Kültür-Sanat |
Fâni dünyadan ebedîyete |
Bu yaşa gelinceye kadar, zamanın içindeki hayatın akıntısı geçip giderken çok şeyleri alıp götürdü. Bu dünya yaşantısı içinde anladım ve gördüm ki, hiçbir şey kararında kalmadan geçip gidiyor. Rüzgâr değirmeni gibi estikçe, döndükçe birçok olay, mal, servet, güzellik, çirkinlik, kötülük o değirmenin eleğinden, taşından geçip gittiğini gördüm, yaşadım, anladım. Şu anda geri dönüp baktığımda kendimin dahi hayret ettiğim olaylar, hatıralar sinema şeridi gibi gelir gözümün önüne... Onları düşündükçe bazen “İyi ki geçti, gitti, yalancı bir rüya imiş” der, sevinirim; bazen de hasret dolu, özlem dolu, mutluluk dolu yıllarım, hatıralarım gelir aklıma; hislenir, duygulanır, ağlarım. Şu yalan dünyada tek başıma, yapayalnız kalmışım, adeta bir ıssızlıkta yaşıyorum gibi gelir bana. Benim gibi uzun yaşamış insanların zannediyorum, hepsinde bu duygu vardır. Doksan iki yaşına varmış insanın kimi olur buralarda, gurbet ellerde. Sevgililer kervanı göçüp gitmiş buralardan, başka âlemlere. Onlara kavuşmak için, gitmeliyiz bu yerlerden, bu ellerden, imanla, İslâmla, Kur’ân’la, muhabbetle yolculuk devam etmelidir. 1941 yılında, nişanlıyım, düğün hazırlıklarım başladı. O dönemde çok zengin bir aile idik, düğünümüz de her şeyin olabildiğince güzel, gösterişli, ihtişamlı olması için çok özen gösteriyorduk. Komşu köylere yağız bir atla dürü, (hediye tülbent, yazma v.b. vererek düğüne dâvet etmek) yani düğün dâvetiyesi dağıtmak için gitmiştim. Köye döndüğümde kapımızın önünde, üzerine kilim ve yorgan hazırlanmış bir kağnı gördüm. “Hayra alâmet değil” diye içimden geçti. Eve vardığımda kadınlar toplanmış, herkesin yüzünden düşen bin parça, meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Nişanlım kaza geçirmiş, düşmüş içerde yatıyor, kadınlar da başına toplanmış yardımcı olmaya çalışıyorlardı. İlk anda girmek istedim, ama uygun bulmadılar. Başladım dışarıda merakla beklemeye. Sevgim, sevincim, merakım hepsi bir duygu yumağı gibi birbirine karıştı. İçerden ağrı, acı sesleri geliyor, her gelen ses benim gencecik yüreğimdeki yağları eritiyordu. Benim üzüntümü, burukluğumu, yığılıp kaldığımı anlamış olacaklar ki, bir süre geçti. Kızın annesi göz yaşı ile dışarı çıktı, beni çağırdı ve boynuma sarıldı, ben de elini öptüm. İçeri girip nişanlımın son anlarını görmemi, geçmiş olsun dememi ve helâllaşmamı söyledi. Bu müsaade bile, bana, artık zamanın bittiğini, bir yuvanın kurulmadan sona erdiğinin işareti gibi geldi. Bütün dikkatimle gözlerimi hasta yatağında ağrılar içinde kıvranan nişanlım Umuş’un üzerine yönelttim.Yüzü kâğıt gibi bembeyaz olmuş, halsizleşmiş, çektiği ağrıların iniltisi duyuluyordu sadece. Benim gelip yaklaşmamla gözlerini kuvvetlice açtı ve bana uzun uzun baktı. Onun o durumuna kalbimin dayanması çok zordu. Ancak gözyaşlarımı içime akıtarak onunla konuşmaya çalışıyordum. Hakkını helâl etmesini söyledim, elini halsiz bir şekilde kaldırdı, dudaklarının ucuyla “Helâl olsun” diyebildi. Bir insan için çok zor anlardı. Leyla, ölüm anında Mecnun’a veda ederken “Ben baki âleme göçüp giderken, bensiz çektiğin ahlar, figanlar, sahralara düştüğün zamanlar” derken Mecnun’un çöllere düşeceğini anlamış. İşte o anda dağlar, çöller yolum olmuştu. O çölü, içimde, ruhumda, kalbimde yaşamaya başladım bile. Hızlıca geri döndüm ve onun görmesini istemediğim gözyaşlarımı dışarıda çaresizce akıttım yanaklarımdan. Acının dayanılmaz tesiri insanı öldürebilseydi, şu anda buralarda olmazdım. O anda yüce Allah’tan sabır istemek geldi aklıma sadece. Akşam oldu, köyümüze yakın tren