Enstitü |
ULÛHİYET |
Ulûhiyet, zatında, sıfatlarında ve isimlerinde, mükemmelliğin ve güzelliğin bütün mertebelerini, sınırsız derecede bulundurma vasfı demektir. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyeti, Onun mabûdiyetiyle eş anlamda kullanılagelmiştir.1 Mabûdiyet hakikati ise, bütün varlıkların kendisine ibadet etmesini, yani emirlerine itaat edip, yasaklarından da kaçınmasını gerektirir. Öyle ise, canlı cansız bütün varlıkların, kendilerine ait vazifelerini zerre miktar aksatmayarak, en mükemmel bir tarzda yerine getirmeleri, bir tek İlâhın mabûdiyetini ilan etmektedir. Demek ki, Cenâb-ı Hakkın ulûhiyetinin kainattaki tesiri amiriyet-i mutlaka derecesindedir.2 Emirlerine mutlak itaat söz konusudur. Dünyamızın topaç gibi hareketinden, ağaçlardaki yaprakların, rüzgârın dokunmasıyla sallanmasına kadar herşey bir emir altında, görevlerini azami derecede dikkatle itirazsız yerine getirmektedirler. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetinin anlaşılması, rubûbiyetinin kainattaki icraatlarının anlaşılmasıyla mümkündür.3 Çünkü, kendini gizlemesiyle perdeler arkasında bulunan Cenâb-ı Hak, kendisine ait gizli güzelliklerini ve mükemmelliklerini göstermek için kâinatı ve bütün bu görünen varlıkları yaratmıştır. Öyle ise, kâinatı ince nakışlarla ve mükemmel sanat eserleriyle hayret verici bir tarzda yaratıp, süslendiren Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetinin görülmesi ve anlaşılması derecesinde, ulûhiyetin mahiyeti de anlaşılacaktır. Cenâb-ı Hakkın benzerinin olmaması, varlığının vücub derecesinde olması, ezeli ve ebedi olması, kemali, istiğnası, izzeti, azameti ve istiklâliyeti gibi bir kısım özellikleri vardır ki, bunlar olmaksızın ulûhiyetin gerçek mahiyetinin düşünülmesi ve anlaşılması mümkün değildir. Allah’ın uluhiyetinde ortağı yoktur. Kâinatın işleyişindeki düzene ve dengeye bakıldığı takdirde, böyle bir ortaklığa hiçbir şekilde ihtiyaç olmadığı da görülür. Çünkü, her tarafta aynı kanunlar geçerli olmakla birlikte, gayet hassas dengeler içinde en ufak bir düzensizlik mevzubahis değildir. İlâh’ın (ulûhiyet sahibinin) varlığı vücub derecesinde olmalıdır.4 Yani, varlığı kendinden olmalı, başka hiçbir varlığın vücuduna bağlı olmamalı ve bütün varlıklar Onun varlığıyla varolmalıdır. Vücub derecesindeki bir vücud, varlık mertebelerinin en mükemmeli ve en kuvvetlisi olan zatî, ezelî ve ebedî olmak gibi özelliklere sahip bir varlıktır.5 Böyle zatî bir vücudda, zıtlar bir arada bulunamaz. Meselâ, kudret zatıyla Onda bulunuyorsa, kudretin zıddı olan acz müdahale edemez. Bu yüzden, kudretinin mertebeleri yoktur. Ezelî olduğu için zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanın ve mekânın bütün kusurlarından ve eksikliklerinden uzaktır. Ebedî olmasıyla da, bütün zaman ve mekânlarda hükmü geçmekte, tasarrufunu devam ettirmektedir. Cenâb-ı Hakkın kemali ve istiğnası ulûhiyet-i mutlaka derecesindedir.6 Onun Zatının mükemmelliğini