Enstitü |
Hazret-i Hüseyin(ra) (625-680) |
Hz. Peygamber’in (asm) Hz. Fatıma’dan (r.anhâ) torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın ikinci oğludur. Hicretin dördüncü yılında Şaban ayının beşinde, milâdî takvime göre, 625’te Medine’de doğmuştur. 10 Ekim 680’de Kerbelâ’da şehit edilmiştir. Hz. Hüseyin’in ismini Peygamber Efendimiz (asm) koymuştur. Hz. Hüseyin (ra) doğduğu zaman, Cebrail (as) gelip “Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun’un oğlunun ismini koy diyor” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) “Ey Cebrail, Harun’un oğlunun ismi nedir?” diye sordu. Cebrail (a.s) “Şebir” dedi. Peygamberimiz “Benim dilim, Arapça” buyurdu. Cebrail (as) “Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy” dedi.1 Hz. İmâm Hüseyin’in künyesi “Ebû Abdullah”, lâkabı “Sıbt, Şehit, Tâbi’li emrullah (Allah’ın emrine uyan), Zeki ve Mübârek”tir. Hz. Hüseyin’in 5 erkek, 3 kız olmak üzere 8 evlâdı olmuştur. Erkek evlâdının üçünün adı Ali’dir; içlerinden sadece Ali Zeyne’l-Abidin kendilerinden sonra hayatta kalmış ve soyları Hz. Zeyne’l-Abidin’den yürümüştür. Ali Ekber ile süt emer bir çağda bulunan Ali Asgar ise Kerbelâ’da şehit olmuşlardır. Hz. Hüseyin (ra), Hz. Peygamber’e (asm) çok benziyordu. Hz. Ali (ra) “Hasan, Rasûlüllah’a göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi”2 demişlerdir. Efendimiz (asm) Hz. Hüseyin doğduğu zaman, kulağına, “O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir” diye seslenmişlerdi. Hz. Üsame bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselâmı gördüğünü ve onun Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için, “Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır. Allah’ım ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev” buyurduğunu rivayet etmektedir. Bir defasında da, “Hüseyin benden, ben Hüseyin’denim, Allah Hüseyin’i seveni sever” buyurmuştu. Peygamber Efendimiz’in bu iki torununa olan ilgisi Risâle-i Nur’da şöyle açıklanmıştır; “Cenâb-ı Peygamber Sallâllâhü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübareklerinin, ilâ yevmi’l-kıyam Hz. Hasan ve Hüseyin’den (Radıyallahü Teâlâ Anhüma) geleceklerini ve istikbalde çok mübarek zevatında bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı nübüvvetle gördükleri için, bu iki hafidine bütün o nurlu zatlar hesabına şefkat göstermesi, öyle bir tariftir ki, beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.”3 Hz. Muaviye vefat etmeden önce yerine geçmesini istediği oğlu Yezid halife olunca, Hz. Hüseyin biat etmedi. Bunu duyan Kûfe’liler Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye dâvet ettiler. Hz. Hüseyin 72 kişilik bir kafile ile Kûfe’ye giderken, yolda Yezid’in adamları tarafından kıstırıldı. Yezid’e biat etmesi istendi. Fakat Hz. Hüseyin bunu kabul etmeyince vicdanları sızlatan bir şekilde birçok yakını ile beraber şehit edildi. Bütün Müslümanları vicdanen muazzeb eden bu hadise Müslümanlar arasında ayrılıkların derinleşmesinde etkili olmuştur. Bediüzzaman, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emevilerle mücadelesini tahlil ederken, din ve milliyet savaşı olarak belirtir.4 “Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şîalar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar? “Elcevap: Muhabbet iki kısımdır. “Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez. “İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder. İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir.5 “Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler. “Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler. “Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. “İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş. “Eğer denilse: ‘Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?’ “Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş. “Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.”6 Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in akrabalarından yetmiş iki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i Beyt, tamamen imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksen sekiz kişi ölmüştü. Hz. Hüseyin, Hicrî altmış birinci yılın on Muharreminde şehid olmuştu. Şehid düştüğünde elli yedi yaşında idi.
