaşmasından ötürü rededilen “tükenmiş” yüksek modernizmin ötesinde yer alan bir hareketi anlatmak için kullanılmıştır. 1970 ve 1980’li yıllarda sanat ile gündelik hayatın arasındaki sınırın silinmesine yarayan tartışmalar postmodernizmi daha fazla gündeme taşımıştır. Bu tartışmalar dikkatleri postmodernizm ile popüler kültür arasındaki ilişkiye çekmiştir.
Popüler Kültür: Postmodern Yaşantılar
Postmodernizm ile popüler kültür arasındaki ilişkiye geçmeden önce kavram tanımları üzerinde duralım. Rowe, “Popüler” kelimesini, “halk’ ve ‘iktidar bloğu’ arasında doğrudan bir ayrım önererek “halka ait” şeylere gönderme yapan bir kavram” şeklinde tanımlar. (1999, 21) Özbek, kavramın iki tanımından bahseder. Birinci tanımında popüler “yaygın olarak beğenilen, tüketilen” şeklinde ifade edilir. İkinci tanım da ise, “halka ait” anlamında kullanılır.
Kültür kavramının da birçok farklı tanımı vardır. R. Williams, kültürü “Yalnızca sanat ve öğrenimde değil, aynı zamanda kurumlarda ve sıradan günlük davranışta belli anlam ve değerler ifade eden belirli bir hayat tarzına işaret ediyor” şeklinde tanımlar. Bu tanıma göre kültür, “belirli bir hayat tarzı, yani belirli bir kültürdeki açık ya da örtük anlam ve değerlerin ortaya çıkarılması” şeklinde algılanabilir. (Özbek, 1994, 76)
Popüler kültüre gelince, genellikle “gündelik hayatın kültürü” şeklinde tanımlanır. (Oktay, 1995) Dar anlamında, emeğin gündelik olarak yeniden üretilmesinin bir girdisi olan eğlenceyi, geniş anlamında ise, belirli bir hayat tarzının ideolojik olarak yeniden üretilmesinin ön şartlarını sağlayan faktör” olarak algılanır. Biz de popüler kültürü “gündelik hayatın kültürü” şeklinde ele almaktayız.
İmajlar ve Gösteriler
Her devrin kendine has bir gündelik hayatı ve buna bağlı alarak gelişen popüler kültürü vardır. Ancak, 1960’lardan itibaren, özellikle de 1980’li yıllarda kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle, gündelik hayatın motifleri endüstriyel madde haline gelmeye başlamıştır. Bu da kültürün metalaşmasını sağlayarak, geniş halk kitlelerinin gündelik hayatlarını ekonomik açıdan “değerli” kılmıştır. Popüler kültür ürünlerinin, endüstriyel madde haline gelmesi, dikkatlerin bu kavram üzerine dönmesine sebep olmuştur.
Hayat tarzının şekillenmesinde hızla çoğaltılan simüle edilen imajlar ve fragmanlar, hayatı bir gösteriye dönüştürüyor. Bu süreçte sunulan bir örnek, enformasyon aracılığıyla kısa sürede benzerlerini üretiyor. Artık, her şey “gibi”lerle açıklanmaya çalışılıyor. Sanki her şeyin aslına değil de “gibi”sine sahipmişiz gibi bir algılama gerçekleşiyor. Eskiden, sanatın “gibi” yapmak olduğu düşünülürdü; şimdi bütün hayatın her alanı büyük bir “gibi” ye dönüştü. Eskiden, filmlerin tozpembe dünyasına kapılıp perdeye yansıyan “olmayan hayatlara” sanki onlar gerçekmiş gibi duyarlılıkla bakılırdı; oysa şimdi, gerçek hayata bile sahteymiş gibi bakılıyor. Jean Baudrillard’ın dediği gibi, artık bir “gibi”ler dünyasında yaşıyoruz. Ve “ayna halkı”yla bizim aramızdaki ayna, yani medya bu “aldatmaca”da başrolü oynuyor: Dünyanın dolaysız algılanışını imkânsız kılıyor, nesneleri sadece görüntüde var olan, varlıkları hissedilmeyen bir hale getiriyor. (Argın, 1992, 118)
Kitle iletişim araçlarının toplumu simüle etme gayreti, hayat tarzının oluşmasında etkili oluyor. İnsanın nasıl giyineceği, nasıl konuşacağı (söylem), nasıl yiyeceği ve nelerle meşgul olacağı sunulan örnek fragmanlarla empoze edildiği için, toplumsal yapının hemen hemen her alanında bir benzerlik sağlanmış oluyor. Bu da insana, “düşünen” değil de “tüketen bir varlık” olarak bakan, sermayenin istediği sonucu çıkarıyor.