anlayabilmek için, harika bir sanat eseri olan kâinata bakarak, binler perdeler arkasındaki kemalini görmek bile yeterlidir. Öyle bir mükemmelliktedir ki, eksiklik ve noksanlık aramak maksadıyla kainattın her tarafını adım adım dolaşan bir göz, sonunda yorulup, hiçbir noksan bulamayıp, kâinatın kusursuzluğunu ilan etmek zorunda kalacaktır.7 Eserinde sayısız mükemmellikler derceden bir Zat, elbette kendisi kemalâtın en nihayet derecesindedir. Ulûhiyetinin istiğnası ise, hiçbir şeye muhtaç olmaması, sonsuz zenginlik sahibi olması ve hazinesinden hiçbir şeyin eksilmemesi demektir. Güneş, Onun rahmet hazinesinden ikram edilmiş bir lambadır. Her bahar mevsiminde, yeryüzünde kurulan, çeşit çeşit nimetlerle donatılmış sofralar, yine Onun tükenmek bilmeyen rahmet hazinelerinin nümuneleridir. Onun saymakla bitiremeyeceğimiz maddî nimetlerinin yanında, Kur’ân-ı Kerimle indirdiği manevî nimetleri de vardır ki, kıymeti takdir edilemeyecek derecede değerli hazinelerdir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen herbir isim ve herbir hakikat elmaslar, zümrütler kıymetinde manevî mücevherlerdir. Çünkü, herbir isim Cenâb-ı Hakkın bitmek, tükenmek bilmeyen hazinelerinin kaynaklarıdır. Bütün güzelliğin kaynağı Cemil ismi, her türlü rızıkların kaynağı Rezzak ismi ve fenler adedince dallara ayrılan ilimlerin kaynağı Âlîm ismi olması gibi. Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti herşeyin küçük olsun, büyük olsun, yüksek olsun, alçak olsun, tasarrufu altında olmasını gerektiriyor.8 Çünkü, azameti hiçbir şeyi dairesinin dışında bırakmamayı, izzeti ve istiklâliyeti başka ilâhların tasarrufuna müdahale etmesini kabul etmez. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetinin azameti ve kibriyasının şiddetli bir şekilde kâinatta tecelli etmesinden hiçbir şey saklanamadığı gibi, Ona fiillerinde ortak ve yardımcı olamaz. Mabûd-u Bilhak, ulûhiyetini ve mabûdiyetini göstermek için, kâinatı bir kitap ve bir mescid mahiyetinde yaratmıştır. Öyle harika bir kitaptır ki, her sayfasında binlerce kitap yazılmış, her satırında binlerce sayfalar gizli. Yeryüzü bir sayfadır; içinde bitkiler ve hayvanların nevleri sayısınca kitaplar yazılmıştır. Hatta, noktaları hükmünde olan tohumlarda ve çekirdeklerde ağaçlar sayısınca kitaplar ince kalemlerle yazılmıştır. Kâinat, duvarları ince nakışlarla ve maharetli bir hattat tarafından güzel bir hatla âyetler yazılarak süslenmiş bir mescid suretinde yaratılmıştır. O mescidin, herbir köşesinde bir varlık taifesi, kendine mahsus bir ibadetle meşgul olarak, kulluk vazifesini yerine getirmektedir. Zerrelerden gezegenlere kadar, balıklardan meleklere kadar bütün varlıklar yaptıkları ibadetlerini kendi dilleriyle dergâh-ı Ulûhiyete takdim etmektedirler. Elbette, o kitabın mânâsını ders vererek Onu tanıtacak ve o büyük mescidde bütün varlıklara imamlık vazifesini yaparak huzurunda umum ibadetleri takdim edecek olan peygamberleri göndermesi, Ulûhiyetinin