27 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Güncel

Millet iradesinin hançerlendiği kara gün

Bayramınız kutlu olsun(!) 27 Mayıs ihtilâli ile ilgili bir yazıya bu şekilde başlatan talihsiz olay, 27 Mayıs darbesi sonrası seçilmiş başbakanın ve bakanlarının asıldığı tarihin ülkemizde “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanmış olmasıdır.

Öğrendiğimde beni şaşkına çeviren şey ise bu bayramın “82” darbe anayasasının yürürlüğe girmesiyle kalkmış olması...

27 Mayıs 1960 ihtilâli ülkemiz için önemli bir dönüm noktası olarak tarihteki yerini almıştır. Öncelikle bu konuda hatırı sayılır birkaç kişinin tesbitlerinden bahsetmek istiyorum. Bunlardan birincisi bir gazeteci. Kendisi 1960 darbesi ile birlikte siyaset yapan ehl-i insaf kimselerin siyasete küsüp kendi dünyalarına çekildiklerini ya da başka bir alana yönelmeleri sonucu siyasetin bugün hoşlanmadığımız parmak kaldıran siyasetçilere dönüştüğünü ifade etmiştir. Bunun yanı sıra akademisyen kimliği ile öne çıkan muteber kişi ise bugün 27 Mayıs 1960 tarihine darbe diyenlerin o gün darbe diyemediklerini söylemesidir. Her iki duruma da göz attığımızda haklılık payı oldukça yüksek gözüküyor. Bunların değerlendirmelerini size bırakarak 27 Mayıs 1960 öncesi olanlara kısaca göz atalım.

CELAL BAYAR SAF DIŞI

Mustafa Kemal’in ölümünden sonra—ölmeden kısa bir süre önce arasının bozulduğu- İsmet İnönü, cumhurbaşkanı seçilmişti. Mustafa Kemal’i bir vücudun başı olarak kabul ettiğimizde İnönü bu vücudun sağ kolu, Celal Bayar da sol koluydu. İsmet İnönü, göreve gelir gelmez sol kolu kesip atma taraftarı olmuştur.

İNÖNÜ KİME BENZİYOR?

Geçtiğimiz günlerde Erdoğan ile Baykal arasında İnönü’nün kime benzediğine dair tartışmalar yaşanmıştı. Erdoğan, İnönü’yü Hitler’e benzetmişti. Bu benzetmeden sonra Zaman gazetesi yazarı Mümtaz'er Türköne ise bir yazısında İnönü’nün Hitler’e değil, Mussolini’ye benzediğini hatta 1932 yılında İtalya’ya ülkemizden giden bir heyetin İtalya’ya hayran kalarak orada gördüklerini geri döndüklerinde ülkemize uygulama girişimlerinden bahsetmişti. Hatta bu doğrultuda 19 Mayıs kutlamalarının da faşizmin pratiğe dökülmüş hali olduğunu vurgulamıştı. Bu çerçeveden baktığımızda İnönü’yü Mussolini ile buluşturabiliriz. Lâkin bunun yanı sıra hayatını 6 ilke ile belirleyen Mustafa Kemal’in ardından başa geçen İsmet İnönü, 6 ilkeyi uygulamak yerine 3 ilke üzerine ağırlık vermiştir.

“Ne varsa devlet içindedir, hiçbir şey devlet dışında değildir, hiçbir şey devlete karşı olamaz.” Bu sözler tabiî ki İnönü’nün benzediği iddia edilen Mussolini’ye ait. Bu ilke devletçilik ilkesi ile birebir örtüşüyor. Okul kitaplarında devletçilik ilkesinin daha çok iktisadî alanla ilgili olduğu yazılsa da İnönü, büyük bir başarı ile bu ilkeyi siyasî hayata da uygulamış ve baskıcı bir yönetim oluşturmuştur.

