Kültür-Sanat |
Öldük biz |
Öldük bir gece. Gecenin karanlığına gömüldük. Üstümüze siyahlar atıldı, bütün koyu renkler sıraya girdi. Bütün açık renkler siyaha benzemeye başladı. Ne ağlayanımız vardı, ne de bekleyenimiz. Bir yer belli edemedik ziyaretlerimize. Duâlara açığız dedik, sadece duâlara kabulüz. Öldük biz, yersiz yurtsuz yerlerde, öldük biz, zamansız, mekânsız. Bir tek ruhumuzu teslim edemedik. Avuçlarımızın arasında kaldı ruhumuz. Ne atabildik, ne satabildik. Pazarlarda ruh satılmadığını çok sonraları öğrendik. Öyle ruhsuz ruhsuz dolaştık caddelerde günlerce. Ruhumuz hep avuçlarımızın arasında. Yorgunduk taşımaktan, bîtaptık. Oturduğumuz hiçbir yer bizi dinlendirmiyordu. Ezeli değildi yorgunluğumuz, ama ebedîydi. Bunu bilince bir daha öldük. Saymayı unuttuk ölmelerimizin. Kimbilir kaç defa, kaç yerde? Parmaklarımız yetmedi saymaya, gidip komşudan aldık yine yetmedi. Çocuktuk, ilkokuldaydık, sınıftaydık, tahtanın önündeydik. Öğretmenimiz soru sorunca komşuya gider alırdık yeterdi o zamanlar. Büyüdükçe hiçbir şey yetmemeye başladı. Memnuniyetsizliğimiz öldürmeye başladı önce bizi. Öldükçe daha bir hırslandık. Hırsımız ölümümüzü hızlandırdı. Her gün ölümle gözgöze geliyorduk, bakışıyorduk, her defasında ölümün acı bir okunu yiyerek kaçıyorduk. Kâh beynimize saplanıyordu, kâh kalbimize. Oklarla dolaşıyorduk sokakların arasında, oklar üzerimizde biz kaldırımda. Çıkaramıyorduk, ellerimizle, ruhumuzu tutuyorduk çünkü sımsıkı. Delik deşik olmuş bir vücudun nefes alışlarıyla hızlandırıyorduk adımlarımızı. Geceler üstümüze örtüldüğünde, gündüzler üstümüze açtığında biz hep yaralıydık, yorgunduk ve her an ölüyorduk. “Öldük biz” kardeş diyorduk arada yanımızdakine ve hâlâ yanımızda biri olduğunu görünce şaşırıyorduk. Bir gülüş çiziyorduk yüzümüze pastel boyalarla, aynaya bakıyor gülme provaları yapıyorduk. Bir yangından kaçar gibi, saçları tutuşmuş bir kız gibi, en güzel ceketi yanmış delikanlı gibi koştuk enkaz yerinden. Terk eder gibi, arkanda sevdiklerini bırakır gibi. Uzaklaşan vapurdan, bir ses, bir de yanında sos olarak dalgaları bırakır gibi. Oysa tek kurtarmak istediğimiz ruhumuzdu. Hani sımsıkı kenetlediğimiz ellerimizin arasındaki ruhumuz. Yangından, bu şehirden, bu gürültüden, bu yılgınlıktan, kötü bir kralın askerlerini yollayıp tarumar ettirdiği, taş üstüne taş bırakmadığı bu şehirden en çok ruhumuzu kaçırmaya çalıştık. Bırakmayacaktık askerlere, atmayacaktık ateşlere ve terk etmeyecektik bir bir sevdiklerimizi terk eder gibi. Ellerimiz ne zor açılıyor. Ne çok sıkmışız, ne çok korumuşuz. Şimdi tam bu saatte takvimden düşen yaprağa inat ruhumu takıyorum koynuma. Yürüyorum emin adımlarla. Ben artık ruhsuz değilim repliğini tekrar ediyorum sessiz sedasız, içimde ise zangır zangır. Yüzümü siliyorum, düşen yapraklarla yakıyorum gözyaşlarıma karışmış boyaları. Önce yüzümü kaldırıyorum, biraz daha yukarı diyor kalbim, biraz daha. Ruhum dile geliyor “teşekkür ederim Allah’ım.”