gereğidir.9 Meyve ağaçlarından meydana gelen bir bahçe sahibinin, o bahçe içinde en fazla önem verdiği şey, ağaçlarının uçlarına asılmış meyveler ve meyvelerin içlerine yerleştirilmiş ağacın bütün programını taşıyan çekirdeklerdir. O ağaca, çok büyük bir özen ve dikkat gösterdiği anlaşılan bahçe sahibinin, meyve ve çekirdekleri çürütmesi, ziyan etmesi ya da başkalarına kaptırması mümkün değildir. Aynı şekilde, kâinat da dalları elementler ve madenler, yaprakları bitkiler, çiçekleri hayvanlar ve meyveleri insanlar olan harika bir ağaçtır. Bu ağacın çekirdekleri ise, meyveleri hükmünde olan insanların kalplerinden çıkan şükür, muhabbet, minnettarlık ve övgü gibi hallerdir. Öyle ise, kâinatın sahibinin, kaâinattan beklediği en önemli sonuç onun meyvesi olan insandır ve insanlardan sudur eden ubûdiyetkâr hallerdir. Bu yüzden, O’nun mutlak ulûhiyetinin hiçbir şekilde o şükür, muhabbet ve minnettarlıkların başkalarına gitmesine izin vermesi düşünülemez.10 Cenâb-ı Hak, insana benlik ve hürriyet vermesiyle, ulûhiyetin sıfatlarını anlaması için bir takım ölçü birimlerine sahip olmasını sağlamıştır. Meselâ, insan kendisine verilen bir parça ilimle Allah’ın sonsuz ilmini, sınırlı görmesiyle Onun nihayetsiz görme sıfatını anlaması gibi. Diğer taraftan insana acizliğin ve fakirliğin kendisine verilmesiyle, başka bir tarzda, Allah’ın ulûhiyetine ayine olur. Karanlığın derecesinin artması nispetinde, aydınlığın daha fazla netleşmesi gibi; insan acizliğiyle Cenâb-ı Hakkın sonsuz kudretini, her şeye muhtaç olmasıyla da nihayetsiz gınasını, zenginliğini görür ve gösterir. Öyleyse, midesinin her türlü ihtiyacını karşılamak için çeşitli nimetler yaratan, insanı aciz bırakan her türlü hastalıklardan şifa veren Cenâb-ı Hak, şükre, minnettarlığa ve muhabbete vesile olan bu filleri başkasına vermez. Şiddetle bu işlerde gayrın müdahalesini reddeder. Fakat, vahyin getirdiği hükümlere tabi olmayan insanlar rızık ve şifa gibi bir kısım ihsanların kaynaklarını, yanlış yerlerde görmüşler ve ruhlarındaki kuvve-i şeheviyenin (iştah kuvveti) sevkiyle de asıl kaynak zannettikleri varlıkları putlaştırmışlar, ilâhlaştırmışlar ve tapar derecede sevgi beslemişlerdir. Lezzetlerinin menbaı zannettikleri nefislerini ilâh ittihaz etmişler11; hatta, itaat ve teslimiyetleriyle de kendi içlerinde birtakım insanların ulûhiyet dâvâ etmelerine bile sebep olmuşlardır.12 Cenâb-ı Hakkın kâinatın en geniş dairesinden, kalbin en gizli hislerine kadar tasarruf eden azametli ulûhiyetini gören insanlar ise—başta bütün peygamberler ve özellikle de Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere, evliya, asfiya ve sıddıklar—bütün teşekkürlerini, övgülerini ve muhabbetlerini Ulûhiyeti mutlak olan Allah’a tahsis etmişlerdir. Bilhassa, Resul-i Ekrem Aleyhiselatü Vesselamın gösterdiği ubudiyet cihetiyle; özellikle bayram, Cuma ve cemaatle kılınan namazlarda bütün iman edenlerin kalplerini ve dillerini bir tek kelimede birleştirmektedir. Bütün insanların kalplerinden ve dillerinden çıkan seslerin, duâların ve zikirlerin birleşmesiyle ise, kainatta zerre kadar küçük olan insan, ubûdiyetinin azameti cihetiyle Kâinat Sultanın arz memleketinde halifesi, uluhiyetinin en ehemmiyetli abdi ve bütün varlıkların reisi rütbesini kazanmıştır.13 Cenâb-ı Hakkın mutlak ulûhiyetinin ism-i hassı ‘Allah’ lafza-i Celâlidir.14