İnönü’nün şiddetle uyguladığı ikinci ilke ise laiklik olmuştur. Bu konuyla alâkalı Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’in sözlerini hatırlamak yerinde olacak: “Laiklik, en azından Batı ülkelerinde, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılışını belirtir. Biri dünya meselelerine hükmederken, diğeri manevî alanın düzenleyicisi olarak kalır.”

İnönü’nün anladığı laiklik, bu mânâda bir laiklik değildir. Kendisi tıpkı komünistler gibi, laiklikte sadece dine karşı çıkan ve insanın kalbinden din duygusunu ve Allah sevgisini söküp atmak için, dine savaş açan bir maddecilik şekli görür. Dolayısıyla da gaye bellidir: En azından yarısı henüz eğitimsiz olan halkı, kendi zaafları ve ihtirasları karşısında donanımsız bırakmak tehlikesine rağmen, din kurumunu yıkıp ortadan kaldırmak...” 1

Sanırım bu sözler üzerine laiklik uygulamaları adı altında yapılan faaliyetlerden çok da bahsetmeye gerek yok. Çünkü zaman geçmiş olsa da bugün ortaya atılan ‘laiklik karşıtı’ ithafına maruz kalmış her fiil, o günlerde de öyle gözüküyordu.

Bir diğer ilke ise milliyetçilik idi. Bu konuda da İnönü, Mustafa Kemal’i geçerek dil konusunda radikal kararlara imza atmıştır. Bu doğrultuda Türkçemiz ile bütünleşmiş Arapça ve Farsça kelimelere karşılık olarak zorlama Türkçe kelimeler ürettirmiş ve son olarak da 1943 yılında anayasanın dili, bu revizyondan nasibini almıştır. İşin dinî boyutuna bakıldığında da gençler arasında Allah’a inanmadığını söylemek ve her türlü manevî değere karşı olmak bir moda haline geldi. Böylelikle de dinî ve manevî değerlerden yoksun, anlık ve maddî menfaat peşine bağlı bir nesil ortaya çıktı. 2

Bu noktada yazının başında bir gazetecinin ifade ettiği ehl-i hak insanların siyasetten çekilmeleri tezini doğrular nitelikte olduğunu görüyoruz. Bugün şikâyetini ettiğimiz olayların temelinin 60’lı yıllarda atılmış olmasını içler acısı bir durum olarak nitelendiriyorum.

DEMOKRAT PARTİ’NİN KURULUŞU

Konuya daha net bakabilmek için, Demokrat Parti’nin de kuruluşuna kısaca değinelim. 1943 yılından sonra milletvekilliğinden istifa eden Celal Bayar, İnönü’den intikamını almak için fırsat kolluyordu. Bu doğrultuda da 1945 yılında CHP’den istifa etti. Partiden daha demokratik bir yönetime geçilmesi için önerge verdikleri için ihraç edilen Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile bir birlikteliğe başlamış oldular. Halk da bu isimlere “Dörtler” namını taktı. Bu dörtler kendi aralarında toplantılarına hız verip yeni bir partinin temellerini attılar ve 1945 yılı sonlarında Demokrat Parti kuruldu. Partinin programı ise 7 Ocak 1946’da ilân edildi.

NANKÖR MİLLET!

Dörtlerin kurduğu Demokrat Parti’nin (DP) hızlı yükselişinin önüne geçemeyeceğini anlayan iktidardaki CHP yöneticileri, erken seçim kararı ile bir dört yıl daha iktidarlarını uzatma gayesi taşımışlardı. Bu doğrultuda da 1946 yılında erken seçim kararı alınır. Bu kararın arkasında farklı bir düşüncenin olduğunu sezen Demokrat Partililer buna karşı çıksa da, “açık oy, gizli tasnif” ile ülke genelinde seçim yapılır. Seçim sonuçları ise şu şekilde olur:

CHP 396 sandalye

DP 62 sandalye

Bağımsızlar 17 sandalye

Bu sonuçlardan da anlaşılacağı gibi DP, halk nezdinde büyük bir itibar görmüştür, ama iktidara daha bu seçimlerde gelecek olan DP, çalınan oylar sebebiyle muhalefette kalmıştır. Hatta o dönem anlatılanlara göre İnönü, Çankaya Köşkünde en yakın arkadaşlarının huzurunda açılan sandıklardan kendi Ankara adaylarının kaybettiklerini görünce pencereye doğru yönelerek şehre bakmış ve şu sözleri sarfetmiştir: “Nankör millet!”3

Ülke şartları her geçen yıl daha da ağırlaşıyor ve ülke de seçim söylentileri dolaşıyordu. 1949 yılları sonlarına doğru ülkenin sürüklendiği durum öyle bir hal aldı ki CHP de seçimden başka bir alternatif düşünemiyordu. Çünkü ülke siyasî, iktisadî ve malî açıdan oldukça zor günler geçiriyordu. 1950 kışının sonuna doğru da seçim kararı alındı.

TARİH 14 MAYIS 1950

Bu zamana kadar karşısında bir muhalif bulunmayan İnönü, halka gidip oy isteme zahmetinde hiç bulunmamıştı. Bu seçim öyle değildi. Karşısında kampanyası bizzat Celal Bayar tarafından yönetilen bir DP vardı. Böylelikle ilk defa halkın ayağına giden İnönü, demokrasinin gereğini zorla da olsa yerine getiriyordu. Meydanlarda taraftarlarından şiddetli alkış alan İnönü, Taksim meydanında şu konuşmayı yapmıştı:

“Vatandaşlarım!

Bazıları bizi anayasaya aykırı kanun çıkarmakla suçluyorlar. Kesinlikle yalana dayalı bir suçlamadır bu. Çünkü bizzat anayasal rejimimiz gereği böylesi kanunların olmasına imkân yoktur. Parlamento, millî iradenin yegâne temsilcisi olduğundan, işte onun bu sıfatıyla onun oyladığı her kanun anayasaya uygun olur. Kanun yapma hak ve görevi sadece Meclis’e aittir. Bundan dolayı çıkardığı kanunların Anayasa’ya uygun olup olmadığına da yalnızca o karar verir.”4

Bu sözleri okuduğunuzda çok şaşırdığınıza yürekten inanıyorum. Çünkü bu konuşmayı yapan aynı İnönü, daha sonra DP iktidarını anayasaya aykırı kanun çıkarmakla suçlayacaktır. Böyle bir zihniyetin hâlâ bugün de varlığını koruduğunu, ana muhalefet partisi tarafından Anayasa Mahkemesinin ikinci adres yapılmasından rahatlıkla görebilmekteyiz. Ki Genç Siviller, bu durumun eleştirisini Meclis ile Anayasa Mahkemesi arasında—dönemin Kemal Sunal’ın başrolde oynadığı ‘Postacı’ filmini hatırlatırcasına—dosya taşıma yarışması düzenlemesi, bu konuda manidar bir tabloyu ortaya çıkarmaktadır.

İNÖNÜ HEYKELİ!

O dönemde de devlet harcamalarını denetleyecek bir mekanizmanın olmaması, üstüne bir de muhalefetin oluşturulmaması iktidara çok büyük rahatlıklar sağlıyordu ki, bunun en bariz örneğini İnönü’nün kendi bronz heykelini İtalya’da yaptırmasıdır. Bu heykelini Taksim meydanının girişine diktirecek olan Millî Şef, heykelin mermer kaidesini bile yaptırmıştı. Hatta DP’nin iktidara gelmesi ile dikilemeyen heykelin mermerden yapılmış kaidesi yıllarca orada durdu. Peki bu heykelin devlete maliyeti neydi? Birkaç yüz bin İsviçre Frangı. Peki akıbeti ne oldu? Mecidiyeköy’de devletin bir deposunda kaderine terk edildi.

