09 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Zorunlu eğitim olmasa olmaz mı?

HADİ bakalım; bütün “çağdaşların” gözü aydın!

Türkiye daha “çağdaş” bir ülke olmaya doğru bir adım daha attı. Milli Eğitim Şur’ası’dan 13 yıllık zorunlu eğitim kararı çıkmış. Milli Eğitim bakanlıkları şur’a kararlarını önemser, o yüzden bu karara Milli Eğitim Bakanlığı’nın kararı olarak da bakabiliriz. Zaten şur’ada kararı oybirliği ile almış.

Geçen yayın döneminde Bugün TV’de yaptığım “Olmasa Olmaz Mı?” programında ele almayı not ettiğim konulardan biri de zorunlu eğitimdi. Sıra gelmedi, yapamadım...

Ama şimdi, 18. Milli Eğitim Şur’ası’nın “gururla sunduğu” 1artı 4 artı 4 artı 4 kararından sonra yazmam farz oldu.

Bir kere, herhangi bir konuda gönüllülüğün terk edilip zorunluluk uygulamasına geçilmesi nasıl oluyor da çağdaşlık sayılıyor? Çağdaşlığın olmazsa olmazı daha çok özgürlük değil midir? Herhangi bir alanda özgürlüğün budanıp zorunluluğa geçilmesi neden böyle alkışlarla karşılanıyor?

Tam tersine, bir ülkenin ne kadar çağdaş olduğunu anlamak istiyorsanız, zorunlulukların listesini çıkaracaksınız. Ne kadar az şey zorunlu, ne kadar çok şey gönüllü ise o ülkenin o kadar uygar olduğuna karar vereceksiniz. İnsan mutluluğunun bir bakıma, “zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına geçiş” demek olduğunu kavrayacaksınız.

Bizde maşallah, zorunlu askerlik, zorunlu eğitim, zorunlu sosyal güvenlik, zorunlu din dersi, zorunlu oy kullanma, zorunlu kıyafet, zorunlu deprem sigortası ve hatta zorunlu Atatürkçülükle (Anayasamıza göre) liste uzayıp gidiyor... Çünkü bizim devlet herhangi bir şeyin kendince doğru ve halkın iyiliğine olduğuna inanmışsa, onu hayata geçirmenin tek yolunun zorunlu kılmak olduğuna inanıyor.

Devlet ya da hükümet, lise öğretimi yaşındaki nüfusun yüzde yüzünü okullaştırmayı bir hedef haline getirebilir elbette. Bu konuda fırsat eşitliği sağlamak, liseleri isteyen herkes için ulaşılabilir hale getirmek üzere plan ve programlar yapabilir, daha doğrusu yapmalıdır. Ama zorunlu kılması, yani toplumu oluşturan bireylerin iradesine doğrudan müdahale etmesi, özgürlükçüyüm diyen kimse tarafından savunulabilir mi?

Peki “çağdaş” eğitimcilerimiz, aydınlarımız, basınımız bunu neden bu kadar ateşli bir şekilde savunuyor?

Aslında zorunlu eğitim yaşının yükseltilip durmasının arka planında devletin ve sahte modernlerin en müzmin korkusu yatıyor: Çocukları anne babaların “ellerine” terk ederlerse ya üfürükçü ya satanist yapacaklarını sanmaları...

Oysa ideolojik bağnazlık gözlerini bu kadar körleştirmemiş olsa, bu halkın en büyük tutkusunun çocuğuna iyi bir eğitim vermek olduğunu; hatta bunu hayatının en büyük ideali olarak algıladığını; çocuğunu okula göndermek için hapis tehdidine hiç de ihtiyacı olmadığını görecekler.

***

Doğrusunu isterseniz, başlıktaki “Zorunlu eğitim olmasa olmaz mı?” sorusu oldukça geç kalmış bir soru. Zira şu anda dünyanın birçok ülkesinde, mesela ABD’de, İngiltere’de, Kanada’da, Fransa’da, Belçika’da, Danimarka’da, Finlandiya’da, Macaristan’da, İtalya’da, Rusya’da, Norveç’te, Polonya’da, Portekiz’de, İsviçre’de, Avustralya’da böyle bir zorunluluk yok. Yani bu ülkelerde anne babalar çocuklarını okula göndermek zorunda değil.

Peki bu durumda bu ülkeler çağdaş olmaktan çıkmış mı oluyor?

Ya da zorunluluk kalktı diye çocuklarını okula göndermekten vaz mı geçiyorlar? Elbette velilerin çok büyük bir çoğunluğu çocuklarını okullara gönüllü olarak göndermeye devam ediyor. Ama küçük bir grup var ki birbirinden farklı nedenlerle çocuklarının formel okul sistemi içinde yer almasını istemiyor.

Peki ne yapıyor? Evde eğitim sistemiyle ( ABD’de homeschooling İngiltere’de home education deniyor) çocuğunu okula göndermeden eğitiyor.

Şu anki verilere göre ABD’de 1,5 milyon, İngiltere’de 80 bin kadar çocuk okul dışında eğitim görüyor ve daha da önemlisi rakamlardaki artış hızı çok yüksek. Ayrıca “homeschooling” denen şey daha şimdiden, eğitim malzemelerinin teminiyle, danışmanlık kuruluşlarıyla ciddi bir sektör olmaya doğru gidiyor.