Dipnotlar:
1- Şualar, s. 138. 2- Lem’alar, s. 191. 3- Şualar, s. 133. 4- Mektubat, s. 381. 5- Mektubat, s. 241. 6- Şualar, s. 23. 7- Mülk Sûresi, 4. 8- Mesnevi-i Nuriye, s. 163. 9- Şualar, s. 214. 10- Şualar, s. 24. 11- Sözler, s. 439; Mesnevi-i Nuriye, s. 176. 12- Sözler, s. 499. 13- Lem’alar, s. 131. 14- Mesnevi-i Nuriye, s. 199; Mektubat, s. 381. |
26.11.2010 |
Ararat |
Türkiye, İran, Rusya devletlerinin kesişme noktası yakınında bulunmaktadır. Çevre uzunluğu 130 km olan 1200 km²’lik geniş bir taban üzerinde yükselen bu volkanik kütle, Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı adlı iki koni şeklindedir. Büyük Ağrı 5137 m., Küçük Ağrı ise 3896 m. yüksekliktedir. Bu iki koni, 2700 m yüksekliğindeki Serdarbulak beli ile birbirine bağlanır. Ararat’ın 4000 m’den yukarısı sürekli karlarla örtülüdür. Dağın zirvesinde 12 km² genişliğinde bir buzul bulunur ki, bu buzul Türkiye’de mevcut buzullar arasında en büyük olanıdır. Andezit ve bazalt lavlardan oluşan Ağrı dağı, günümüzde ormandan mahrumdur. Ağrı dağı, çeşitli geleneklerde farklı şekillerde isimlendirilmiştir. Yakut dilinde “Ağr”, Selçuklu Türkleri’nde “Eğri dağ”, bazen de “Ağır dağ”, İranlılar’da “Kûh-ı Nûh”, Araplar’da Büyük Ağrı’ya “Cebelü’l-hâris”, Küçük Ağrı’ya ise, “Cebelü’l-huveyris” isimleri verilmiştir. Ermeniler bu dağa “Masis” veya “Masik” derken, sadece Batı coğrafyacıları “Ararat” demektedirler. Ağrı dağına Ararat denmesi, Ahd-i Atik’te (bk.Tekvin,8/4), Nuh’un gemisinin tufandan sonra oturduğu dağın “Ararat dağları” diye adlandırılmasından ve Ararat’ın Ağrı Dağı ile aynı sayılmasından kaynaklanmıştır. Ararat kelimesi, Ahd-i Atik’te bir ülkenin (bk. II. Krallar, 19 / 37; İşaya. 37-38 ) bir krallığın (bk. Yeremya, 51 / 27) ve bu ülkede bulunan bir dağ silsilesinin (bk. Tekvin, 8 / 4) adı olarak geçmektedir. Buna göre Ahd-i Atik’te geçen Ararat, tarihte hem Urartu olarak bilinen Asya menşeli kavmin, hem de bu kavmin milattan önce 1000 yıllarında Van şehri merkez olmak üzere kurduğu devletin ismidir. Asur dilinde aslı “Uruatri” olan “Urartu” kelimesi, İbranice Kitab-ı Mukaddeste yanlış seslendirme neticesinde “Ararat” şeklini almıştır. (bk.La Bible I: L’Ancien Testament, s. 24) Uruatri kelimesi “dağlık bölge, yüksek memleket” demektir (bk. A.H. Sayce ERE, I, 793; Oktay Belli, I, 149). Ahd-i Atik’teki “Ararat dağları” ifadesini, bugünkü Ağrı Dağı yerine, Van Gölü’nün güneyindeki dağlar olarak anlamak daha doğrudur. Nitekim tûfanla ilgili eski Babilonya hikâyesinde geminin Nisir dağının tepesine oturduğu nakledilmektedir