Görüş |
Bu Nurcular ne yapar?
Bambaşkadır Nur kardeşliği, Nur birlikteliği, Nurlara ve Kur’ân’a hizmet etmek bambaşkadır. Bu nurefşan iklime girdiğiniz zaman, hele de sağanak sağanak yağan Nur yağmurunda iliklerinize kadar ıslandığınız zaman kalbinizin, ruhunuzun ve bedeninizin, adeta bütün hücrelerinizin rahatladığını ve tam bir huzura kavuştuğunu hissedersiniz. Bu histen aldığınız mânevî lezzeti ve doyumu başka bir şeyde bulamazsınız. Peki bu Nur kardeşler ne yaparlar da mânevî tahribatın şiddetli olduğu, yalanın, riyanın, her türlü ahlâksızlığın ve kötülüğün kol gezdiği, binlerce günahın ışık hızıyla insanlara hücum ettiği ahirzamanın en dehşetli zamanında saadetli, huzurlu ve mutlu bir hayat sürerler? Kendilerini her türlü günahtan ve kötülükten muhafaza etmeye çalışırlar. Sadece kendilerini düşünmezler, bencillik yoktur mesleklerinde, kendi imanlarının kurtuluşu için çalıştıkları gibi başkalarının imanlarını da kurtarmaya vesile olmaya çalışırlar İnşâallah. Bir de Medrese-i Nuriyeleri vardır: Kalplerin sırf Allah (cc) rızası için attığı, gönüllerin peygamber sevgisiyle dolup taştığı, fedakârâne kardeşlik ve samimane dostluğun yaşandığı Nurlu mekânlardır bu Nur medreseleri. O Nurlu mekânların birine girdiğinizde sizi karşılayan kişileri hiç tanımasanız bile samimî ve içten bir kucaklaşmayla karşılaşırsınız hemen. Öyle bir muhabbetle karşılaşmadır ki o, sanki yıllardır birbirinizi tanıyormuşsunuz hissine kapılırsınız bir an. Sonra bir topluluk görürsünüz içeride, meleklerin bile gıptayla baktığı bir topluluk... Birbirlerine karşı ihlâs ve muhabbetle İslâmın kardeşlik esaslarını hakkıyla paylaşmaya çalışan bir topluluk. Nurculardır onlar, Nur Talebeleridir. Niye gıptayla bakılır ki bu Nurlu insanlara, niye imrenilir ki onlara? Niye biliyor musunuz? Çünkü orada Âlemlerin Rabbi olan Allah (cc) anlatılır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah (asm) anlatılır. Kur’ân ve iman hakikatleri anlatılır. İşte Nurcular böyle bir Nurlu yolun aşığı ve karasevdalısıdırlar. Bu yolda yürürken hiçbir zaman eğilip bükülmemiş, kimseye boyun eğmemiş, Üstadları gibi hakkın hatırını yüce tutup hiçbir hatıra feda etmemişlerdir. Nereden alırlar bu gücü ve kuvveti, imanlarını ne ile muhafaza etmeye çalışırlar? Tabiî ki asrın müceddidi, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yazmış olduğu, asrımızı en iyi bir şekilde okuyan Kur’ân-ı Kerim’in eşşiz tefsiri Risâle-i Nurlardan alırlar. Allah’ın varlık ve birliğinin, Kur’ân ve iman hakikatlerinin kesin delillerle anlatıldığı, adeta nakış nakış işlendiği Nurlu eserlerdir Risâle-i Nurlar. Nurcular Risâle-i Nurları devamlı okurlar, okumaktan usanınca tekrar okurlar, tam bir kitap ve ilim aşığıdırlar, okuduklarını anlarlar ve anladıklarını, öğrendiklerini hayatlarıyla bütünleştirerek hayatlarının her anında uygulamaya koyarlar. Peygamberimizin sünnet-i seniyelerine uyarak toplumda örnek insanlar olurlar. Emniyeti ve asayişi bozucu hiçbir hareketleri yoktur, tam tersine emniyet ve asayişin manevî birer bekçileridir onlar. Toplumu ayakta tutan dinî, ahlâkî ve insanî değerlerin yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttuğu bu felâket ve helâket asrında böyle Nurlu insanların yanında olanlara ne mutlu! Ne mutlu, Allah (cc) yolunda ilerleyen bu insanlara yardımcı olanlara! “Allahın dinine sarılıp birlik olduğunuz gibi, içinizde bir de öyle bir toplum bulunsun ki onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırsın” (Âl-i İmran: 104) Nur Talebeleri de bu vazifeyi canla başla yerine getirmeye çalışıyorlar İnşâallah. Rabbim İnşâallah son nefesimizde bizlere imanla kabre girmeyi nasip ve müyesser eylesin, bizleri bu kudsî Kur’ân ve iman hizmetinden ayırmasın, bildikleri ile amel eden salih kullarından eylesin, âmin.