Dipnotlar: 1- Diyar bekrî, el-Hamîs, 1, 471. 2- Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 108. 3- Barla Lâhikası, 356. 4- Köprü Dergisi, Sayı: 98. 5- Mektubat, s. 182-183. 6- A.g.e., s. 90. |
29.10.2010 |
Bediüzzaman Said Nursî’nin “cumhuriyet” ve “hürriyet” kavramlarına bakış açısı nasıldır? |
CEVAP: ‘Halk yönetimi. Siyasî mekanizması seçimle kurulan, adalet ve hukukun üstünlüğüyle temel hak ve hürriyetleri sağlamayı amaçlayan idare şekli’ olarak tarif edilen cumhuriyet; ve ‘Serbestlik, hür oluş. İnsanın ne kendisine, ne de başkasına zarar vermeden kanun, düzenleme ve değerler çerçevesinde serbestçe hareket edebilmesi’ şeklinde tarif edilen hürriyet kavramlarının Risâle-i Nur’da ele alınış şekli bu kavramları isim ve şekilden ziyade gerçek mânâsıyla yaşatabilmeye yöneliktir. Saltanat, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet olmak üzere üç devir yaşamış, yaşadığı dönemde Osmanlıdaki hürriyet tartışmalarına bizzat katılmış olan Said Nursî, bu kavramları anlatırken, İslâmiyet ile Cumhuriyeti (Meşrûtiyet) bağdaştıramayan İslâm ulemasına ya da bu kavramları yanlış algılayarak dindarlara baskı aracı olarak kullanan yöneticilere, cumhuriyet dersi vermiş, gerçek cumhuriyetin nasıl olması ve uygulanması gerektiğini anlatmıştır. Meşrûtiyet ve cumhuriyeti aynı anlamda kullanan Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfî adlı eserinde cumhuriyeti “Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir” (s. 65) şeklinde tarif eder ve üç temel esasa dayandırır: Adalet, meşveret (meclis) ve kanun hâkimiyeti. Bu esasların kaynağını İslâm olarak gösteren Said Nursî, bunların en mükemmel uygulama örneklerinin de Asr-ı Saadette yaşandığını ifade eder. Kur’ân’ın dört esasından birinin adalet olduğuna değinen Said Nursî, Asr-ı Saadet uygulamalarını örnek göstererek ve ‘Meşrûtiyet, adalet ve şeriattır’ (D. H. Ö., s. 23) diyerek Cumhuriyete din adına sahip çıkar. Ona göre, Cumhuriyet idaresi mutlaka adaleti sağlamak zorundadır. “Onların aralarındaki işleri meşveret iledir” (Şûrâ, 38) ve “İşlerde onlarla iştişare et” (Al-i İmran, 159) âyetlerini parlamenter sisteme delil olarak sunan Said Nursî’ye göre, meclis de Cumhuriyet idaresinin vazgeçilmez bir unsurudur. Bediüzzaman’a göre fikir hürriyetine ve şer’î meşverete dayanan meclis, milletin kalbi hükmündedir ve temsil ettiği milletin fikrine, kalbî, manevî hislerine tercüman olabilmelidir. (D. H. Ö., s. 85) “Kanunda inhisar-ı kuvvet” sözüyle kanun hakimiyetini ifade eden Said Nursî, “Meşrûtiyetin (Cumhuriyet) ağası haktır, kanundur, efkâr-ı ammedir (kamuoyu)” (Münâzarât s. 23) diyerek keyfi, kanun dışı, baskıcı uygulamaların Cumhuriyet idaresi ile bağdaşmadığını vurgular. Bediüzzaman’a göre kuvvet kanunda olmalıdır, yoksa istibdat (baskı, zorlama) ortaya çıkacaktır. Risâle-i Nur’da ifade edildiği şekilde, ‘isimlerin değişmesiyle hakikat değişmez’ prensibine dayanarak; istibdad-ı mutlaka Cumhuriyet namı vermenin hükümete ve millete tecavüz olduğunu ifade eden Said Nursî, baskı ve zorlamaların, hak ve hürriyetleri kısıtlamanın Cumhuriyet idaresiyle bağdaşmayacağını vurgulamaktadır. Said Nursî, zulmün meşrûtiyetten değil, kafalardaki cehaletin zulmetinden kaynaklandığını belirtirken (Beyanat ve Tenvirler, s. 89) Cumhuriyet hükümetinin vicdan hürriyeti ile birlikte ilim ve fikir hürriyetini de temin etmesi gerektiğini ifade eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 27) Sonuç olarak, Cumhuriyetin her şeyden önce isim ve resimden ibaret kalmaması gerektiğini belirten Bediüzzaman, başta hakikî adalet ve hürriyet olmak üzere bahsettiğimiz prensiplerin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır. Kısaca, Bediüzzaman’ın adalet, parlamento/meclis, kanun hakimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, ilim ve fikir hürriyetine dayandırdığı Cumhuriyet, bugün hâlâ tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen demokrat bir Cumhuriyetten başkası değildir. Bediüzzaman’a göre hürriyet, Allah’ı daha iyi tanımak için insana verilen eşsiz bir ayrıcalıktır. Risâle-i Nur’un fidanlığı olarak nitelendirdiği bir eserinde: “Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor. (Mesnevî-i Nuriye, 58)” sözüyle, gerçek anlamda Allah’ı tanımanın hür olmaktan geçtiğini vurgulamıştır. “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. (Emirdağ Lâhikası, 18)” diyecek kadar her şeyden önce hürriyetine önem veren Bediüzzaman, hürriyetin “herkesi bir padişah hükmüne getir”diğini ve her insanın hürriyet sevgisiyle padişah olmaya çalışması gerektiğini söylemiştir. (Münâzarât, 24) Hürriyeti ‘Başkasına zarar vermemek şartıyla insanın, hatta sefahet ve rezalet de olsa, her istediğini yapması’ şeklinde tarif edenlere karşı Bediüzzaman, Kur’ân âdâbıyla edeplenmiş ve süslenmiş olan hürriyeti şöyle tarif eder: “Sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki, hayvanlıktır. Şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine ne de başkasına zararı dokunmasın.” (Bey. ve Ten., s. 40) Buna göre; nefsin her türlü çirkin arzularına uyarak sefihçe her istediğini yapabilmeyi hürriyetle bağdaştırmayan Said Nursî, “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar” diyerek insanların kulluklarını unutmamaları gerektiğini vurgulamakta, mutlak hürriyetin olamayacağını belirtmektedir. “Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.” (Hutbe-i Şamiye, 103) diyerek hürriyetin sınırlandırılmasının gerekliliği üzerine vurgu yapmıştır. İnsanları nefs-i emmâresinin kölesi yaparak hayvanlaştıran, bu şekilde manevî çöküşlerle birlikte insanlığı maddî manevî her türlü hastalığa boğacak yolları açan bir hürriyetin ise, gerçek anlamda bir hürriyet olamayacağını söylemiştir. “Hürriyet-i şer’iye, Cenâb-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.” (Hutbe-i Şamiye, 67) diyen Bediüzzaman, imanın derecesi oranında hürriyetin parlayacağını ifade etmiştir. Çünkü Allah’ı tanıyan bir kişi başkasının baskısını ve istibdadını kabul etmeyeceği gibi; bilerek hiçbir insanın hürriyet ve hukukuna da tecavüz etmeyecektir. Birincisine, imanından kaynaklanan cesareti, kahramanlığı izin vermediği gibi, ikincisine de yine imanından kaynaklanan şefkati ve merhameti engel teşkil edecektir. Hürriyet düşüncesi demokrasiyi de canlandırmaktadır. Aileden, okula, mahalleye, şehre, ta ülkeye kadar her dairede hürriyetin etkisinin görülmesiyle sağlam, kalıcı bir demokratik bir yapı oluşur. Bediüzzaman’a göre, Müslümanların ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların zincirlerini açacak ve Asya medeniyetini ayağa kaldıracak en önemli iki unsurdan biri hürriyettir. Sonuç olarak, İslâmiyetin sınırlarının dışındaki hürriyetin ya istibdada, ya nefsin kölesi olmaya, ya canavarcasına hayvanlığa, ya da medenîlikten uzak bir vahşiliğe dönüşeceğini söyleyen Bediüzzaman’a göre hürriyet, Allah’ı daha iyi tanımak için insana verilen bir ayrıcalık olmakla birlikte, onu yeryüzünün halifesi olarak bütün varlıklar üstündeki yüce makama çıkaran Rahmânî eşsiz bir hediyedir. |
29.10.2010 |
Bediüzzaman Said Nursî’nin “cumhuriyet” ve “hürriyet” kavramlarına bakış açısı nasıldır? |