SÜVEYDA GÜNER - [email protected] |
21.11.2009 |
Fâni dünyadan ebedîyete |
Bu yaşa gelinceye kadar, zamanın içindeki hayatın akıntısı geçip giderken çok şeyleri alıp götürdü. Bu dünya yaşantısı içinde anladım ve gördüm ki, hiçbir şey kararında kalmadan geçip gidiyor. Rüzgâr değirmeni gibi estikçe, döndükçe birçok olay, mal, servet, güzellik, çirkinlik, kötülük o değirmenin eleğinden, taşından geçip gittiğini gördüm, yaşadım, anladım. Şu anda geri dönüp baktığımda kendimin dahi hayret ettiğim olaylar, hatıralar sinema şeridi gibi gelir gözümün önüne... Onları düşündükçe bazen “İyi ki geçti, gitti, yalancı bir rüya imiş” der, sevinirim; bazen de hasret dolu, özlem dolu, mutluluk dolu yıllarım, hatıralarım gelir aklıma; hislenir, duygulanır, ağlarım. Şu yalan dünyada tek başıma, yapayalnız kalmışım, adeta bir ıssızlıkta yaşıyorum gibi gelir bana. Benim gibi uzun yaşamış insanların zannediyorum, hepsinde bu duygu vardır. Doksan iki yaşına varmış insanın kimi olur buralarda, gurbet ellerde. Sevgililer kervanı göçüp gitmiş buralardan, başka âlemlere. Onlara kavuşmak için, gitmeliyiz bu yerlerden, bu ellerden, imanla, İslâmla, Kur’ân’la, muhabbetle yolculuk devam etmelidir. 1941 yılında, nişanlıyım, düğün hazırlıklarım başladı. O dönemde çok zengin bir aile idik, düğünümüz de her şeyin olabildiğince güzel, gösterişli, ihtişamlı olması için çok özen gösteriyorduk. Komşu köylere yağız bir atla dürü, (hediye tülbent, yazma v.b. vererek düğüne dâvet etmek) yani düğün dâvetiyesi dağıtmak için gitmiştim. Köye döndüğümde kapımızın önünde, üzerine kilim ve yorgan hazırlanmış bir kağnı gördüm. “Hayra alâmet değil” diye içimden geçti. Eve vardığımda kadınlar toplanmış, herkesin yüzünden düşen bin parça, meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Nişanlım kaza geçirmiş, düşmüş içerde yatıyor, kadınlar da başına toplanmış yardımcı olmaya çalışıyorlardı. İlk anda girmek istedim, ama uygun bulmadılar. Başladım dışarıda merakla beklemeye. Sevgim, sevincim, merakım hepsi bir duygu yumağı gibi birbirine karıştı. İçerden ağrı, acı sesleri geliyor, her gelen ses benim gencecik yüreğimdeki yağları eritiyordu. Benim üzüntümü, burukluğumu, yığılıp kaldığımı anlamış olacaklar ki, bir süre geçti. Kızın annesi göz yaşı ile dışarı çıktı, beni çağırdı ve boynuma sarıldı, ben de elini öptüm. İçeri girip nişanlımın son anlarını görmemi, geçmiş olsun dememi ve helâllaşmamı söyledi. Bu müsaade bile, bana, artık zamanın bittiğini, bir yuvanın kurulmadan sona erdiğinin işareti gibi geldi. Bütün dikkatimle gözlerimi hasta yatağında ağrılar içinde kıvranan nişanlım Umuş’un üzerine yönelttim.Yüzü kâğıt gibi bembeyaz olmuş, halsizleşmiş, çektiği ağrıların iniltisi duyuluyordu sadece. Benim gelip yaklaşmamla gözlerini kuvvetlice açtı ve bana uzun uzun baktı. Onun o durumuna kalbimin dayanması çok zordu. Ancak gözyaşlarımı içime akıtarak onunla konuşmaya çalışıyordum. Hakkını helâl etmesini söyledim, elini halsiz bir şekilde kaldırdı, dudaklarının ucuyla “Helâl olsun” diyebildi. Bir insan için çok zor anlardı. Leyla, ölüm anında Mecnun’a veda ederken “Ben baki âleme göçüp giderken, bensiz çektiğin ahlar, figanlar, sahralara düştüğün zamanlar” derken Mecnun’un çöllere düşeceğini anlamış. İşte o anda dağlar, çöller yolum olmuştu. O çölü, içimde, ruhumda, kalbimde yaşamaya başladım bile. Hızlıca geri döndüm ve onun görmesini istemediğim gözyaşlarımı dışarıda çaresizce akıttım yanaklarımdan. Acının dayanılmaz tesiri insanı öldürebilseydi, şu anda buralarda olmazdım. O anda yüce Allah’tan sabır istemek geldi aklıma sadece. Akşam oldu, köyümüze yakın tren istasyonu vardı. Oradan