YILMAZ SALIK |
15.09.2010 |
Elhamdülillah kelimesi
Elhamdülillah, Allah’a şükürdür. Hamddir. Ezelden ebede kadar, her türlü hamd, övgü, şükür ve minnet Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. O’na aittir. Yenen bir nimet sonrası yapılan şükür, o nimetin yok olmasını önler. Nimet veren bâkî ise, nimetten ayrılık söz konusu olamaz. Yerine yenisini verecektir. Nitekim her baharda yeryüzü sofrası yenilenir. Çeşit çeşit meyveler ağaçların, daldan elleri ile bizlere ikram edilir. İnsan olarak Allah’ın hangi bir nimetine şükredelim? Bize verdiği vücut nimetine mi? Ki mu'cizevârî san'at ve organlarla donatılmış. Dil, göz, kulak, mide, kalp, beyin, damarlar vs. Bir midemizi düşünelim... Yeryüzündeki bütün nimetler midemize uygun tasarlanmış. O halde midemize onca uygun nimeti yaratanla, midemizi yaratan aynı. Bu durum şükrü, teşekkürü gerektirmez mi? Allah’ın bizi uzaydan gelen ultraviyole ışını gibi zararlı ışınlara karşı korumak için, atmosferi ve atmosferde ozon tabakasını yaratması “Elhamdülillah” dememizi icap ettirmez mi? Hafîz ismi ile bizleri zararlı nesnelere karşı koruyor. Biz düşünen insanlar ultraviyole ışınlarının daha yeni farkına varıyoruz. Annemizin karnında da dokuz ay korunmadık mı? Hem taş da olabilirdik. Bitki de. Hayvan da olabilirdik. Hatta bir yağmur damlası da. Ama insan olarak yaratıldık. Halife-i zemin olduk. Müslüman olmamız da şükrü gerektirmez mi? İslâmiyet gibi bir nimete kavuşmuşuz. En son ve mükemmel bir din. Fazla aramadan, zahmet çekmeden kucağımızda bulmuşuz. Terlemeden bulduğumuz için biraz kıymetini az biliyoruz. Aynen balıklar gibi. Araştırarak bulsa idik, yabancılar gibi, daha kıymet ve önem arz ederdi. Çölde bulunan vaha gibi. Su gibi. Daha kadir kıymet bilirdik. Türkiye gibi cennet bir ülkede dünyaya gelmişiz. Bir anda dört mevsim yaşıyoruz. Sulak bir alan. Suyumuz bol. Her an, her meyveyi bulmamız mümkün. Elhâsıl, şükür nimeti bir anlamda insanın acizliğini, çaresizliğini, daima şükretmesi gerektiğini de biz insanlara ihtar eder. Mutlu olmamızı sağlar. Saadetimizi temin eder. Evet, bu İslâmî kelimelerin anlamlarını mânâlarını öğrenmek, bunları bilerek tekrarlamak daha anlamlı, daha sevaplı ve de güzeldir. Bu yüzden biraz gayret göstermeliyiz. Zamanımızı bu tip hayırlı işlere tahsis etmeliyiz. Elhamdülillah sözü bizlere geçmişimizi, geleceğimizi de hatırlatır, anlamamızı sağlar. İçinde bulunduğumuz zamana da anlam katar, mânâlandırır. “Geçmiş zamanı” ahirete giden yolcular olarak gösterir. Kaybolmalarını önler. Bu arada, hafıza nimetini de düşünelim. Bütün hayatımız, yaşayışımız beynimizde küçük bir noktada çekirdek gibi toplanıyor. Veya bilgisayar programı gibi programlanıyor. Arşivden alır gibi geçmişle ilgili çoğu olayı hatırlıyoruz. Elhamdülillah, geleceği ise, ebedî saadete geçiş köprüsü olarak sevdirir. Yatırım yapmamız için teşvik eder. Eken biçer. İçinde bulunduğumuz zamanı, her şükrünü eda ettiğimiz nimeti, ebedî âlemde meyve olarak yemek fırsatını sunar. Ayrıca içinde bulunduğumuz dünyayı bir gemi olarak, ücretsiz, biletsiz olarak gökyüzü denizinde, esirde yüzdürür. Seyahat ettirir. Şükrü ise, Elhamdülillah sözüdür. Hamddir. Allah’ı anarak, O’nun nimetlerinden haberdar olduğumuzu kendisine bildirmemizdir. Arz etmektir. Düşünüyor olmaktır.
