Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Kim ki inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Kadir Gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.
Câmiü's-Sağîr, No: 3716 |
04.09.2010 |
Asayişi temin eden köprü zekâttır İnsanların heyet-i içtimâiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir. bütün muâvenet ve yardım nevîlerini hâvî olan zekât hakkında, sahih olarak Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan “Zekât İslâmın köprüsüdür” (Et-Teğrib ve’t-Terhib, c.1, s. 517) hadis-i şerifi mervîdir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimâiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muâvenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir. Evet, zekâtın vücubu ile ribânın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır. Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimâiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün. Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!” İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.” Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır. Nev-î beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır. Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur. Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimâiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
İşârâtü’l-İ’câz, s. 48-49
LÜGATÇE:
muavenet: Yardım, yardımlaşma. hâvî: İhtiva eden, içine alan. mervî: Rivayet olunan. heyet-i içtimâiye: Sosyal hayat. terakkiyat: İlerlemeler, gelişmeler. vücub: Vacip oluş. ribâ: Faiz. hurmet: Haram oluş. maslahat: Fayda. mesâvi: Kötü haller, fenalıklar. nev-i beşer: İnsanoğlu. hurmet-i riba: Faizin haram oluşu. hatt-ı muvasala: Buluşma çizgisi, kavuşma yeri, ulaşma noktası. muvasala: Vâsıl olmak, erişmek. müraat: Riâyet etme, uyma. musalaha: Sulh, barış. teberruat: Teberrûlar, bağışlar. |
04.09.2010 |
Bediüzzaman’ın Urfa’daki son anları
Takvim yaprakları 23 Mart 1960 Çarşambayı gösteriyordu. Hicrî 1379 Ramazan’ının 25’inci günü idi. Saat 03.00’ü gösteriyordu. Sahur vakti Bediüzzaman’ın yanında talebeleri Zübeyir Gündüzalp, Bayram Yüksel, Hüsnü Bayram ve Abdullah Yeğin vardı. Artık sabah olmakta, yeni bir gün başlamaktaydı. Sabah namazı vakti Urfa minarelerinde Ezan-ı Muhammedî okunuyordu. Hizmetkârlar, Üstadın her zamanki gibi kalkmasını, “Sabah namazı vakti girdi mi?” diye sormasını bekliyorlardı. Üstad kalkmıyor, namaz vaktini sormuyordu. Bu durum karşısında sabahleyin Nur Talebeleri Vaiz Ömer Efendi’yi çağırırlar. Ömer Efendi gelip vaziyete bakar, nabzını tutunca yaşlı gözlerle ancak “İnnâ lillah ve inna ileyhi râciûn” diyebilir. Az sonra otel sahibi Mehmet Efendi gelir, kapıdan şöyle bir bakınca, o da durumu anlar “Eyvah” diye dizlerine vurarak feryat etmeye başlar. Dışarıda otelci ile emniyet müdürü karşılaşırlar. Müdür: “Ne o?” Otelci: “Vefat etti.” Müdür: “Hakikat mi?” Otelci: “Evet.” Türkiye’ye sığmayan bir Bediüzzaman, bir otel odasında son nefesini vermişti. Hayatı boyunca peşini bırakmayan polisler, vefatında da yine ilk haberi almışlardı. Bir devir kapanmıştı artık... İpek Palas Otelinin 27 numaralı odasının ortasına bir top ateş düştü adeta. Üstadın başucunda talebeleri hüngür hüngür ağlıyorlardı. Bediüzzaman’ın vefat ettiği haberini alan Urfalılar otelin önüne toplanmaya başladı. Vefat haberi önce Ankara’ya ulaştı, ardından da radyo tarafından bütün Türkiye’ye duyuruldu. Bediüzzaman Urfa’da vefat etmişti. 24 Mart tarihli gazeteler bu haberle çıktı. Hüradam: “İslamın büyük kaybı” manşetini atarken, Yeni Urfa “İslâm âleminin büyük kaybı” demişti. Hürriyet, Tercüman, Akşam, Vatan, Hürsöz vefat haberini manşetten, ama yorumsuz olarak verdiler. Urfalılar aziz misafirlerini ebedî istirahatgâhına uğurlamanın telâşına düştüler. “Üstadı Dergâh’ta yıkayacağız ve oraya defnedeceğiz” diye karar alındı. Cenazenin 25 Mart günü Cuma namazından sonra defnedilmesi arzu ediliyor, bir yandan da defin hazırlıkları yapılıyordu. Urfa Postanesinden Nur Talebelerine telgraflar çekildi. Çarşamba günü öğleden sonraydı. Urfa’ya çise çise yağmur yağıyordu. Bediüzzaman vefat edeli henüz birkaç saat olmuştu. Naaşı İpek Palas Otelinden alınarak, eller üzerinde Ulu Cami'ye getirildi. Bu sırada tereke hakimi ise Bediüzzaman’ın mal varlığını, tesbit ediyordu: Cübbe, sarık, ibrik, pamuklu çamaşır, lastik ayakkabı ve bir de 20 lira. Vefat haberini alan Nurcular, cenazeye yetişmek için Urfa’ya doğru hareket ediyorlardı. Bu durum Ankara’yı tekrar telâşlandırdı. Bu kez cenazesinden korkuyorlardı. Urfa’ya cenazenin hemen defnedilmesi için baskılar yapılmaya başlandı. Yeni bir gerginlik yaşanmaması için defin işlemleri bir gün öne alındı. 24 Mart Perşembe günüydü. Binlerce insan tarafından Ulu Cami’den alınan cenaze, tekbirler ve duâlarla Dergâha getirildi. Binlerce insan katılmış, Ulu Cami ile Dergâh arasındaki 1.5 kilometrelik yol, ancak iki saatte alınabilmişti. Üstadın cenaze namazı, ikindi namazının ardından kılındı ve Halilürrahman Dergâhına defnedildi. Bediüzzaman vefat etmiş, artık bir devir kapanmıştı. Gazeteler cenazeye geniş yer verdi. Birçoğu Urfa’ya özel muhabir göndermişti. Haberlerde aşırı izdihama özel bir dikkat çekildi. Ancak cenaze haberinin hemen yanında bir başka haber daha yer alıyordu. Aralarında Urfa’nın da bulunduğu Türkiye’nin muhtelif yerlerine kırmızı çamur yağdığı haberiydi bu.
(Kaynak: Serdar Murat, Ankara Siyaseti ve Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat, 2001; Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Nesil Yayınları, 2005) |
04.09.2010 |