Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Öyle bir fitneden (musîbetten) de sakının ki, geldiğinde içinizden sadece zalimlere isabet etmez. Şunu da bilin ki, Allah’ın azabı pek şiddetlidir.
Enfâl Sûresi: 25 |
10.09.2009 |
Su unsurunun galeyanı
Ehl-i dalâletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anâsır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’ân-ı Hakîm, mu'cizâne ifade ediyor. Yani, kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semâvat ve arzın hücumunu ve kavm-i Semud ve Âd’ın inkârından hava unsurunun hiddetini ve kavm-i Firavuna karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette “Neredeyse öfkeden parçalanacak!” (Mülk Sûresi: 67:8.) sırrıyla Cehennemin gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalâlete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda ve i’câzkârâne ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor. Lem’alar, s. 86, (yeni tanzim, s. 231) *** Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riâyet etmeyen şükürsüz insanlara bu musîbeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş. Kastamonu Lâhikası, s. 104, (yeni tanzim, s. 192) *** ..Ramazân-ı Şerîfin terâvih vaktinde, kemâl-i neş’e ve sürur ile, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübârek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde câzibedarâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi. (...) Üçüncü suâl: Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu musîbet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir? Elcevap: Umumî musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir. Dördüncü suâl: (...) Mâsumların ve hatâsızların o musîbet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder? Yine mânevî cânibden elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i Kadere havale edip, yalnız, burada bu kadar denildi: “Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar.” (Enfâl Sûresi: 25.) Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücâhededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, tâ müsâbaka ve mücâhede ile, Ebû Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebû Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar böyle musîbetlerde sağlam kalsaydılar, Ebû Cehil’ler, aynen Ebû Bekir’ler gibi teslim olup, mücâhede ile mânevî terakkî kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı. Mâdem, mazlûm zâlim ile beraber musîbete düşmek, hikmet-i İlâhiyece lâzım geliyor; acaba o bîçare mazlûmların rahmet ve adâletten hisseleri nedir? Bu suâle karşı cevaben denildi ki: O musîbetteki gazab ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü, o mâsumların fânî malları, onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nev'î şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, aynı gazab içinde bir rahmettir. Sözler, s. 158, (yeni tanzim, s. 278)
LÜGATÇE: anâsır-ı külliye: Kuşatıcı unsurlar (su, hava, toprak, ateş) mu’cizâne: Mu’cizeli bir şekilde musîbet-i âmme: Umumî musîbet. |
Bediuzzaman Said Nursi 10.09.2009 |
Duânız olmasa… “…insanın hikmet-i hilkati ve sebeb-i kıymeti olan samimî duâ…” (25. Lem’a) Ramazan aynı zamanda bir duâ ayı değil midir?
Duânız olmasa ne ehliyetiniz var?
ahi duâsı olmasaydı ne yapabilirdi insan? Duâ edebilir miydi? Duâ etmek için ellerini kaldırabilir miydi? İstediği anda—bilmediği halde—yüzlerce kas hücresi, onlarca sinir hücresi birlikte çalışabilir miydi? Bir elini kaldırmak için yüzlerce kimyasal olay var edilir miydi? Gerekli olan enerjiyi yediklerinden elde edebilir miydi? Yediklerini kendisine yararlı hale getirebilir miydi? Yiyebilir miydi insan? Çiğneyebilir miydi lokmaları, boğazından geçer miydi yedikleri? Yedikleri yiyecek olabilir miydi? Bitkiler—insanın duâsıyla şuurlandıkları, anlam kazandıkları için—insana yiyecek hâline dönüştürülür müydü? Hayvanlar bitkileri yiyebilir miydi? Yeryüzü bir sofraya dönüşebilir miydi böylece? Yeryüzü binlerce yıl boyunca insana hazırlanır mıydı? Yeryüzüne gönderilir miydi insan? İnsan öğrenebilir miydi? Sahi Âdem (as) ‘Esmâ’yı öğrenebilir miydi? Yeryüzüne geldiğinde Âdem (as) duâ (tevbe) etmeseydi insanlık olabilir miydi? Âdem olmasaydı, âlem olur muydu? Duâ olmasaydı, âdem olur muydu?