Evde eğitimin yükselen bir trend olması sebebiyle, konu ABD başta olmak üzere bütün dünyada eğitimciler sosyologlar, pedagoglar arasında en fazla tartışılan, incelenen, hakkında binlerce araştırma yapılan bir konu... Ve bu araştırmalardan çok ilginç sonuçlar çıkıyor.

Gülay Göktürk Bugün, 8.11.2010

09.11.2010


Kemalist aklın dramı

ÜNİVERSİTE yıllarımda, yani 90’lı yılların ortalarında, bir kitap fuarına gitmiştim. Standların birinde Doğu Perinçek’i gördüm ve çevresindeki gençlerle yürüttüğü sohbete kulak kabarttım. Konu dindi. Ve Perinçek, dinî referansları olan bir zihnin kaçınılmaz olarak bağnazlığa sürükleneceğini anlatıyordu. “ Bakın arkadaşlar, yaşam dinamiktir” dedi ve arkasından ekledi:

“Din ise statiktir. Hiç bir şekilde değişmez. O nedenle dinle hayat arasında, dinle bilim arasında çatışma kaçınılmazdır.”

Oysa aynı yıllarda İslam düşüncesini de incelemeye başlamış ve İslam’da “tecdid” yani “yenilenme” diye bir geleneğin olduğunu da öğrenmiştim. Hoş, bu gelenek son bir kaç yüzyılda körelmiş ve Müslüman dünya gerçekten de “statikleşmiş”ti. Ama bu durum, İslam’ın “dinamik” bir yorumunun da olabileceği gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. İslam, ilk 5-6 asrındaki göz kamaştırıcı medeniyetiyle zaten çoktan ispatlamıştı böylesi bir potansiyel taşıdığını.

Gelgelelim, Perinçek’in argümanındaki tek sorun, dini bu şekilde dar bir şablona indirgemesi değildi. Bir diğer sorun, dinden arındırılan bir zihnin otomatik olarak “dinamik” hale geleceğini varsaymasıydı.

Bu zihniyeti Doğu Perinçek gibi ideologlardan böylesi açık ve yalın ifadelerle duyabilirsiniz. Ama aslında daha geniş bir çevre tarafından içselleştirilmiş, çünkü “Cumhuriyet ideolojisi” tarafından üstü kapalı da olsa topluma enjekte edilmiştir. Özünde, dine fazlasıyla önem veren insanların mutlaka bir şekilde bağnaz, dar kafalı, yeniliklere kapalı kişiler olacakları kabulü yatar.

Mesela, “yobaz takımı” denilince kast edilenler nedense hep din adına yobazlık yapanlardır. Başka bir şey adına yobazlık yapılabileceğine pek ihtimal verilmez.

“Türkiye’nin aydınlık insanları” denince de, cami cemaati değil; aksine caminin yolunu pek bilmeyenler kastedilir.

Oysa son bir kaç yüz yıla baktığımızda, din adına olduğu kadar ulus, etnisite veya ideoloji adına da büyük bağnazlıklar yapıldığını görüyoruz. Bu laik kavramlar uğruna dökülen kanlar, “ din savaşları”nı fazlasıyla gölgede bırakmış durumda. Stalin’in “diyalektik materyalizm” adına Mendel genetiğini reddetmesi ise, Kilise’nin dünyanın döndüğünü reddetmesinden daha küçük bir skandal değil.

Bir başka deyişle, laik bir aklı dindar bir akıldan daha başarılı, daha tutarlı ve daha “dinamik” kılan hiç bir şey yok gibi...

Son 10-15 yıl içinde Türkiye’de yaşadıklarımız da bu üstteki yargıyı doğrulaması açısından kayda değer. Kemalistler dediğimiz toplumsal kesim, Atatürk’ün 1930’lar şartlarında uyguladığı politikaların istisnasız hepsinin doğru olduğuna inanmakla kalmıyor. Bu politikaların bugün için de harfiyen geçerli olduğuna inanıyor. Bariz bir “ dogmatizm” ve “statiklik” sergiliyor yani...

Öyle ki Kemal Kılıçdaroğlu’nun vaad ettiği mütevazi “değişim” rüzgârını bile fazla buluyor; Önder Sav ile cisimleşen katı bir direniş gösteriyorlar.

Oysa hayat gerçekten de “dinamik” olduğu için Atatürk’ten bu yana çok değişmiş durumda. Bu değişime Türkiye’de daha iyi adapte olan kesim de, Perinçek’in hesabına göre “geri” kalmış olmaları gereken muhafazakar dindarlar: Ekonomiyi anlayan, teknolojiyi iyi kullanan, küreselleşmeyi yakalayan onlar...

Kemalistlerin asıl dramı ise, tüm bu alanlarda geri kalmalarına rağmen, sırf “yaşam biçimleri” nedeniyle kendilerini hala “ileri” sanmalarında yatıyor. Bu yersiz özgüven, onları daha da izole ediyor.

Ve onların “statik” haliyle “dinamik” hayatın arası açılmaya devam ediyor.

Mustafa Akyol / Star, 8.11.2010

09.11.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.