Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
SAİD NURSÎ CUMHURU TEMSİL EDİYOR |
Parti devleti olarak kurulan cumhuriyet 50’li yıllarda çok partili sisteme geçtikten sonra, artık halkın katılımına açılmış oldu. Ancak bu, devleti resmî ideolojiyle yönetilen bürokrat ve askerlerin istediği bir durum değil, dünyanın demokratik standartlarının dayattığı bir durumdu. Artık millete hükmeden devlet gücü evrilmeye başlamıştı. Milletin çocukları kurumsal yapılarda yerini alıyordu. Ancak gelişmeler, çatışmaları da beraberinde getirecekti. Asker ve bürokrasi direnecek, demokrasiden yana olan insanlar sabırla, gayretle, tevekkülle Türkiye’nin geçmişten miras kalan özüne kavuşmak için çaba sarf edeceklerdi. Nitekim de öyle oldu; demokrasi mücadelesine karşı defalarca ordu silâhını millete doğrulttu, ancak büyük bir erdemle ve basiretle provokasyonlara gelmeyen milyonlarca insan, adımlarını devleti kendine hizmetkâr etme yolunda atmaya devam etti. Geldiğimiz noktada, artık Anadolu insanı dünyaya açılmış, eğitim düzeyi yükselmiş dünya vatandaşı olmuştu. Artık devletin sınırları çoktan aşılmış, Batıya karşı İslâm’ı temsil çalışmaları başlamıştı. Biz de bugün yaşadığımız süreci, darbe tartışmalarını, Genelkurmay’ın durumunu, Said Nursî’yi devletin neden hâlâ tanımadığını “5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun'a muhalefetten” 2003 yılında 15 ay hapis cezası alan ve 6 ay hapis yatmak zorunda kalan yazar Hakan Albayrak’a sorduk. Albayrak, “Hükümete sadakat göstermeyen ordu eşkiyadır” diyor.
Askerle halk arasında gerilim, sizce son yıllara ait bir gerilim mi?
Olur mu? Jandarma 1930’lu yıllarda köyleri basıp Kur’ân mekteplerini çocukların başına yıkarken yok muydu o gerilim? 27 Mayıs Cuntası halkın seçtiği başbakanı ipe çekerken yok muydu?
Bu gerilimin sebepleri nelerdir?
Meselenin püf noktasını, İsmet Paşa’nın askerlere söylediği “Millet düşmanınız” sözünde aramak lâzım.
Sizce ordu halkın gösterdiği güveni ve saygıyı iyi yönetebildi mi?
Anketlerde ordu her şeye rağmen en güvenilir kurum çıkıyordu, çünkü halkın tasavvurundaki ordu “Peygamber Ocağı”ydı ve bu imaja mugayir hal ve hareketler kaideyi bozmayan istisnalar olarak görülüyordu. 28 Şubat ve 27 Nisan süreçleri, son yedi yılda yerden mantar gibi biten cuntalar, doğrudan doğruya halkı hedef alan “Balyoz” gibi kanlı darbe planları ve Genelkurmay Başkanlığı’nın TSK bünyesindeki isyan potansiyelini bastırmak için kararlı bir mücadeleye girmek yerine “orduya karşı asimetrik savaş yürütmek”le suçladığı çevrelerle uğraşıp durması, istisnaların kaide haline geldiği intibaını uyandırdı ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin kurumsal saygınlığını fena halde zedeledi. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, vakitlice çıkıp “Geçmişteki bütün askerî darbeler ve askerî muhtıralar için özür diliyoruz, bunların hepsini lânetliyoruz, askerin siyasete şu veya bu şekilde müdahalesini –hatta siyasetin “s”sini telaffuzunu- demokratik hukuk devletine isyan sayıyoruz, günümüzde böyle işlere kalkışan ve yarın kalkışacak olan TSK mensuplarının tepesine bineceğimizi taahhüt ediyoruz” deseydi ve bunun gereğini lâyıkıyla yapsaydı, TSK’nın kurumsal kimliği bu kadar yıpranmazdı.