İNÖNÜ’NÜN ÜÇ OKUNA KARŞI DP’NİN ÜÇ

KARARI

Yazının başlarında da belirttiğimiz gibi İnönü, Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu 6 oktan üçüne ağırlık verdi ve icraatlarını bu doğrultuda şekillendirdi. DP iktidarı ise, göreve gelir gelmez Cumhurbaşkanlığı seçiminde Celal Bayar’ı köşke, Refik Koraltan’ı da Meclis Başkanlığına getirmiştir. İktidar olmasının ardından DP’nin hızlı bir şekilde aldığı kararları şöyle sıralayabiliriz:

1. Ezanın aslına çevrilmesi. Ezanın Türkçe okunmasına dair kanun Mustafa Kemal hayattayken kabul edilmişti. Kanunun sonuna istediği dilde okunabilir gibi bir ifade ekleyerek tercih hakkını müezzinlere bırakan DP hükümeti, böylelikle ülke semalarında ezanın aslı gibi okunmasına imkân sağlamış oldu.

2. Yine tek parti devrinde okullardan din eğitimi kaldırılmıştı. Bu alandaki boşluğun farkına varan DP iktidarı, ilkokul dördüncü sınıftan itibaren velinin isteği doğrultusunda din dersini seçmeli olarak koymuştur.

3. Son olarak ise İnönü’nün özellikle üzerinde dil devrimi sonucunda anayasadan çıkarılan kelimeler aynıyla iade edilmiştir.

Devrildikten sonra “Allah kimseye İnönü gibi bir CHP muhalefeti nasip etmesin” diyecek kadar işin vehametini gözler önüne serebilen Menderes ve kabinesi, Bakanlar Kurulu toplantılarını Ankara’da Başbakanlık konutu yerine Yalova’da yapıyordu.

BOYNUNDA BİRKAÇ KİLOLUK TAŞLA

DOLAŞTIRILAN VALİ

Zaman geçiyor olsa da DP lehine geçtiği pek de söylenemezdi. Ülkede sürekli bir kaos ortamı oluşturulmaya çalışılıyor ve daha yeni iktidar olmuş DP, yapmış olduğu doğru işler kadar devlet tecrübesi eksikliği ile bazı yanlış kararlar da alıyordu. Zaten Said Nursî’nin eserlerinde bahsettiği fesat komitesi bunun için vardı. Hükümete yanlış kararlar aldırtıp, ayaklanma başlatarak ülkeyi kaos ortamına sürüklemek. 50’li yılların sonlarına doğru Meclis’te neredeyse kavgasız oturum olmaz olmuştu. Ülkede tansiyon yükseliyor ve muhalefette yer alan CHP, halk yürüyüşlerine başlamıştı. Hatta Uşak’ta bir dönem böyle bir olay olduğunu ve İnönü’nün kafasına küçük bir taş atılıp, bu taşın İnönü’nün kafasını yardığı iddia edilir. Bunun üzerine CHP’liler DP’lileri, DP’liler ise CHP’lileri suçlarlar ve iş öyle bir boyut alır ki, Yassıada Mahkemelerine konu olur. Peki 27 Mayıs sonrasında darbeciler, Uşak valisine ne yapar? Ellerine kelepçe takar ve İnönü’ye atılan o taşı hatırlatırcasına, Uşak valisinin boynuna birkaç kiloluk taş bağlayarak olayın geçtiği yerlerde dolaştırırlar. İşte ülkemizin demokrasi yolunda vermiş olduğu kavganın hiç de kolay olmadığını gösteren bir tablo. (27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil)

27 MAYIS SABAHI...

Gelişen olaylarla ilgili ve tarihî serencamla ilgili bir çok kaynağa ulaşabilirsiniz. Bu sebeple, 27 Mayıs sabahından da kısaca bahsedip yazıyı noktalamayı düşünüyorum. Sabahın dördünde silâh seslerinden uyanan Bayar, birini bekliyormuşcasına kalkıp hazırlanır ve telefona sarılır, fakat telefon kesiktir. Pencereden baktığında Köşk’e doğru yöneltilmiş namluları görünce işin vehametini anlar. Aile sakinleri ve köşk personeliyle beklemeye başlar. Herkes şaşkınlık içerisindedir ve veteriner general eşliğinde bir albay zorla içeri girer. Cumhurun başına şu talimatı verir:

“Derhal istifa ediniz ve peşimizden geliniz yoksa ateş ederim!”