akşam Afyon’a geçen trenle hastaneye götürmek için hazırlıkları yaptık. Başka da vasıta namına bir şey yoktu. Kağnı ile hastayı götürüp trene bindirip Afyon’a vardık. Gece yarısı oldu. Faytonla bir otele gidip, sabahın olmasını bekledik. Sabah oldu, doktora vardık. Hastayı muayene etti ve otele gönderdi. Bana, hastayı otele bırakınca geri gelmemi; ilâçları hazırlayıp vereceğini söyledi. Doktora geri geldiğimde; “Hastayı köyünüze götürün, iki gün içinde ölür” dedi. Köyümüze döndük. Gerçekten iki gün sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir kuş gibi, bir rüya gibi uçtu gitti ebedîyete. Ömrümün baharı kışa dönmüştü. Çok ağladım ıssız dağlarda, ovalarda. Benim üzüntümün, sıkıntımın çaresini babam-annem birlikte aramaya başladılar. Yeni bir kıza nişan koyalım diye seferber oldular. Öyle de oldu. Nişanlımın yaşı küçük olduğu için bir, iki sene beklememiz gerekiyordu. Acımı sevinçle yenmeye çalışıyordum. Unutmaya çalışıyordum geçen günleri.... Bu süre içerisinde askerdeki çok sevdiğim ve özlediğim ağabeyimin vefat haberi geldi. Serkisaray’ın dağları toplandı, üstüme yıkıldı sanki. Onun ölümü benim acılarımı, üzüntülerimi yeniden depreştirdi. Gönlümdeki çöllerde Mecnun gibi dolaşıyordum. Bir saz aldım ve koyun güttüğüm dağlarda onu çalmayı öğrendim. O, benim can yoldaşım olmuştu artık. Derdimi bazen ney, bazen de saz çalarak terennüm ediyordum. Dünyam başıma, yıkılmış, ölmeden önce ölüm acısını tatmıştım. Gittikçe zayıflıyor ve güçten düşüyordum. Sonunda yatağa düştüm. Bir deri bir kemik kaldım. Ölen nişanlımı muayene eden doktor Niyazi Bey’e gittim. Öksürdükçe tükürüğümden kan geliyor, halsiz, bitkin bir vaziyetteydim. Doktor, bana iki aylık ömür biçti, öleceğimi açıkça söyledi. Sonradan Allah sebepler halk etti, Ankara Ayaş Kaplıcasına gitmemi söylediler. Tek başıma, güç belâ oraya gittim. Oradaki insanların yardımı, desteği ile hayata tutunmaya çalışıyordum. “Kaplıcanın doktoru geldi” dediler. Gidip muayene oldum. Önceki doktorun benim hakkımda söylediklerini anlattım. Doktor bana moral verdi: “Haltetmiş o doktor, ben seni sapa sağlam yapmadan göndermeyeceğim” dedi. Benim moralim düzeldi ve onun tavsiyelerine uyarak tedavim gerçekleşti. Köyüme döndüğümde sağlığıma kavuştuğuma kimse inanamadı. İkinci nişanlımla evlendim. Altmış sene beraber yaşadık. Sonunda onu da ebedî istirahatgâha gönderdik. Varlıklar, yokluklar, iyilikler, kötülükler geçti başımdan. Bunlar hep Cenâb-ı Allah’ın mukadderatı ile olan şeyler. Kaderin cilveleri. Geçip gidenlerin arkasından bakakaldım yıllarca. Gidenlerden dönen yok geriye. Bizler gideceğiz onların yanına. Gerçek dost, gerçek sevgiliyi yıllarca aradım içimdeki çöllerde. Sonunda Allah’ın sevgisinde, muhabbetinde gerçek teselliyi buldum. O'na olan duâyı, ibadeti arttırdım. Dertlerime derman ararken, derdimin içinde dermanımı buldum. İnsanı zaman yaşlandırıyor; acılar, kederler, ıztıraplar, musîbetler, aşklar olgunlaştırıyormuş. Bu yaşımda bunları yeni fark ediyorum. Yaptığımız ibadetler, duâlar, niyazlar sayesinde başta Allah’ın muhabbetine, sevgili Peygamberimize (asm), akrabalarımıza, sevgililerimin tamamına Cennet-i Alâ’da kavuşmak benim için bir vuslat olacak, bu fanî âlemden son nefesle gözlerimi yumduğum zaman... Osman Olçun Amca’nın uzun ömrü boyunca yaşadıkları, gördükleri, duydukları, hatıraları, aşkları, tecrübeleri ile ulaştığı noktaya bakmaya çalıştık; bir ulu çınarı seyreder gibi. “Duâ eden adam anlar ki, birisi var, onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (Sözler, 318) |
MUZAFFER KARAHİSAR 21.11.2009 |
Dökülür dilimden… |