ki bu dağ, daha güneyde Asur topraklarının doğusunda (bk. C.F.K. JE, II, 74) muhtemelen Aşağı Zap suyu ile Dicle’nin doğusu arasındaki bölgede yer almaktadır. (bk.I. Skinner, DB.s. 49) Süryani yorumculara göre Ture Kardu, Kur’ân’da da geminin indiği dağ olarak gösterilen (bk. Hud 11 / 44) Cûdi dağıdır. (Aziz Günel, s.29) Tevrat’ta geminin Ararat dağlarına oturduğuna dair olan ifade (bk. Tekvin, 8 / 4) milattan önce V. Asırda kaleme alınan ruhban metnine aittir. Ancak Ahd-i Atik metnindeki ifadeyi belli bir dağ şeklinde anlamak ve diğer kaynakların işaret ettiği bölgenin dışında ve uzağındaki Ağrı Dağı’nı, geminin indiği dağ olarak göstermek yanlıştır. Nûh’un gemisinin Ağrı dağında bulunduğu inancı, pek çok kişiyi bu dağa tırmanmaya sevk etmiştir. Diğer taraftan misyonerlik faaliyetleri ve Ağrı Dağı’nın stratejik mevkii sebebiyle taşıdığı önem bu faaliyeti hızlandırmıştır. Bazı kaynaklarda Ağrı Dağı’na tırmanmanın 1700 yıllarına kadar götürülmesine rağmen, dağa ilk çıkan Frederic Parrot olduğu ifade edilmektedir. F. Parrot, 1829’da Ağrı Dağı’na tırmanmış ve Nûh’un gemisinin bulunması muhtemel 200 adım çapında bir düzlükten bahsetmiştir (F. Parrot, I. 138). Daha birçok araştırmacı dağa çıkmış ve farklı ifadelerde bulunmuşlardır. 1937’de Binbaşı Cevdet Sunay, 15 subay ve 50 erle birlikte Ağrı Dağı’nın zirvesine ulaşmıştır. Bu heyet, iddiaların aksine, Nûh’un gemisinin enkazına rastlamamıştır. 23 Temmuz 1968’de Albay Turhan Selçuk başkanlığında 18 subay, 16 astsubay ve 112 erden oluşan heyet zirveye çıkmıştır. Yakın geçmişte ise Amerikalı astronot Irwin birkaç defa dağa tırmanarak gemiden kalma parçalar bulunduğunu iddia etmiştir. Ancak bütün bu iddialar karşısında Nûh’un gemisinin kalıntılarının Ağrı dağında bulunduğuna dair şimdiye kadar hiçbir müsbet delil ortaya konamamış olması dikkat çekicidir. Diğer taraftan Ermeniler, Ağrı Dağı’nı dünyanın anası olarak kutsallaştırmakta ve muhayyel Ermenistan’ın merkezi olarak göstermektedirler. Türkiye dışındaki Ermeniler, hususan da Rusya, Ermenistan’ın ruhanî lideri I. Vasken, Ağrı Dağı’nın kendi vatanlarının merkezi olduğunu açıkça ileri sürmektedir. Yabancıların Nûh’un gemisinin Ağrı Dağı’nda olduğuna dair ısrarlı iddiaları, turistik ve sportif görünümlü de olsa onlarca gerçekleştirilen bazı tırmanışların Ağrı Dağı’na yönelik birtakım siyasî, stratejik ve dinî emellerle bağlantılı olduğunu düşündürmektedir. *** Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de Ararat Dağı’nın Ağrı Dağı olduğu fikrindedir. Nitekim bir rüyasını aktarırken bu fikrini de açıkça ortaya koyar: “Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.’ Birden, o hâlette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: ‘İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.’ Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (Mektubat, s. 624) Bu rüyanın haricinde Risale-i Nur’da Ararat ya da Ağrı Dağı, özellikle siyasî manada, kullanılmamaktadır.