CİHAT ERDOĞ |
15.09.2010 |
Gözler yalan söylemezmiş
Ya eller, ayaklar… Dil her zaman telâffuz edemese de gerçeği, yalan söyleme becerisi yoktur gözlerin. Peki ya ellerin, ayakların ve diğer görünen azaların? Yalana yalandır demek aslında fıtrat mayasında. Yeter ki görmesini bilelim. Sahi, dil nedir sizce? Diyeceklerimizi anlatan dil… Ya da konuşma? İngilizce, Çince, Japonca, Türkçe, Kürtçe gibi dil kalıplarına sığıştırdığımız seslendirilen kelimeler mi? Peki, ya sessiz kelimeler? Sessiz sedasız, ancak gök gürültüsünden daha gümbürtülü, çağlayanlardan daha önüne set çekilemez ifadeler. Yalanın filtrelendiği, tanımsız kabul edilip içeri alınmadığı içten hâller. Ülke hudutları, lehçe, telâffuz, dil gibi ifadelerin sınırlandıramadığı ortak dil. Son zamanlarda “beden dili” gibi ifadelerle anlatılmaya çalışılan; ufak tefek ince farklılıklarıyla birlikte ortak dil yapısı olan hâlimiz, tavrımız, mimiklerimiz, jestlerimiz. Dilimiz ses vermeden anlatıvermede ne demek istediğimizi. Belki de bu yüzden birbirinin yüzüne baktığında tek kelime ortak bir dilden bilmediği hâlde anlaşabilmesi insanların. Ses tellerimizin titreşiminden öte çok daha yüksek perdeden konuşurken her hâlimiz, peki nedendir hâlâ birbirimizi yanlış anlamalarımız ya da hiçbir şey algılamayışlarımız. Güneşin tam tepede olduğu zamanlardan daha fazla kara gözlüklerin gözümüzde kalakalmasından mı? Kapalı ortamlarda kâh gerçeğini gözümüzden çıkarmadığımız, kâh sanal olarak yedi-yirmi dört bizimle hayata bariyer koyduğumuz kara camlı gözlüklerimiz. Ne kimse gözbebeklerimizi görsün, ne de biz başkasınınkini. Gözleri kaçırdık gerçek yüzlerden, gerçek yüzümüzden de; haşirde konuşacak ellere, ayaklara numune her daim konuşup, her hâlimizi anlatırken beden dilimiz; elleri, ayakları diğer azaları nasıl kamufle edeceğiz aşikâre ortadayken? Diğer istidatların gelişime tâbi tutulması gibi bedenimizin her bir parçasının konuşmaya dünya diyarında başlaması akıldan hiç uzak görünmüyor aslında. Nasıl yaratılış mu'cizelerini algılayabilmemiz değer vermemiz için gözümüzü kaldırıp bakmamızla oluyorsa bu evrensel dili duymamız da gözlerimizle. Yeter ki başımızı bazen aynı ofisi paylaştığımız mesai arkadaşımıza konuşmaktansa sanal mektup gönderdiğimiz cihazlardan kaldırıp birbirimize bir bakalım. Haydi, şimdi bir dönüp bakalım etrafımıza, dostlarımıza, canlarımıza. Başımız önde gezerken ıskaladığımız duyguları… Hiç sevmediği halde acı şurup misali mecbur ettiğimiz fincan fincan çayları… Günün yorgunluğu gelip gözkapaklarına oturduğunda daha sonra görüşelim deyip bize ziyaretimizi bitirmemiz gerektiğini söyleyemeyen, incitmemek için çabalayan dostumuzun artık nerdeyse gözden kaybolan gözbebeklerini… Ekonomik sıkıntıda olduğunu fark edemediğimiz komşumuza kaç para tutar ki, haydi taksiye atla git diye ısrarlarımıza verilen sessiz çaresizlik cevaplarını… Âniden çözülen bir şifre gibi açık açık okumanın şaşkınlığını atamayacağız belki bir süre üzerimizden. Öyleyse hâlâ niye kendi kafamızda senaryolaştırdığımız çevremizdekilerin oyunculuğunu yaptığı sanal kurgularla hayatı yaşamış, birbirimizi anlamış gibi yapıyoruz. Başımızı kaldırıp bir bakalım birbirimize. Bazen gerçeklerle yüzleşmek incitse de, sahte gülücüklere, akıl okumalara tercih edilir. Sizce?
NUR HACINEBİOĞLU |
15.09.2010 |