Simli bir kalem gibi rengârenk bir sabah, baharın son ışıkları dahi gitmiş olsa da ortalık yemyeşil çimen havasında, mezar taşları yılların yorgunluğunu taşıyor üzerinde, mezarın duvarları da artık iyice yıpranmış, güneş ısıtmasa da sıcaklığını hissettiriyor. Rüzgâr güneşle yarışıyor gibi titretiyor bedenleri, mezar yoğun günlerinden birisini yaşıyor. Yılda iki kez bu kadar yoğun oluyormuş. Bu yüzden özel bir gün olduğu belli… Mezarın kapısı her gelenle bir kez daha zorlanarak açılıyor. Gelen gidenlerin zihinleri neyle meşgul bilinmez belki. Belki heyecan var yüreğinde kiminin, kiminin yüreği de sancılı… Kim bilir… Kimi silinmeye yüz tutmuş mezar taşlarındaki yazıları okumaya çalışıyor. Kimi gözlerde yaş var. Kimi ölenlerin yaşlarını hesaplıyor. Kendine pay çıkarıyor belki… Kulaklarsa okunan Kur'ân’da, yapılan duâlarda… Zamanın çizgisi üzerinde dolaşırken zihnim, yüreğim karmaşık duygular yaşamakta. Geçmiş zamanların esintisini hissediyorum mezarlığa doğru. Ayrılıklar, yalnızlıklar, uzunca yolculuklar… Mezarlığın kapısını zorlayarak açıyorum herkes gibi, yalnız olmak istedim bugün, yalnız kalmak. Bin bir duygu seli yaşamak istedim. Yaşayan ölüleri, yaşıyor görünen bedenimle görmek istedim. Acele etmek geçiyor mezarlığa her gelişimde, yılda iki kez gittiğim bir yerden neden bu kadar çabuk ayrılmak istiyorum diye düşünüyorum. Özlemem gerekirken neden kaçmak istiyorum. Aslında bir kaçış da değil bu… İkili duygular yaşıyorum. Bir yandan orada kalıp, dakikalar, hatta saatlerce düşünmek, o farklı havayı solumak istiyorum. Bir yandan da alelacele ayrılmak… Dünyadaki iki kutupluluktan kaynaklanıyor sanırım bu… Belki çok ilginç, ama dedemin mezarını zar zor buluyorum. Etrafa baktığımda bir sürü yakınım olmasına rağmen çoğunu tanımıyorum bile. Bu sırada gelen gidenler hızlanıyor. Çocukların sesleri, duâlara karışıyor. Sanki bir bayram havası var mezarlıkta. Ama zihinleri yoran bir bayram, hayatı sorgulatan bir bayram, dünya ölülerle bayramlaşıyor bugün… O yoğun duygulara daha fazla dayanamayıp dizlerimin üzerine çöküyorum. Gözlerim soğuktan olsa gerek kısılıyor. Bedenim güneşin farkında olsa da titriyor hafiften. Bulutların geçişimi gibi ruhumda geziniyor izlerin, izleri… Duâmı bitirdiğimde farklı âlemlerde olduğumu hissediyorum. Nereden nereye… Kimden kime gidiyorum… Uzunca yolculuklar dedim ya, uzunca yolculukta olanlar burada, en uzun yolculukta olanlar… Gözlerim göremiyor, aklım yetersiz kalıyor; anlayamıyor kabrin arkasını… Sesler duyulmuyor, bedenler çaresiz; sözler yarım kalıyor bu anlarda! Bu anlar susturuyor herkes gibi beni de, içimde fırtınalar kopuyor, yağmurlu bir havadan, karlı bir dağdan geçiyorum sanki, sanki kapkaranlık bir deryadayım. Kabrimi düşlüyorum, kabristanda…
Yıllara sor bakalım sorularını Cevapsız kalmasın soruların Muştuların unutulmasın Yarım kalmasın zamanların Yıllara sor bakalım sorularını Kırlaşmış mı saçların, yoksa yaşlandın mı? Simsiyah zamanlar mı kaldı geride Kabristana uğradın mı (kefenle) Yoksa duymadın mı sen de Duymadın mı okundu ismin her yerde Kırlaşmış mı saçların, yoksa yaşlandın mı? Son nefes değil mi bu Son yakarış, son sevda… Ölen bu beden Dirilir elbet dirilir bir daha Ebedî bir nefes olur sevda Son nefesle gelir Son yolcu, son kez buraya… Son nefes değil mi bu Son yakarış, son sevda
Derken dönme vakti gelir yine… İçimde kabri yaşarken, bir daha ki gelişime dek ayrılırken… Aklıma gelirken sen… Dökülür dilimden “ Gelmesi muhakkak olan her şey uzakta olsa yakındır.”1 Dökülür dilimden, dökülür hafiften… Kabrin kapısını açarken…
DİPNOT:
1. İbn-i Mace, Mukaddime: 7/46; Feyzü’l-Kadir, 2.178.
OSMAN KANAT - [email protected] |
21.11.2009 |