“Millete ve hükümetine sadakat ordunun şerefidir” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Ordu millettendir ve millet içindir. Kendini milletin dışında, milletin ötesinde, milletin üstünde göremez. Milletin Meclisine ve o Meclisten çıkan hükümete sadakat göstermeyen asker eşkıyadır.
Ordu milletin dinine neden hep mesafeli bakmıştır?
Uğur Mumcu’nun “Kâzım Karabekir Anlatıyor” adlı kitabında var: Cumhuriyeti kuran kadronun önde gelenleri “Dindar milletler terakki edemez” diye düşünüyorlardı. Bir de, “Harpte bizimle beraber Almanya’nın yanında yer almış olan Bulgaristan ve Macaristan işgale uğramadığı halde, biz işgale uğradık, çünkü biz Müslümanız. Müslüman göründüğümüz müddetçe de Batı’nın hışmına uğramaya devam edeceğiz” gibi şeyler söylüyorlardı. Ordunun bilinçaltında bunlar yatıyor galiba.
Sizce, demokratikleşme sürecinin sonunda gerçek bir halk ordu yakınlaşması olacak mı?
İnşaallah olacak. Ordu-millet gerginliği ve ordu-hükümet kutuplaşması sürdürülebilir bir kriz değil. TSK yönetimi bunu er veya geç anlayacaktır. Bence anlamaya başladı bile. Bu sürecin sonunda restleşmelerin yerini jestleşmelerin alacağını hissediyorum.
Genelkurmay’ın çelişkili açıklamaları sizce neyi gösteriyor?
Genel kamuoyu ile ordunun iç kamuoyunu aynı anda idare etmenin zorluğunu gösteriyor. Genelkurmay’ın bazı soru işaretleriyle boğuştuğunu, tereddütler geçirdiğini, geleneksel duruşunu sorgulamaya başladığını da gösteriyor. ‘Biz ne diyorsak o! Taviz yok! Geri adım yok!’ tavrının değişmeye başladığını görüyoruz. Bunlar değişim sancıları.
Genelkurmay “Elimizdeki belgeleri açıklarız” dedi. Bu hükümete karşı bir açıklama mıydı?
Her halde öyleydi. Kulağa tehdit gibi, şantaj gibi geliyor. Kabul edilemez. Ordu, tabi olduğu hükümete aba altından sopa gösteremez. Hele aba üstünden sopa hiç gösteremez!
Genelkurmay’ın bir çok açıklaması redd-i miras gibi algılanıyor, ancak öbür taraftan bizimde bir sabrımız var diyor. Ne anlamak lâzım?
Dediğim gibi, değişim sancısı.
Gözaltına alınan paşalar hakkındaki görüşleriniz ve son gelişmeleri Türkiye'nin genel seyri içinde nasıl değerlendiriyorsunuz?
Demokratik devrim diyebileceğimiz bir süreç yaşanıyor. Bu yöndeki çabalar, anti-demokratik karşı devrim çabalarını da beraberinde getiriyor tabiî. Yüksek yargının yeniden yapılandırılması için düğmeye basılması ve “Balyoz Darbe Planı”yla ilgili geniş kapsamlı bir soruşturma başlatılması, Türkiye’nin bu genel seyri içinde kaçınılmazdı.
Hükümet demişken, hükümete esaslı eleştiriler yapılamadığı için İslâmî kesimin tek sesli olduğu itirazları var. Bu konudaki görüşleriniz neler?
Yeni Asya hükümeti eleştirmekten imtina etmiyor. “Yandaş Medya” yaftası yapıştırılan Yeni Şafak’ta birçok yazar, bendeniz dahil, hükümeti birçok konuda eleştirmiştir ve her halde bundan sonra da eleştirecektir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama, tek seslilikten kasıt oligarşik güçlere karşı hükümeti ve AK Parti’yi savunmak konusundaki ortak tavır ise, evet, genellikle tek sesliyiz.
Sizce hangi kesim ve görüşten olursa olsun fikir özgürlüğü tam mânâsıyla var mı?
Yok, ama geçmişte Kürt meselesi hakkında konuşup yazmak fevkalâde riskliyken ve orduya en ufak bir eleştiri dahî mahkemelerde dâvâ konusu olurken, bugün bu gibi konularda nispeten rahatız. İyiye doğru bir gidiş var.