Duânız olmasa ne emniyetiniz var? Sahi ne yapardı insan duâsı olmasa… Kur’ân diliyle duâ etmeselerdi mü’minler o devasa seyyareleri yerinde ve yörüngesinde tutan Kudret izin vermez miydi dağılmalarına? Birbirlerine çarpmaz mıydı o büyükler? Korkmaz mıydı insan? Bu büyüklerden biri olan güneş insana hizmet eder miydi? Ay kandillerin en güzeli olur muydu geceleri? Gece olur muydu? Duâsı olmasaydı insanın, güneş yakmaz mıydı onu? Büyükler gibi küçükler de yabancılaşmaz mıydı insana? Gözüyle göremediği küçücük virüsler insanı bir an bile rahat bırakır mıydı? Her hücresi insanın, insana düşman kesilmez miydi? Duâsı olmasa insan, hayatta kalabilir miydi? Duânız olmasa ey insanlar hayat Hayy-ı Kayyum’dan size hediye edilir miydi? Vücudunuz ve atomlarınız bir anda bir yığın haline gelip dökülmez miydi orta yere? ‘Orta yer’ diye bir yer olur muydu? Düşüncesi bile ürküten ‘yokluk’ size yol bulup gelmez miydi?
Duânız olmasa neyin(m)iz var? İnsan da bir duâ değil miydi? İnsan duâdan ibaret değil miydi? Ne ifade ederdi insan? Nasıl tanımlardık insanı duâ olmasa? Söyledikleri kavlî duâ, söyleyemedikleri de halî duâ değil miydi? Yaptıkları, farkında olmadan yaptıkları da fiilî duâ değil miydi? Öyleyse başka ne kalıyordu insanın eline? Sahi, insanın eline yakışan, ‘el kaldırmadan’ ‘ellerini kaldırmak’ değil miydi? Ellerin asıl vazifesi—Şairin “Duâ, duâ, eller karıncalanmış;” dediği gibi—karıncalanmak değil miydi? İnsanın vazifesi kâinatı ve insanı yed-i kudretinde tutan Zât’a yalvarmak değil miydi? (Belki de insanın iradesine verilen tek olumlu-yapıcı güç duâ değil miydi?)
“Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” (Furkân Sûresi 25:77) Sahi insan tanımasaydı duâ ettiği zatı, insan olabilir miydi? Sığınmasaydı Ona, sığınacak başka bir yer bulabilir miydi? Duâ diliyle istemeseydi bekayı Bâkî-i Sermedî’den, bekaya aday olabilir miydi? Kur’ân diliyle duâlar etmeyecek olsaydı, Kur’ân gönderilir miydi? Kur’ân’ın indiği zatı (asm) gönderir miydi O Rahîm-i Zülcemal? Ve Kur’ân olmasaydı, Kur’ân’ın Tercümanı (asm) olmasaydı, mânâsını ifade edebilir miydi kâinat? Anlamını bulabilir miydi insan? Ve duâ etmeseydi o En Güzel (asm) insan, saadet kapıları açılır mıydı? Cennet hiç yaratılır mıydı? Kıyamet gününde insanlar sesini duyabilirler miydi o Nebîler Sultanının? Şefaat olur muydu? Şefaat edilir miydi insana? Ve bütün bu yazı onun (asm) şefaatine nail olmak için bir duâ değil miydi? Onun (asm) Rabbine, Mücîbü’d-Daavât’a edilmiş bir duâ... |
AHMET TAHİR UÇKUN 10.09.2009 |