istasyonu vardı. Oradan akşam Afyon’a geçen trenle hastaneye götürmek için hazırlıkları yaptık. Başka da vasıta namına bir şey yoktu. Kağnı ile hastayı götürüp trene bindirip Afyon’a vardık. Gece yarısı oldu. Faytonla bir otele gidip, sabahın olmasını bekledik. Sabah oldu, doktora vardık. Hastayı muayene etti ve otele gönderdi. Bana, hastayı otele bırakınca geri gelmemi; ilâçları hazırlayıp vereceğini söyledi. Doktora geri geldiğimde; “Hastayı köyünüze götürün, iki gün içinde ölür” dedi. Köyümüze döndük. Gerçekten iki gün sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir kuş gibi, bir rüya gibi uçtu gitti ebedîyete. Ömrümün baharı kışa dönmüştü. Çok ağladım ıssız dağlarda, ovalarda. Benim üzüntümün, sıkıntımın çaresini babam-annem birlikte aramaya başladılar. Yeni bir kıza nişan koyalım diye seferber oldular. Öyle de oldu. Nişanlımın yaşı küçük olduğu için bir, iki sene beklememiz gerekiyordu. Acımı sevinçle yenmeye çalışıyordum. Unutmaya çalışıyordum geçen günleri.... Bu süre içerisinde askerdeki çok sevdiğim ve özlediğim ağabeyimin vefat haberi geldi. Serkisaray’ın dağları toplandı, üstüme yıkıldı sanki. Onun ölümü benim acılarımı, üzüntülerimi yeniden depreştirdi. Gönlümdeki çöllerde Mecnun gibi dolaşıyordum. Bir saz aldım ve koyun güttüğüm dağlarda onu çalmayı öğrendim. O, benim can yoldaşım olmuştu artık. Derdimi bazen ney, bazen de saz çalarak terennüm ediyordum. Dünyam başıma, yıkılmış, ölmeden önce ölüm acısını tatmıştım. Gittikçe zayıflıyor ve güçten düşüyordum. Sonunda yatağa düştüm. Bir deri bir kemik kaldım. Ölen nişanlımı muayene eden doktor Niyazi Bey’e gittim. Öksürdükçe tükürüğümden kan geliyor, halsiz, bitkin bir vaziyetteydim. Doktor, bana iki aylık ömür biçti, öleceğimi açıkça söyledi. Sonradan Allah sebepler halk etti, Ankara Ayaş Kaplıcasına gitmemi söylediler. Tek başıma, güç belâ oraya gittim. Oradaki insanların yardımı, desteği ile hayata tutunmaya çalışıyordum. “Kaplıcanın doktoru geldi” dediler. Gidip muayene oldum. Önceki doktorun benim hakkımda söylediklerini anlattım. Doktor bana moral verdi: “Haltetmiş o doktor, ben seni sapa sağlam yapmadan göndermeyeceğim” dedi. Benim moralim düzeldi ve onun tavsiyelerine uyarak tedavim gerçekleşti. Köyüme döndüğümde sağlığıma kavuştuğuma kimse inanamadı. İkinci nişanlımla evlendim. Altmış sene beraber yaşadık. Sonunda onu da ebedî istirahatgâha gönderdik. Varlıklar, yokluklar, iyilikler, kötülükler geçti başımdan. Bunlar hep Cenâb-ı Allah’ın mukadderatı ile olan şeyler. Kaderin cilveleri. Geçip gidenlerin arkasından bakakaldım yıllarca. Gidenlerden dönen yok geriye. Bizler gideceğiz onların yanına. Gerçek dost, gerçek sevgiliyi yıllarca aradım içimdeki çöllerde. Sonunda Allah’ın sevgisinde, muhabbetinde gerçek teselliyi buldum. O'na olan duâyı, ibadeti arttırdım. Dertlerime derman ararken, derdimin içinde dermanımı buldum. İnsanı zaman yaşlandırıyor; acılar, kederler, ıztıraplar, musîbetler, aşklar olgunlaştırıyormuş. Bu yaşımda bunları yeni fark ediyorum. Yaptığımız ibadetler, duâlar, niyazlar sayesinde başta Allah’ın muhabbetine, sevgili Peygamberimize (asm), akrabalarımıza, sevgililerimin tamamına Cennet-i Alâ’da kavuşmak benim için bir vuslat olacak, bu fanî âlemden son nefesle gözlerimi yumduğum zaman... Osman Olçun Amca’nın uzun ömrü boyunca yaşadıkları, gördükleri, duydukları, hatıraları, aşkları, tecrübeleri ile ulaştığı noktaya bakmaya çalıştık; bir ulu çınarı seyreder gibi. “Duâ eden adam anlar ki, birisi var, onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (Sözler, 318) |
MUZAFFER KARAHİSAR 21.11.2009 |