Bayar’ın cevabı manidardır: “Millet iradesiyle buradayım ve yine o iradeyle buradan giderim.”

Fakat silâh zoruna daha fazla direnemeyen Bayar, Çankaya Köşkünden götürülür.

Sabahın dördünde operasyona başlayan darbeciler, başbakanı bulamazlar çünkü Başbakan Eskişehir’de açılış merasimleri için yoldadır. Eskişehir’e gittiğinde kendini karşılamaya gelen askerler, Menderes’e sırtlarını dönerler. Bunun şaşkınlığını yaşayan Menderes, bozuntuya vermeden programına devam eder ve halkın teveccühü karşısında kendilerine bir şey olmayacağına iyiden iyiye inanır. O gece geç yatan Menderes, sabaha doğru 4’te uyandırılarak gelişmelerden haberdar edilir ve sebepsizce Konya’ya gitme kararı alınır. Bununla ilgili yapılan yorumlar ise, Konya’da bulunan ikinci ordunun başındaki komutanın iktidar yanlısı olduğunun bilinmesi. Bu sebeple Menderes’in böyle bir karar verdiğine dair yorumlar da yapılır.

MENDERES: ORDU BİZE

KARŞI AYAKLANMAMALIYDI!

Yolda giderken Hasan Polatkan radyoyu açar ve o sırada darbe bildirisi okunmaktadır. Hasan Polatkan, Menderes’e dönerek şöyle der:

-Hayırlısı, zaten bu gergin ortamın sonsuza dek böyle sürüp gitmeyeceği ortadaydı.

Menderes şu şekilde karşılık verir:

-Ordumuza gereken değeri vermiştik, saygınlığını arttırmak için elimizden gelen hiçbir şeyi esirgememiştik. Bize karşı ayaklanmamaları gerekirdi.

Konya’ya girilir ve Başbakan şoförüne doğruca valiliğe sürmesini emreder. Valilikte karşılanan Menderes, hızlıca valinin odasına çıkar. Vali, Başbakanın emrine amade olduğunu ifade eder etmez telefon çalar ve karşıdaki ses:

“Sayın vali bizimle misiniz, değil misiniz?” der. Başbakanın huzurunda ne yapacağını şaşıran vali:

“Komutanım bana bir anlık düşünme fırsatı vermenizi istiyorum” der ve ahizeyi bırakır. Durumun farkında olan Menderes:

“Sayın valim, bizim için mesleğinizi feda etmeyiniz. Artık biz kendimizi kaderin eline teslim ediyoruz” der. Birkaç dakika sonra bir grup subay içeri girer ve Menderes’e dönerek:

“Sizi bütün maiyetinizle birlikte tutuklayıp Eskişehir’e götürme emri aldım!”

“Emrinizdeyiz!”

Belki bir hüznün, bir kırıklığın, bir ümitsizliğin ifadesiydi Menderes’in son sözleri. Belki de tam tersi. Böylelikle darbe, nihayetine kavuşmuş ve istenilen olmuştu.

HİÇBİR DARBE TASVİP EDİLEMEZ

Darbenin başını çekenlerden, Alparslan Türkeş’ten dinleyelim:

“... Bir ihtilâl olarak 27 Mayıs’ı planlayanlardan, öncülüğünü yapanlardan biriyim. İçinde bulundum, ama gördüm ki; bir defa memleket nizamı bozuldu mu, tekrar memlekete düzen kurmak, huzuru tesis etmek çok zor olur. Ben bunu yaşadım, 27 Mayıs döneminde yaşadım.