Bibliyografya:
F.Parrot, Reise zum Ararat, Berlin 1834, I. La Birle I: L’Ancien Testament, Paris 1956. A. T. Olmstead. History of Assyria, London l968. Aziz Gürel, Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır 1970. Altan Çilingiroğlu, Urartu ve Kuzey Suriye: Siyasi ve Kültürel İlişkiler, İzmir 1984. Hikmet Tanyu, Nuh’un Gemisi (Ağrı Dağı): Ermeniler, İstanbul 1989. C.F.K., “Ararat”, JE, II. Streck, “Ağrı Dağı”, İA, I. a.mlf.- Fr. Taeschener, “Aghri Dagh”, EI2 (İng), I. M.J. Mellink “Ararat”, IDB, I. J.Skinner.”Ararat”, Ejd., III. A.H.Sayce, “Armenia (Vannic)”, ERE, I. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007. TDV. İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, Cilt 1. |
26.11.2010 |
Osman Yüksel Serdengeçti |
Gazeteci-yazar Serdengeçti, 1917 yılında Antalya’nın Akseki ilçesinde dünyaya gelmiş, 10 Kasım 1983’te İstanbul’da vefat etmiştir. Asıl adı Osman Zeki Yüksel’dir. Serdengeçti dergisinde bu imzayla çıkan yazılarından dolayı bu soyadı ile tanınmıştır. Aralarında Ahmet Hamdi Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi’nin de bulunduğu âlimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlkokulu Akseki’de, ortaokulu yatılı öğrenci olarak Antalya’da okudu. Ankara’da Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 2. Sınıf öğrencisi iken Mayıs 1944’te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca fakülteye başvurarak öğrenimine devam etmek istediyse de kendisine izin verilmedi. Bu olay üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanına yazdığı hakaret içerikli sayılabilecek dilekçeden dolayı mahkûm edildi. Hapisten çıkınca ünlü Serdengeçti dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Başlığının altında ‘Allah, Vatan, Millet Yolunda’ cümlesi sürekli yer alan dergideki yazılarında sık sık kullandığı ‘Açın kapıları Osman geliyor’ sözü, yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu. Kendisine Serdengeçti unvanını kazandıran dergi, sık sık kapanması ve Osman Yüksel’in yazılarından dolayı çok sayıda mahkûmiyet kararı alması nedeniyle 1947-1962 yılları arasında 33 sayı çıkabilmişti. Osman Yüksel, 1952 yılında da “Bağrı Yanık” isimli bir de mizah dergisi çıkarmıştır. Osman Yüksel tek parti yönetiminin İslâmiyet ve Müslümanlar üzerindeki baskısını protesto eden aydınların önde gelenlerindendi. Neşrettiği yazılarında kalemini bir kılıç gibi kullanmış, yanlış gördüğü uygulamaları eleştirmekten hiç çekinmemiştir. 1965 yılında politikaya atıldı ve Adalet Partisi’nin Antalya milletvekilliğini 4 yıl boyunca sürdürdü. Batılılaşmayı boykot eden tavırlarından dolayı ‘kravatsız milletvekili’ olarak mecliste ün kazandı. Partisinin politikasına ve parti yöneticilerine yönelttiği ağır eleştiriler yüzünden partiden ihraç edildi. Hayatının geri kalan kısmında mücadelesine yazdığı yazılarla ve kitaplarla devam etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde ‘Selam’ başlığı altında günlük fıkralar yayınladı. Osman Yüksel’in Serdengeçti dergisinin 6. sayısında (Mart/1952) yayınladığı ‘Said Nur ve Talebeleri’ başlıklı yazısı Üstad Hazretlerini ve Nurculuk hareketini anlatan en güzel yazılardan biri olması hasebiyle Tarihçe-i Hayat’ta iktibas edilmiştir. Serdengeçti şöyle tarif ediyordu Said Nursi’yi ve talebelerini: “Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış: Allah’a, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, Onun ulu Peygamberine, Onun büyük kitabına. Kur’ân