Ülkeyi yönetenlerin yazarlarla kavga etmelerini nasıl yorumluyorsunuz?
Başbakanın yazarlarla bire bir kavga etmesi, ilk bakışta sevimsiz görünebilir, ama “Demek ki yazarları önemsiyor, onlara kıymet veriyor” diye memnun olmak da mümkün.
Bu ülkede başka bir resmî tabu da Said Nursî… Cumhuriyeti, meşrûtiyeti, parlamenter sistemi savunduğu halde devlet Said Nursî’ye neden bu kadar tepkili?
Tek parti dönemindeki tepki, her şeyden evvel din düşmanlığından kaynaklanıyordu. ‘Din terakkiye manidir’ diyerek imana savaş açan kadrolar, imanın ihyası için canla başla çalışan Said Nursî’ye elbette diş bileyeceklerdi. Çok partili dönemde ceberut laiklik biraz yumuşadı, din düşmanlığı irtifa kaybetti, ama Said Nursî’ye tepki sürdü. Said Nursî’nin cumhuriyetçi olması fayda etmedi, zira ona düşman olanlar genellikle cumhursuz bir cumhuriyet istiyorlar ve fakat Said Nursî cumhuru temsil ediyor.
Said Nursî sizce Türkiye’nin siyasî ve sosyal hayatına nasıl etki bırakmıştır?
Bu ülke hâlâ İslâm ülkesi diye anılabiliyorsa, bunda Bediüzzaman’ın payı büyük. Cenâb-ı Hakk ganî ganî rahmet eylesin.
Entelektüel veya aydın dediğimiz kimselerin çoğu Said Nursî’nin düşüncelerini bilmiyor. Bu Türkiye’ye bir kayıp olarak geri dönüyor mu sizce?
Tabiî ki. İman tazelemeye hepimizin ihtiyacı var ve Risâle-i Nur Külliyatı iman tazelemek için bire bir. Üstadın Türk-Kürt beraberliği konusundaki fikirleri ve gayretleri ile meşveret ve şûrâya yaptığı vurgular da çok önemli. Bunlar doğru dürüst bilinseydi, bunların mânâ ve ehemmiyetleri idrak edilseydi, ülkemiz her halde daha güzel bir ülke olurdu.
Devlet Said Nursî’yle ne zaman barışacak dersiniz? Bu konuda yapılması gerekenler neler?
TRT’de Bediüzzaman’ın hayatını, mücadelelerini ve çektiği çileleri anlatan bir dizi -belgesel yahut drama- güzel bir başlangıç olacaktır. Şükür ki, artık böyle bir şey imkânsız görünmüyor.
HAKAN ALBAYRAK KİMDİR?
1968 yılında Federal Almanya'da doğdu. Orta öğretimini Türkiye'de tamamladı. Farklı periyodlarla Millî Gazete, Yeni Şafak ve Zaman gazetelerinde yazar olarak görev yapan Albayrak; 1983 yılında Halka Işık dergisini, 1989'da da Nihat Genç'le birlikte Çete dergisini çıkardı. İhlas Haber Ajansı bünyesinde Gazze ve Kudüs'te bulundu. 1994 yılında insanî yardım amaçlı gittiği Bosna-Hersek'te İHH Saraybosna temsilcisi oldu. Yazılarında kimi zaman Werner Hugo mahlasını kullanan Albayrak, daha sonra da Gökhan Özcan'la birlikte editörlüğünü üstlendiği Gerçek Hayat dergisini kurdu. 2000 yılında Millî Gazete'de yayınlanan bir makalesi dolayısıyla, 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun'a muhalefetten, 2003 yılında 15 ay hapis cezası aldı. Ceza İnfaz Yasası kapsamında cezası 1/3 oranına indirildi ve 6 ay Kalecik Cezaevi'nde kalarak mahkûmiyetini tamamladı. Evli ve 2 çocuk babası olan Hakan Albayrak'ın halen Yeni Şafak'da günlük, Gerçek Hayat'ta da haftalık makaleleri yayınlanmaktadır.
|
H. HÜSEYİN KEMAL 08.03.2010 |