Ramazan duyguları Yaşı atmışına merdiven dayamış, kulaklarının üstünde şafak atmış, eli gücünü kaybetmeye başlarken beli faniliğini ihtar etmeye başlamıştı. Ağustos sıcağının buram buram yaktığı bir zaman diliminde, Çukurova’nın yakıcı sıcağında bulunuyordu. Hayatının bu döneminde tatlı bir telâş vardı. Hayatının bu olgunluk döneminde ağır bir misafir kendisini ziyaret edecekti. Bu misafir ömürde bir veya iki defa gelebiliyordu. Onun hazırlığı ve telâşı vardı. Hoş geldin ey yüzleri nurlandıran ramazan! Sıcağın esmerleştirmesine inat sen yüzleri ağartacak, gözleri parlatacak, gönülleri saf ve berraklaştıracaksın. Bu mevsimde ikinci ziyaretin. Ne güzel ettin de geldin. Bu şartlarda belki bir daha karşılaşmak mümkün olmayabilir. Her gördüğünü Hızır bil misâli belki de hayatın Hızır’ı olacaksın. Dokunduğunu canlandıran Hızır gibi gönülleri canlandıracaksın. Onlara hayat iksiri olacaksın. Sanki İsa (as) geri döndü. Ölüler diriliyor. Sende ondan bir nefes var. Ölü kalpleri ve duyguları diriltiyorsun. Sende bir bakışla kalpleri dirilten, Ömer’i Ömer yapan Muhammed’in (asm) iksiri var. Suya hasret gönüllere âb-ı hayat veriyorsun. Çocuğunu öldürmekten çekinmeyenleri karıncaya basamaz hale getiriyorsun. Şu yaşlı ve çılgın dünyada, bir huzur iklimisin. Senin iklimine uğrayan şeytanlar bağlanıyor. Senin bölgende kötülükler büyük oranda azalıyor. Demek ki dünyanın çılgınlığı sana kâr etmiyor. Bizim gönüllerimizi de kendine benzet. Şeytanlar bize de etki edemesin. Yemekten içmekten ağzımızı koruduğun gibi, duygu ve hislerimizi de şeytanların oraya ulaşmasına engel ol ve koru. Dünya, gençliğini tamamlayıp sona doğru yaklaşmış. Hayatlarının kaderi bu noktada kesişiyordu. Biri olgunluğu, diğeri olgunluğun ötesi yılgınlığı tüketmeye çalışıyordu. Hayat ne de çabuk geçmişti. Bir yel esip geçmiş kadar kısa olmuştu. Gönlü dünyaya doymamıştı. Hissiyâtı hep genç kaldı. Ya da kendisi öyle zannetti. İstekleri bir türlü bitmedi. Gözünü hep yukarıya, hep yukarıya dikti. Ufuklar bitmedi ama ömür bitmek üzere. Hayali hakikatle barıştırmak ne zaman ve nasıl olacak? Hayalin arkasından gitmekten ne zaman yorulacak? Vücut yaşlandıkça arzu ve istekler hep başını kaldırmaya devam ediyor. Ne doyuyor, ne de vazgeçiyor. Ramazan. Ömrün içerisindeki gerçek. |
ALİ SARIKAYA 10.09.2009 |
Bir başka güzellik taşır Ramazan
Her ânı güzeldir ya bu dünyanın, Bir başka özellik taşır Ramazan. Dünya bambaşka görünür gözünde, Bir başka güzellik taşır Ramazan.
Unuttuğun duyguların canlanır, Hissettiğin kaygıların sonlanır, Çaydanlıkta muhabbetler demlenir, Bir başka güzellik taşır Ramazan.
Her gün yediğin yemeğin bal olur, Yüzler güler, yanağın al al olur, İftar vakti telâşlı bir hâl olur, Bir başka güzellik taşır Ramazan.
Öğrenilir her nimetin değeri, Düşünülür başkaları, diğeri, Hafifleşir yüklerin en ağırı, Bir başka güzellik taşır Ramazan.