CEVAP: ‘Halk yönetimi. Siyasî mekanizması seçimle kurulan, adalet ve hukukun üstünlüğüyle temel hak ve hürriyetleri sağlamayı amaçlayan idare şekli’ olarak tarif edilen cumhuriyet; ve ‘Serbestlik, hür oluş. İnsanın ne kendisine, ne de başkasına zarar vermeden kanun, düzenleme ve değerler çerçevesinde serbestçe hareket edebilmesi’ şeklinde tarif edilen hürriyet kavramlarının Risâle-i Nur’da ele alınış şekli bu kavramları isim ve şekilden ziyade gerçek mânâsıyla yaşatabilmeye yöneliktir. Saltanat, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet olmak üzere üç devir yaşamış, yaşadığı dönemde Osmanlıdaki hürriyet tartışmalarına bizzat katılmış olan Said Nursî, bu kavramları anlatırken, İslâmiyet ile Cumhuriyeti (Meşrûtiyet) bağdaştıramayan İslâm ulemasına ya da bu kavramları yanlış algılayarak dindarlara baskı aracı olarak kullanan yöneticilere, cumhuriyet dersi vermiş, gerçek cumhuriyetin nasıl olması ve uygulanması gerektiğini anlatmıştır. Meşrûtiyet ve cumhuriyeti aynı anlamda kullanan Bediüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfî adlı eserinde cumhuriyeti “Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir” (s. 65) şeklinde tarif eder ve üç temel esasa dayandırır: Adalet, meşveret (meclis) ve kanun hâkimiyeti. Bu esasların kaynağını İslâm olarak gösteren Said Nursî, bunların en mükemmel uygulama örneklerinin de Asr-ı Saadette yaşandığını ifade eder. Kur’ân’ın dört esasından birinin adalet olduğuna değinen Said Nursî, Asr-ı Saadet uygulamalarını örnek göstererek ve ‘Meşrûtiyet, adalet ve şeriattır’ (D. H. Ö., s. 23) diyerek Cumhuriyete din adına sahip çıkar. Ona göre, Cumhuriyet idaresi mutlaka adaleti sağlamak zorundadır. “Onların aralarındaki işleri meşveret iledir” (Şûrâ, 38) ve “İşlerde onlarla iştişare et” (Al-i İmran, 159) âyetlerini parlamenter sisteme delil olarak sunan Said Nursî’ye göre, meclis de Cumhuriyet idaresinin vazgeçilmez bir unsurudur. Bediüzzaman’a göre fikir hürriyetine ve şer’î meşverete dayanan meclis, milletin kalbi hükmündedir ve temsil ettiği milletin fikrine, kalbî, manevî hislerine tercüman olabilmelidir. (D. H. Ö., s. 85) “Kanunda inhisar-ı kuvvet” sözüyle kanun hakimiyetini ifade eden Said Nursî, “Meşrûtiyetin (Cumhuriyet) ağası haktır, kanundur, efkâr-ı ammedir (kamuoyu)” (Münâzarât s. 23) diyerek keyfi, kanun dışı, baskıcı uygulamaların Cumhuriyet idaresi ile bağdaşmadığını vurgular. Bediüzzaman’a göre kuvvet kanunda olmalıdır, yoksa istibdat (baskı, zorlama) ortaya çıkacaktır. Risâle-i Nur’da ifade edildiği şekilde, ‘isimlerin değişmesiyle hakikat değişmez’ prensibine dayanarak; istibdad-ı mutlaka Cumhuriyet namı vermenin hükümete ve millete tecavüz olduğunu ifade eden Said Nursî, baskı ve zorlamaların, hak ve hürriyetleri kısıtlamanın Cumhuriyet idaresiyle bağdaşmayacağını vurgulamaktadır. Said Nursî, zulmün meşrûtiyetten değil, kafalardaki cehaletin zulmetinden kaynaklandığını belirtirken (Beyanat ve Tenvirler, s. 89) Cumhuriyet hükümetinin vicdan hürriyeti ile birlikte ilim ve fikir hürriyetini de temin etmesi gerektiğini ifade eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 27) Sonuç olarak, Cumhuriyetin her şeyden önce isim ve resimden ibaret kalmaması gerektiğini belirten Bediüzzaman, başta hakikî adalet ve hürriyet olmak üzere bahsettiğimiz prensiplerin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır. Kısaca, Bediüzzaman’ın adalet, parlamento/meclis, kanun hakimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, ilim ve fikir hürriyetine dayandırdığı Cumhuriyet, bugün hâlâ tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen demokrat bir Cumhuriyetten başkası değildir. Bediüzzaman’a göre hürriyet, Allah’ı daha iyi tanımak için insana verilen eşsiz bir ayrıcalıktır. Risâle-i Nur’un fidanlığı olarak nitelendirdiği bir eserinde: “Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor. (Mesnevî-i Nuriye, 58)” sözüyle, gerçek anlamda Allah’ı tanımanın hür olmaktan geçtiğini vurgulamıştır. “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. (Emirdağ Lâhikası, 18)” diyecek kadar her şeyden önce hürriyetine önem