Her yerden ufak sergerdeler çıkmaya başladı. Silâhlı Kuvvetler’den çıktı, sivillerden çıkanlar oldu. Her yerde ayrı birer Millî Birlik Komitesi zuhur etti. Akşam radyoda bilmem nerenin Millî Birlik Komitesi tebliği yayınlanıyor. ONUN İÇİN HER TÜRLÜ HUKUK DÜZENİ, EN İYİ İHTİLÂL DÜZENİNDEN ÜSTÜNDÜR, İYİDİR.” 5

DİPNOT:

1. 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, s. 34.

2. 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, s. 38.

3. 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, s. 56.

4. 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, s. 66.

5. O Yıllar, Yaşar Okuyan, s. 64-65.

DARBE GÜNÜNÜ BAYRAM İLÂN ETTİLER

Darbeden sonra ortaya haksız yere yapıldığı yıllar sonra dile getirilen darbenin anısına “27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı” ülke nezdinde kutlanmaya başlandı. Bu ne yaman çelişki ki bu bayram, sivil iktidarlar tarafından kaldırılamayıp ‘82 darbe anayasası yürürlüğe girince darbe yönetimi tarafından kaldırılıyor. Yani dinsizin hakkından imansız gelir lâfını hatırlatarak. İşin içinde çok gariplikler var, ama maalesef Türk siyaset tarihine bu olay, bu şekilde geçmiş. Yürekleri sızlatan da zaten bu. Olaylara bugünden bakınca değerlendirmek kolay gelebilir. Ki, bir hocamın dediği söz manidar: “27 Mayıs 1960 tarihine o gün darbe diyemeyenler bugün darbe diyorlarsa, onların samimiyetinden şüphe ederim. Şimdi herkes darbe diyor, ama ya o gün?”

Unutmayalım ki; “Bu ülkede gerekirse Menderes gibi idama korkusuzca gideriz” diyen insanların bunu yapmaları beni derinden sarsmıştır. Bu sadece o dönem için değil, bugün içinde aynı şeyler geçerli. Yani demokrasinin yıldızının yanına “-lar” çoğul ekini eklemek kolay da “-lar” ekinin hakkını verebilmek oldukça zor. Tabiî siyasetçi pragmatist olacak ve son söylediğine bakacaksın diyebilirsiniz. İşte bir darbenin bir ülkeye olan maliyetinin kısacık bir özeti.

Ülkenin geleceğine adeta set çeken 27 Mayıs mimarlarının yanı sıra set çekenlere destek veren bugüne kadar tüm atanmış ve seçilmişlere inat, demokrasinin yıldızları olabilmiş. Yassıada mağdurlarını rahmetle anıyor ve demokrat günler görmemiz temennisini tekrarlamak istiyorum.

YAVUZ TOPALCI [email protected]

27.05.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Bütün haberler

Başlıklar

  Darbe düzeni devam ediyor

  YASSIADA'DA GÖREV YAPANLAR TERFİ ETTİ

  Muğlalı Kışlasında kanlı oyun

  Bir Yassıada da Sivas’ta kuruldu

  Cindoruk: Yara kapanmadı

  Millet iradesinin hançerlendiği kara gün

  Türk basını bağımlı

  Madenciler iş bıraktı

  Sınır güvenliği İçişleri’ne

  Et entegre tesisinde arama

  Son Şahitlerden Şenel vefat etti

  Karışan cenazeler sahiplerine verildi

  Türk’e yumruğa 4 yıl hapis istendi

  İşsizliğin çözümü meslekî eğitimde

  ÖĞRENCİLERDEN SEMA GÖSTERİSİ

  Haziranda çipli pasaport geliyor

  Hac kuraları çekildi

  LYS’de çoğunluk iki sınava girecek

  Giyim yardımları nakden ödeniyor

  Aile hekimlerinin nöbetine iptal istemi

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.