İSMAİL GÜÇTAŞ |
10.09.2009 |
Bir cümlelik sadâkat Daha dün gibi. Hafızamdan silinmeyen manzara. Yirmi beş yıl önce, İstanbul’da, Vatan Caddesinde bir salon… Yeni Asya Gazetesinin 15. kuruluş yıl dönümü kutlanıyor. Ve ben, bu kutlamayı video cihazıma yerleştirdiğim bir Betamax kasetten izliyorum. O toplantıyı canlı olarak izlemeyi çok arzu ettiğim hâlde mümkün olmadı, bulunamadım. Yayıncılık hayatımın henüz birinci yılı, birinci yaşı. Bununla birlikte, sağ olsunlar, o günün Yeni Asya Yayınları ilgilisi dostlarım bu muhteşem kutlamayı görüntüleyen video kasetini bana ulaştırdılar. İzlemeye devam ediyorum… “Üç Mehmet”ten ikisi, Mehmet Kutlular ve Mehmet Fırıncı ağabeyler var, oradalar; üçüncüsünün, merhum Mehmet Emin Birinci Ağabeyin ise Almanya’da olduğu ifade ediliyor. Ağabeyler, ağabeylerden sonrakiler, sonrakilerden sonrakiler; yazarlar, çizerler, foto muhabirleri; çalışanlar, temsilciler tek tek sahneye dâvet ediliyor; mikrofon verilerek hizmetlerle alâkalı düşünceleri, hatıraları alınıyor ve nihayetinde de kendilerine birtakım mütevazı hediyeler takdim ediliyor. Tıpkı bugünkü gibi, 40. yıl kutlamalarında olduğu gibi. “Yeni Asya” adının doğuşunu anlatıyor Necmettin Şahiner; “isim babası” Fırıncı Ağabey de gevrek gevrek gülerek tasdik ediyor olanları, olayları; tamamlıyor noksanları bir yandan. Gazetenin yayın hayatına başlama serüveni anlatılıyor, o günleri yaşayan Kutlular Ağabey tarafından bir bir. Romancı, “romancının romanı”ndan kesitler sunuyor… Gazetenin idarehanesindeki bir tek daktilo makinesinin ne çok hizmet gördüğünden ve bir türlü paylaşılamadığından bahsediyor o ânı yaşayanlar zevkle, şevkle, heyecanla. Salondaki yüzler mütebessim, gözler pürdikkat, kilitlenmiş sahneye. Ne bahtiyar insanlar. Heyecanlı bakışların ardındaki mutluluk esintilerini sezmemek mümkün değil. Tâ bugünlere kadar ulaşan bitmek bilmez bir enerji… “Birlikte çarpan yürekler”in harman olduğu bir manzara… Herkes bir şeyler söylüyor, bir şeyler anlatıyor; anladıklarına, yaşadıklarına ve yaşayacaklarına dair. Âhenk içinde süren programın sonuna geliniyor. O da ne? Koşa koşa bir gelen var, salondan! Son çağrılan, son anons. Geliyor, sahneye çıkıyor; kendisine uzatılan mikrofonu kapıyor ve bir şey söylüyor. Evet, bir cümle söylüyor! Yeni Asya’nın emektarı Şoför Hamdi, adımları gibi hızlı mimikleriyle cevap veri-yor; çok manidar bir cevap: “İnandım, çalıştım” diyor. O kadar. Koşar adımlarla dönüyor yerine; gelişi gibi hızlı. Konsantre bir cevap! Birçok mânâ, içinde. O gün, o sahnedekiler, hatta sahne gerisindekiler inanmışlar, çalışmışlar bir ömür. Dâvâsında fânî olmuş muhteşem bir topluluk, dev bir kadro. İnandıkları için “var” olanlar ordusu. O gün bu gün, hep düşündüm; hizmette, ne kadar “Şoför Hamdi” olabildim, diye. Ya da, “Şoför Hamdi”leri arar dururum, inancına râm olan… Demek, sadakatin sırrı: Önce, inanmak; sonra da inandığı şey için çalışmak. Yani, “Şoför Hamdi” olabilmek. Yani “bir cümlelik sadâkat.” Yeter de artar bile… NOT: Şoför Hamdi’nin şu an felçli ve yatalak olduğunu öğrendim. Demek, duâya muhtaç; duâlarınıza… Şu mübârek günlerde… |
ALİ RIZA AYDIN 10.09.2009 |