veren Bediüzzaman, hürriyetin “herkesi bir padişah hükmüne getir”diğini ve her insanın hürriyet sevgisiyle padişah olmaya çalışması gerektiğini söylemiştir. (Münâzarât, 24) Hürriyeti ‘Başkasına zarar vermemek şartıyla insanın, hatta sefahet ve rezalet de olsa, her istediğini yapması’ şeklinde tarif edenlere karşı Bediüzzaman, Kur’ân âdâbıyla edeplenmiş ve süslenmiş olan hürriyeti şöyle tarif eder: “Sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki, hayvanlıktır. Şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine ne de başkasına zararı dokunmasın.” (Bey. ve Ten., s. 40) Buna göre; nefsin her türlü çirkin arzularına uyarak sefihçe her istediğini yapabilmeyi hürriyetle bağdaştırmayan Said Nursî, “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar” diyerek insanların kulluklarını unutmamaları gerektiğini vurgulamakta, mutlak hürriyetin olamayacağını belirtmektedir. “Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.” (Hutbe-i Şamiye, 103) diyerek hürriyetin sınırlandırılmasının gerekliliği üzerine vurgu yapmıştır. İnsanları nefs-i emmâresinin kölesi yaparak hayvanlaştıran, bu şekilde manevî çöküşlerle birlikte insanlığı maddî manevî her türlü hastalığa boğacak yolları açan bir hürriyetin ise, gerçek anlamda bir hürriyet olamayacağını söylemiştir. “Hürriyet-i şer’iye, Cenâb-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.” (Hutbe-i Şamiye, 67) diyen Bediüzzaman, imanın derecesi oranında hürriyetin parlayacağını ifade etmiştir. Çünkü Allah’ı tanıyan bir kişi başkasının baskısını ve istibdadını kabul etmeyeceği gibi; bilerek hiçbir insanın hürriyet ve hukukuna da tecavüz etmeyecektir. Birincisine, imanından kaynaklanan cesareti, kahramanlığı izin vermediği gibi, ikincisine de yine imanından kaynaklanan şefkati ve merhameti engel teşkil edecektir. Hürriyet düşüncesi demokrasiyi de canlandırmaktadır. Aileden, okula, mahalleye, şehre, ta ülkeye kadar her dairede hürriyetin etkisinin görülmesiyle sağlam, kalıcı bir demokratik bir yapı oluşur. Bediüzzaman’a göre, Müslümanların ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların zincirlerini açacak ve Asya medeniyetini ayağa kaldıracak en önemli iki unsurdan biri hürriyettir. Sonuç olarak, İslâmiyetin sınırlarının dışındaki hürriyetin ya istibdada, ya nefsin kölesi olmaya, ya canavarcasına hayvanlığa, ya da medenîlikten uzak bir vahşiliğe dönüşeceğini söyleyen Bediüzzaman’a göre hürriyet, Allah’ı daha iyi tanımak için insana verilen bir ayrıcalık olmakla birlikte, onu yeryüzünün halifesi olarak bütün varlıklar üstündeki yüce makama çıkaran Rahmânî eşsiz bir hediyedir. |
29.10.2010 |
Bediüzzaman’dan CHP’ye mektup var |
Bediüzzaman, 1947 yılında, iktidar partisi CHP’nin genel sekreteri Hilmi Uran’a bir mektup yazmış ve bu mektubu daha sonra Emirdağ Lâhikası’nda yayınlatmıştır. Geçen hafta, basında, CHP’de yaşanan değişim sancılarını bilhassa bu mektuptan yola çıkarak eleştiren bir yazı yayınlandı. (Said Nursî’den CHP’ye Mektup, Soner Yalçın, Hürriyet, 24 Ekim 2010) Yazıda özetle, — CHP’nin 1947’de yaptığı “Demokratikleşme Kongresi”nde aldığı kararlarla demokrasiye önem vermeye başlamış olmasının bu parti açısından politik bir hata olduğu, — Bu taleplerin aslında ABD kaynaklı ve komünizmin yayılmacı yaklaşımına karşı bir kalkan oluşturmaya yönelik sun’î talepler durumunda olduğu, — Halkın laiklik ilkesine zıt taleplerine kısmen de olsa olumlu cevap verilmesinin bir tür “popülist yaklaşım” olduğu, — Bu durumun, din lehinde yaşanan bu değişikliklerin Said Nursî tarafından da yeterince beğenilmemesinden anlaşılabileceği savunulmaktadır. Hem o yazıya bir tavzih ve tashih, hem de okuyucularımız için bir güncelleme denemesi olmak üzere aşağıda Üstadın bu mektubunu değerlendireceğiz.