henüz yeni nazil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini adeta Asr-ı Saadet’te hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvi, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hazır, nazır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet, ne büyük saadet!” Serdengeçti’nin ‘Said Nur ve Talebeleri’ isimli yazıyı yazmadan evvel gördüğü bir rüyanın uzun süre etkisinde kaldığını hatıralarından anlayabiliyoruz. O rüyayı kendi ağzından dinleyelim: “Geniş yeşil bir meydan. Meydanda binlerce, on binlerce insan. Bu insanlar hem genişliğine, hem derinliğine meydana yayılmışlar. Omuz omuza göklere kadar yükselmişler. O onun omuzuna basmış, o onun omzuna… Böylece bu muazzam insan yığınından adetâ koskoca bir dağ meydana gelmiş... Bu insanların en yükseğinde de Said Nursî Hazretleri... Sanki minarenin alemi gibi... Sanki kâinata Allah’ın varlığını, birliğini işaret eder gibi bir heybetle duruyor. Ben karşıdayım. Beni gördü. Gülümseyerek iki eliyle selâm verdi. Selâmını aldım. Başı göklere değiyordu. Saçları rüzgârlara karışmıştı. Bütün insanlar ayaklarının altında idi... Omuz omuza vererek onun dünyadaki mesnetleri hâline gelmişlerdi. Rüyada heyecanlanmışım, uyanıverdim.” Daha sonradan bu rüyayı bazı Nur Talebelerine anlatır ve rüyada gördüğü bu heybetli şahsiyeti gerçek dünyada da görmek ister. İlk ziyaretini Fatih Reşadiye Otelinde gerçekleştirir. Üstad Hazretleri ikindiden sonra kimseyi kabul etmemesine rağmen Osman Yüksel’i içeri alır ve yazdığı yazıdan dolayı birçok iltifatta bulunur. Gördüğü rüyayı anlatan Serdengeçti’ye Bediüzzaman Hazretleri “‘O bütün insanların üzerinde gördüğün ben değilim. O Nurdur, Nur Risâleleridir. Ben bu davanın aciz bir hizmetkârıyım.” diyerek mütevazı bir karşılık verir. 1952 yılında, Malatya’da Ahmet Emin Yalman’a yapılan suikasttan sonra Osman Yüksel de tevkif edilmiş ve tahliyeden sonra Isparta’ya uğrayıp Üstad’ı ikinci kez ziyaret etme şerefine ermiştir. Bu görüşmeden aklında kalan intibalarını şöyle anlatıyor: “Isparta’da dinî ve millî neşriyatı satan bir kitapçı dükkânı vardı. Oraya giderek Üstadı sordum. Bu esnada aniden Ziver (Zübeyir Gündüzalp) zuhur etti. Rahmetli ne kahraman insandı, ne iman vardı Rabbim onda, ateş gibi bir delikanlıydı. Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim. ‘Üstad hasta ama sizi kabul eder’ dedi. Ayrı ayrı yollardan Üstadın kaldığı eve gittik. Devamlı polis kontrolündeydi. Mahalle arasında ahşap bir eve girdik. Kendilerine Said Bilgiç ve Dr. Tahsin Tola’dan selâm ve hürmetler götürmüştüm. Malatya hâdisesinden sonra tevkif edilişimi Üstada şikâyet ettim. ‘Eskiden, Halk Partisi devrinde olduğu gibi, bunlar, Demokratlar da bizi hapsediyorlar efendim’ dedim. Cevap olarak, ‘Elbette hapse gireceksin, yoksa hizmetten vaz mı geçti, İslâm davasından döndü mü?’ diye Müslümanlar senden şüphelenirler’ diye buyurdu. Halk Partisiyle, Demokrat’ın mukayesesini yaptı. Halk partisinin kol kestiğini, Demokrat’ın ise parmak kestiğini, ehven-i şer olduğunu ifade etti. Halk Partisine karşı, Demokrat’ı desteklemek lâzım geldiğini söyledi. Bu arada lâtife ederek, ‘Serdengeçti, beni siyasete karıştırıyor, bende siyaset yok’ dedi, ama bu arada da mevzu ile alâkalı ne söylemek lâzım geliyorsa onu söyledi.” Said Nursi’nin vefatını Ankara’da iken haber alan Osman Yüksel, bu acıklı hadiseden sonra bir yazı yazmış, fakat bu yazısını hiçbir yerde neşredememiştir. |
26.11.2010 |