ÜSTAD’IN MEKTUBU Önce mektubun en önemli ve bir tür özet sayılabilecek olan kısmını aktaralım: “Eğer şimdi siz Kâtib-i Umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 191).
ÜSTADIN MEKTUBUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ 1- Bediüzzaman bu mektubu, hayatının—kendi tabirince—Üçüncü Said devresine henüz geçmeden önce kaleme almıştır. Bu göstermektedir ki, Üstad, siyaset kurumu ve devlet idaresi ile ilgisini 1925 ile 1950 arasındaki İkinci Said döneminde de “ara sıra ilgilenmek ya da mecburen bakmak” biçiminde sürdürmüştür. Bu ilgilenme hâlinin bir sebebi ise, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde dünya siyasetinde ortaya çıkan yeni oluşumların âlem-i İslâm’ın ve dolayısıyla âlem-i İslâm’ın manevî çekirdeği durumunda olan Nur iman hizmetinin mukadderatıyla ilgisinin görülmesidir. 2- Bediüzzaman’ın bu mektupta muhatabına hitap ediş biçimi, mektubu hususî bir mektup gibi gösterse de, aslında durum böyle değildir. Mektubun yayınlanmış olması da göstermektedir ki, mektubun muhatabı bir kişi değil, öncelikle bir kitle (CHP’liler) ve bütün siyaset erbâbı ve hatta bütün insanlıktır. Dolayısıyla bu mektubun verdiği dersten herkes muhatap olma biçimi ve niyeti nisbetinde istifade edebilir. (Soner Yalçın’ın mektupta yer alan bilgi ve tavsiyelerden istifadesinin de bu yazı ile artacağını ayrıca ümit ediyoruz). 3- Bediüzzaman, mektubunda konunun aslî muhatabına1 nasihat etmektedir. Üstadın, CHP hakkındaki diğer bazı beyanları da aynı istikamettedir: “… bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, … hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, ‘ve lâ tezirû vaziretun vizra uhrâ’ âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi.” (Emirdağ Lâhikası, s. 459.) “Hem eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim …sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş. …Risâle-i Nur eski partinin dört beş hatâsını yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın hatâsını doksan beşe de verip yirmi otuz derece ziyadeleştirmemiş. Onun için umum o partinin ekserisi, iktidar partisi kadar Risâle-i Nur’a minnettar olmak lâzımdır. Çünkü, bu dersi, bu kanun-u esasiye-i Kur’âniyeyi Risâle-i Nur ders vermeseydi, o beş adamın hatâsı binler adamı da hatâkâr yapardı.” (Emirdağ Lâhikası, s. 451.) Buna göre Bediüzzaman CHP’nin zulüm ve hatalarını dahi CHP’nin içindeki yüzde beşlik çekirdek kadroya vermektedir. Bu izah, Üstadın, umumî duâlara rağmen gelen umumî musîbetlerin sebeplerini izah ettiği mektupta yer alan “azınlığın azınlığı” kavramını da açıklamaktadır: “…ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musîbet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; ‘Biz buna müstehakız’ derler.” (Kastamonu Lâhikası, s. 24.) 4- Diğer partilerin de en az CHP kadar hitaba ve muhatap alınmaya hakkı vardır. Gerçekten, yönlendirilmeye ve irşad edilmeye ehil olmak yönünden, partiler arasında fark yoktur. Nurun irşadına daha yatkın ve yakın olmak hususunda bazı farklar görülebilir ki, bu da sadece irşad için “öncelik” tesbitinde yardımcı olacak bir bilgi niteliğindedir. 5- Ancak CHP’nin ıslâhı için gayret edilmesi CHP’nin seçimlerde desteklenebileceği mânâsına da gelmez. Nitekim mektupta da CHP’nin muarızı olan DP’nin gelecekteki iktidarına işaret edilmektedir: “Size karşı bir muârız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlûp ederdi.” Gerçekten, Bediüzzaman, geniş ferasetiyle, CHP’nin gerçek bir halk desteğiyle yani çoğunluk desteğini alarak bir daha iktidar yüzü göremeyeceğini tesbit etmiştir: “Üstadımızdan, niçin Demokrat Partiyi muhafazaya çalıştığını sorduk. “Cevaben: ‘Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Hâlbuki, Halk Partisi İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem Cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbariyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek. “Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır.2 Halbuki, bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebîlerle mukayese edilemez. İşte bunun için, hayat-ı içtimâiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum’ dedi.” (Emirdağ Lâhikası s. 422.) 6- Bediüzzaman’ın bu mektuptaki öncelikli amacı, tek parti döneminde yürütülmüş olan inkılâplardaki yanlışlardan dönülmesini sağlamaktır. Bu hususta mektupta şunlar ifade edilmektedir: “Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılâpların icbarıyla yapılan tahribatları—hususan an’ane-i diniye hakkında—tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve ahirette büyük kusuratlarınıza kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.” 7- Bediüzzaman bu mektupta toplumsal dönüşüm beklentisini de açıkça ifade etmektedir. Nitekim Bediüzzaman, siyasî partileri tahlil ettiği mektubunda, halkın yüzde altmış yetmişinin tam dindar olması hâlinde, bu sosyolojik değişim basamağının siyaset âleminde de bazı değişikliklere vesile ya da basamak olabileceğini bildirmektedir: “İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir.” (Emirdağ Lâhikası, 386.)
BUGÜNE YANSIMALAR Toplumsal dönüşüm, toplumun bütün katmanlarının ve bütün siyasî tonlarının az ya da çok dönüşümüyle mümkündür. Dolayısıyla dönüşümden bu günkü CHP de nasibini alacaktır. O halde bu günkü CHP de, aynen 1947’deki CHP gibi, Bediüzzaman’ın görüşlerini ve tavsiyelerini nazara almalıdır. Gerçek bir cumhuriyetçiliğe ve demokratlığa dönmek kaçınılmaz bir sonuçtur. Bir partinin demokratik çok seslilik içinde dile getirilen toplumsal talepleri siyasal talebe ve projeye dönüştürmesinin amacı, elbette, halka yakın olmak ve kendisini beğendirmek suretiyle gelecek seçimlerde de halktan oy alabilmektir. Bu, popülizm değil, “Halka hizmet hakka hizmettir” anlayışının yansımasıdır. Zira “halkın teveccühü” siyasetin temel belirleyici değeridir.
DİPNOTLAR:
1- Mektubun muhatabının makamı olan “Kâtib-i Umumi”lik ya da bu günkü adıyla “Genel Sekreterlik”, tek parti diktatörlüğü olarak anılan bütün yönetimlerde, yönetimi elinde tutan partilerde görülen “iç reislik” niteliğindedir. Partinin genel başkanı aynı zamanda “dış reis”tir yani devlet başkanıdır ve dolayısıyla partinin iç işleriyle ilgilenmeye vakti yoktur. Parti işlerini ise iç reis takip eder. Diğer ifadeyle CHP’de tek parti idaresi dönemindeki genel sekreterlik makamı, bu günkü “genel başkanlık” makamına eş değerdedir. Bu mektup da bir iç reislik işi olan “kongre” sonrası yazıldığı için doğru muhataba yazılmıştır. 2- CHP ile komünizm arasındaki bu bağı ancak CHP’nin siyasî felsefesinin arka planındaki materyalizmi ve pozitivizmi bilen az sayıda CHP’li idrak edebilecektir. (Enstitü’nün notu) Üstad’ın mektubundan “Eğer şimdi siz Kâtib-i Umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 191) |
29.10.2010 |